HERKES İÇİN SİYER - 27. BÖLÜM (BİTMEK BİLMEYEN DAVET HIRSI: HEYETLER YILI)

 





HERKES İÇİN SİYER - 27. BÖLÜM (BİTMEK BİLMEYEN DAVET HIRSI: HEYETLER YILI)


Bismillahirrahmanirrahim.


• HIRS


Hırs açgözlülük, doymak bilmeyen nefis, kanaatsizlik demektir ancak iki alanda hırs caizdir:

İlim ve davet. İlim bir okyanustur, eğer aldığımız ilmi yeterli görürsek zarardayız demektir. Davet de

cihattır, emr-i bil maruf neyh-i anil münker’dir (iyiliği tavsiye etmek, kötülükten sakındırmak).

Allah Resulü’nde ve sahabenin her birinde bu davet hırsı vardı. Allah Resulü (s.a.v.) hastalanıp

yatağa düştüğünde bile iki özel derdi vardı: Üsâme ordusu ve Müslümanların namazı.

“Lekad câekum rasûlun min enfusikum ‘azîzun ‘aleyhi mâ ‘anittum harîsun ‘aleykum bilmu/minîne

raûfun rahîm(un). / Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya

düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün (hırslı), mü’minlere karşı da çok şefkatli ve

merhametlidir.” (Tevbe 8/128)

(ǃ) Hırsı terbiye edip doğru yerde kullanmak gerekir.


• EFENDİMİZ (S.A.V.) HUNEYND’DEN SONRA MEDİNE’YE DÖNÜNCE NE OLDU?


Allah Resulü’nün (s.a.v.) 23 yıllık nübüvvet hayatı kıyamete kadar gelecek bütün

Müslümanlara temel ilkeler olacak niteliktedir.

Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye döndüğünde Zilkade ayının sonlarıydı. O günlerde iki tane

önemli olay yaşandı; oğlu Hz. İbrahim’in gelişi ve meşhur şair Ka’b b. Züheyr’in gelişi idi.


• HZ. İBRAHİM’İN DOĞUMU


Hz. İbrahim’in annesi Mısırlı Hz. Mâriye annemizdir.

Resulullah (s.a.v.) Hatib b. Ebi Beltâ’yı bir davet mektubu ile İskenderiye kralı Mukavkıs’a

göndermişti. Mukavkıs Müslüman olmadı ama bu davetten çok memnun oldu. Allah Resulü ile

dostluk nişanesi kurmak için bir mektup yazdı ve çeşitli hediyelerle Hatib b. Ebi Beltâ’yı uğurladı. O

hediyeler arasında Hz. Mâriye ve kız kardeşi Sirin de vardı. Allah Resulü (s.a.v.) Mâriye ile evlendi,

Sirin’i de Hassan b. Sâbit ile evlendirdi (İfk hadisesinde adı karışan Hassan (r.a.)’ı hem teselli etmek

için hem de Safvan b. Muattal ile arasında yaşananların bir telafisi olsun diye Sirin’i vermiştir).

Allah (c.c.) Efendimiz’e Mâriye annemizden bir evlat ile ikramda bulunmuştu. Hz. Aişe

annemiz “Allah hepimizi ondan mahrum etti, bir Mâriye’yi nasiplendirdi.” dedi. Efendimiz (s.a.v.) de

O’na “Sen Ümmü Abdullah’sın.” diyerek annemizi yeğeni Abdullah b. Zübeyr’in (Hz. Esma’nın oğlu)

annesi kılarak bu künyeyi verdi.

Resulullah (s.a.v.) oğlu doğduğunda yaşı 60’a yaklaşmıştı. Yıllardır kaybettiği evlatlarının

hasretini çektiği için Hz. İbrahim’in gelişi Resulullah’a güzel bir teselli olmuştu. O günden sonra 

Cebrail(a.s.) getirdiği vahyi Resulullah’a iletirken “Ey Ebu İbrahim” diyerek iletti.

Ancak Hz. İbrahim’im ömrü 18 ay kadar sürdü. Efendimiz (s.a.v.) oğlunu ellerindeyken

kaybetti. Sahabeden Abdurrahman b. Avf “Ya Resulallah siz de mi ağlıyorsunuz?” dediğinde Allah

Resulü (s.a.v.) "Göz yaşarır, gönül mahzun olur. Ama biz -bu halde de- sadece Rabbimizin razı

olacağı şeyleri söyleriz. Vallahi Yâ İbrahim! Biz sana çok üzüldük." buyurdu. Sonra Uhud’a dönüp

“Ey Uhud! Eğer bana inen bu hüzün bugün sana inseydi sen bile dayanamaz bu hüzünle

darmadağın olurdun.” diyerek üzüntüsünü dile getirdi.

Allah Resulü (s.a.v.) oğlu İbrahim’i defnettiği gün Medine’de bir güneş tutulması oldu.

Münafıklarda eğer peygamber olsaydı oğlu ölmezdi şeklinde laf yaymaya başladılar. Sahabe de bunu

Hz. İbrahim’in vefatı ile ilişkilendirince Allah Resulü (s.a.v.) insanları topladı ve bir hutbe irat etti.

“Güneş de ay da Allah’ın ayetlerindendir. Allah onlara bir kader, bir yasa çizmiştir. Onun için onlar

birinin ölümü ya da doğumuyla o yasaya aykırı davranmaz.” buyurdu ve böyle şeyler söylemenin

yanlış olduğunu beyan etti.


• KA’B B. ZÜHEYR’İN GELİŞİ


Ka’b b. Züheyr Arap’ın en meşhur şairi idi. Babası Züheyr b. Ebî Sülma da aynı şekilde meşhur

şair ve âlimdi. Züheyr b. Ebî Sülma rüyasında elindeki ipi ikide bir kaçırdığını gördü ve bunu gelecek

son nebiyi kaçıracağına yordu. Oğulları Büceyr ve Ka’b’a son nebinin geldiğini duyarlarsa gidip O’na

tâbi olmalarını vasiyet etti.

Büceyr (r.a.) bir vesile ile iman etti ama bu abisi Ka’b’ı çileden çıkardı ve Allah Resulü

aleyhine şiirler yazmaya başladı. Her şiir de bir şekilde Medine’ye ulaştı. Her bir sözü hançer gibi

yaralıyordu. Büceyr abisinin yazdığı şiirlerden haberdar oldu ve Resulullah’ın da haberdar olması için

O’na okudu. Efendimiz’in çok canı sıkıldı ve hiçbir şey söylemedi.

Daha sonra Ka’b b. Züheyr’in kalbine de iman düştü ve kılık değiştirerek Medine’ye geldi.

Mescid-i Nebevi’de Resulullah’ın yanına oturdu. Kendisini tanıtmadı ve Allah Resulü’ne Ka’b b. 

Züheyr diye bir şairi tanıyıp tanımadığını sordu. Allah Resulü (s.a.v) tanıdığını söyleyince “Şimdi çıkıp 

gelse,sana iman etse, seni o kadar kötülemiş birisine kapını açar mısın?” diye sordu. Resulullah da 

“Yeter ki gelsin.” diye cevapladı. Bunun üzerine Ka’b b. Züheyr orada şehadet getirdi ve kendisini 

tanıttı. Efendimiz (s.a.v.) buna çok sevindi. Ka’b b. Züheyr müsaade isteyerek övgü dolu sözlerle 

Efendimiz’e şiir okudu ve Efendimiz de hırkasını çıkararak ona giydirdi. O günden sonra o şiirin başka 

bir adı olmasına rağmen adına “Kaside-i Bürde” denildi.

Tarihte iki tane Kaside-i Bürde vardır; birisi ve asıl olanı budur, diğeri ise İmam Bûsirî’ye ait

olanıdır. İmam Bûsirî bir cilt hastalığına tutulmuştu, dışarıya bile çıkacak halde değildi. Allah 

Resulü’ne hitaben bir kaside yazdı ve yazdığı gece Efendimiz’i rüyasında gördü. Kasideyi Efendimiz’e 

rüyasında okudu ve Efendimiz de ona hırkasını hediye etti. Bunun için yazdığı kaside “Kaside-i 

Bürde” olarakanılmış ve Ka’b b. Züheyr’inkinden daha meşhur olmuştur.


“Gün olur bir olay gelirse başa 

Kesip ümidi düşme telaşa

Kereminden mahrum eder mi hâşâ

Resûl'ün yaktığı meş'ale sönmez

O kapıyı çalan eli boş dönmez.”



• HEYETLER YILI VE GELEN HEYETLER, YAPILAN GÖRÜŞMELER


Hicretin 9. Yılında beş tane önemli alan vardı:

- Seriyyeler

- Davetler

- Âmiller

- Emirler

- Heyetler

Arap Yarımadası’nda İbn Sa’d’a göre 72 heyet, Dımeşkî’nin tespitine göre 101 tane heyet

vardı. Dikkatle incelendiğince bu sayının daha fazla olduğu görülmektedir.

Müslüman olanların zekât vermesi gerekiyordu ve Allah Resulü (s.a.v.) 12 bölgeye 12 tane

zekât memuru gönderdi.


* Seriyyeler: Nerede İslam ile insan arasında bir engel oluşmuşsa Allah Resulü (s.a.v.) oraya

seriyyeler düzenledi.

Resulullah (s.a.v) Alkame b. Mücezziz ile bir yere seriyye gönderdi. Alkame b. Mücezziz

seriyyenin içerisinden bir grup seçti ve Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’yi başlarına komutan tayin

ederek görev icabı onları bir yere gönderdi. Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî şakacı bir sahabi idi ve

akşamüzeri ateş yakıldığında komutanları olarak sahabeden ateşe atlamalarını istedi. Sahabe

Resulullah’tan öğrendikleri itaat ahlakı ile denileni yapma konusunda tereddüt ettiler. Aralarında ilim

noktasında iyi olan bazı sahabiler böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını söylediler. Döndüklerinde

bu olayı Resulullah’a anlattılar ve Resulullah (s.a.v.) onlara eğer o ateşe atlasalardı ebediyyen

cehennemlik olacaklarını bildirdi çünkü itaat Allah ve Resulü’nün sınırları çerçevesinde idi.

Kayıtsız ve şartsız itaat yoktur. Nisa suresinde Allah’a, Resulü’ne ve emir sahiplerine (Allah ve

Resulüne itaat eden emir sahipleri) itaat edileceği beyan edilmektedir. Ve günahta –Allah’ın

istemediği şeylerde– itaat yoktur. (!)

* Davetler: Allah Resulü (s.a.v.) davet mektuplarını göndermeye devam etmişti.

* Âmiller: Zekât âmilleri Müslüman olanlardan topladıkları zekâtı ilk olarak toplandığı yerde

bulunan ihtiyaç sahiplerine dağıtırlardı. (Aslolan zekâtın yakın olandan uzak olana doğru

dağıtılmasıdır.)

* Emirler: Allah Resulü (s.a.v.) gelip Müslüman olan heyetlere ya da seriyyeler ile fethederek

elde ettikleri yerlere valiler ya da kadılar yolladı.

* Heyetler: Gelen heyetlerin sayısı oldukça fazla idi. Allah Resulü (s.a.v) vefat ettiğinde hepsi

Müslüman olmuş durumdaydı. Eskiden insanlar birer birer Müslüman oluyorlardı. Nasr suresi,

Medine’ye gelen heyetlerin fevç fevç gelip Müslüman oluşu üzerine nâzil oldu.


► TEMİMOĞULLARI


Bir bedevi ailesidir. Yaptıkları Hucûrat suresi ile Kur’an’da konu oldu.

Öğle vakti Allah Resulü (s.a.v.) istirahatteyken Medine’ye gelip Resulullah’ın nerede olduğunu

sordular. Sahabe O’nun evinde istirahatte olduğunu söyleyince bekleyemediler ve Resulullah’ın

hücresinin kapısına gidip çok kaba bir biçimde Resullah’a seslendiler. Allah Resulü (s.a.v.) bundan çok

rahatsız ve rencide oldu ancak bir şey demedi. Bunun üzerine Hucûrat suresi nazil oldu.

Surenin ilk beş ayeti Resulullah ile sahabe arasındaki ve Resulullah ile ümmeti arasındaki

hukuku ortaya koymaktadır. O hukukun dört tane alanı vardır: Hz. Peygamber’e itaat durumu

(getirdiği her şeye teslim olmak) , ittiba durumu (getirdikleri ile amel etmek), ikram durumu

(Resulullah ile en güzel sözlerle konuşmak) ve ihsan durumu (getirdiklerini içimizde hiçbir sıkıntı

duymadan kabul etmek ve O’nun arkasında durmak).

Surenin 6. ve 18. Ayetleri arasında 11 farklı alanın ahlakı öğretilmektedir. Onun için Hucûrat

suresinin bir diğer adı da “Ahlak Suresi” dir.

Hucûrat suresini iyi anlayan bir insan, Peygamber (s.a.v.) ile kuracağı hukuku ve bir başka

Müslüman ile kuracağı hukuku doğru kurar. Hucûrat suresi bizi medeniyetleştirir. (!)

Ayetler “Seslerinizi Peygamber’in sesinin üzerine çıkarmayın! Adımlarınızı Peygamber’in

adımın üzerine atmayın! O’na karşı saygılı ve edepli olun yoksa amelleriniz boşa gider.” demektedir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.

“ (1.) Ey iman edenler! Allah’ın ve Rasülünün önüne geçmeyin, Allah’a karşı gelmekten

sakının. Şüphesiz Allah, işitir, bilir. (2.) Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne

çıkarmayın, birbirinizle bağırır tarzda konuştuğunuz gibi ona sözü bağırırcasına söylemeyin, haberiniz

olmadan amelleriniz yok oluverir. (3.) Muhakkak ki Allah Rasülünün yanında seslerini kısanlar, işte

onlar, Allah’ın kalplerini takvaya (ulaşması) için imtihan ettiği kimselerdir. Onlara, hem bir

bağışlanma, hem de büyük bir sevap vardır. (4.) (Peygamberin hanımlarının) odalarının (önlerinden

ve) arkalarından seni çağıranlar var ya, bunların çoğu aklı ermeyen (dolayısıyla görgü kurallarını

bilmeyen) kimselerdir. (5.) Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi elbette bu, onlar

için daha hayırlı olurdu. Bununla birlikte Allah, çok bağışlayan, çok acıyandır. ”

Bugün bizim “Allah Resulü burada olsaydı şöyle yapardı” gibi söylemlerimiz de O’nun sözünün

üstüne söz söyleme kapsamına girmektedir. Dikkatli olmak gerekir. (!)

Münafıklar bir konuda Hz. Ömer’e gelip “Resulullah böyle bir şey söyledi, sen ne söylersin?”

diye fikrini sorduklarında Hz. Ömer kılıcını çekmiş ve onlara O’nun üzerine sözün söylenemeyeceğini

izah ederek kızmıştır.

Abdullah b. Ömer, hanımını mescide göndermek istemeyen Bilal’e Resulullah’ın buna

müsaade ettiğini, hanımları mescitlerden men etmeyin dediğini iletmiş ve oğlu “Ey babacığım, ama...”

dediği bir anda hemen onu susturmuştur. (Resulullah hayatta değildi ama Hucûrat suresi ortadaydı.)

Din “bana göre”yi kabul etmez!


► NECRAN HEYETİ


Bunlar Hristiyan bir heyetti. Allah Resulü’nün bu heyet ile yaptığı görüşme Âl-i İmrân

suresindeki birçok ayetin naziline sebep oldu.

Efendimiz (s.a.v.) onları mescide götürdü ve onlar orada kendi ibadetlerini yaptılar. Efendimiz

onlara bu imkânı vermişti.

Allah Resulü ile Hz. İsa’nın babası konusunda tartışmaya girdiler. Efendimiz meselenin aslını

anlattığında itiraz ettiler ve ailelerini getirip beraber kimin yalan söylediğini ortaya çıkarmak için

lanetleşmeye (mübâhele) karar verdiler. Aralarındaki yaşlılar, bir Peygamber ile lanetleşenin asla iflah

olmayacağı konusunda onları uyardılar fakat onlar aralarındaki büyükleri dinlemediler.

Ertesi gün Allah Resulü (s.a.v.) ehl-i beytini alarak geldi. (Âl-i Âba (örtünün altındakiler)

buradan çıkmıştır.) Yanında Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin bulunmaktaydı. Ümmü

Seleme annemiz “Ya Resullah! Biz de senin ehl-i beytin değil miyiz?” dediğinde Efendimiz ona “Sen

yerindesin.” buyurdu çünkü bu konu ayrıydı ve Efendimiz (s.a.v.) “Her peygamberin nesli

kendindendir, benim soyum ise Fatıma’dandır.” demişti. Allah onlara özel bir konum vermiş, onları

her türlü riskten ve manevi kirlilikten arındırmıştır. Onlar kıyamete kadar sürecek olan bu dinin

muhafaza ve intikalinde önemli bir rol oynamışlardır.

Necran heyeti lanetleşmeden vazgeçip geri döndü ve bir müddet sonra da Müslüman oldu.


► TAİ KABİLESİ


Adî b. Hâtim’in babası Hâtim et-Tâî cömertliği ile meşhur bir adamdı. Allah Resulü (s.a.v.) de

cömertleri çok severdi ve bu sebeple Adî ile kız kardeşine çok ciddi ikramlarda bulundu. Bunun

üzerine Adî b. Hâtim de Müslüman oldu.

Adî b. Hâtim Hristiyan olduğu için Allah Resulü’nün huzuruna boynunda bir haç ile gelmişti.

Allah Resulü (s.a.v.) de Tevbe suresindeki ayeti okumaktaydı: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, 

hahamlarını;

(Hristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa bunlar da ancak, bir olan

Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları

her şeyden uzaktır.” (Tevbe 9/31)

Adî b. Hâtim buna itiraz etti ve onları Rab edinmediklerini belirtti. Efendimiz (s.a.v.) de ona

“Din adamlarınız bir hüküm koyduğunda o hükmü Allah’ın hükmünün üzerine çıkarmıyor musunuz?”

diye sordu. Adî b. Hâtim bunu onayladığında Resulullah kim Allah’ın hükümleri dururken o hükümlere

tabi olursa bunun Rab edinmek olduğunu belirtti.

Senin hayatına kim müdahale ediyorsa senin Rabbin O’dur. Hayatı şekillendirenin adıdır Rab.

• Develerle gelen zekâtlar Efendimiz’in ve sahabenin hayatında bir değişikliğe vesile oldu

mu?

Allah Resulü’nün hayatında hiçbir değişiklik olmadı çünkü zenginliğin ahlakını ve geleni nasıl

yönlendireceğini çok iyi biliyordu. Ancak Efendimiz’in eşleri annelerimiz onlardan daha fakir olanların

şimdi daha iyi bir seviyede olduklarını düşünerek bir heyet oluşturmaya ve taleplerini yazmaya kadar

verdiler. biri sözcü olacak ve bu taleplerini Allah Resulü’ne bildirecekti. Her birinin 

istediği de sadece birer elbise idi. Bunu ortaya atan Aişe annemiz olmasına rağmen sonra kendisi bu 

iştenvazgeçti.

Diğer annelerimiz taleplerini Resulullah’a ilettiklerinde Efendimiz (s.a.v.) çok üzüldü ve hiçbir

şey demedi. Mescid-i Nebevi’ye bir çadır kurdurdu ve eşlerine küserek 1 ay evine gitmedi. (Buna Îlâ

hadisesi denmektedir.)

Hz. Ömer o günlerde Âvâli bölgesinde idi. Bu olayı gecenin bir vakti ensar kardeşi İtban b.

Malik’ten öğrendi. Medine’yi Gassanilerin bastığını zannetti. İtban b. Malik daha büyük bir felaket

olduğunu ve Resulullah’ın bütün eşlerini boşamış olabileceğini söyledi. Hz. Ömer bunu duyunca

dünyası başına yıkıldı çünkü o eşlerden birisi de kendi kızı idi. Hemen mescidin yolunu tuttu ve

Resulullah’ın hizmetlisi Rebâh’a Allah Resulü ile görüşmek istediğini söyledi. Rebâh çadıra girip

çıktıktan sonra Resulullah’ın hiçbir şey söylemediğini, yani görüşmek istemediğini bildirdi. Hz. Ömer,

üçüncü kez görüşmek istediğini ve kızı Hafsa ile alakalı görüşmeye gelmediğini bildirince Allah Resulü

(s.a.v.) onu huzuruna kabul etti. Efendimiz çadırındaki hasırında yattığı için yüzünde hasırın izleri

çıkmıştı. Hz. Ömer onları görünce ağlamaya başladı. Kisra, Kayser, krallar, melikler bu kadar rahat

içerisinde iken Allah Resulü’nün yatacak bir yatağı olmadığına ağladığını söylediğinde Allah Resulü

(s.a.v.) “Ya Ömer! İstemez misin dünya onların olsun, ahirette bizim olsun.” dedi.

Hz. Ömer havayı yumuşatıp konuya girmek için “Ya Resullah! Zeyd’in kızı (kendi hanımı Atîke

binti Zeyd’i kastediyor) geçenlerde benden bir şeyler istedi. Ben de yok dedim. Bir müddet sonra bir

daha istedi, bir daha yok dedim. Üçüncü kez isteyince öyle bir yok dedim ki bir daha benim karşımda

konuşamadı.” deyince Allah Resulü tebessüm etti. Hz. Ömer bu fırsattan yararlanarak eşlerini boşayıp

boşamadığını sordu. Efendimiz (s.a.v.) boşamadığını söyleyince bu habere çok sevindi ve sahabeyi de

müjdeledi.

O günlerde içinde bulundukları ay 29 çekiyordu ve süre bitince Resulullah (s.a.v.) evine döndü

ve ilk olarak Aişe annemizin odasına gitti. Nazil olan Ahzab suresinin ayetlerini okudu: “Ey 

peygamber, zevcelerine de ki: Eğer siz dünyâ hayâtını ve onun zînet ve ihtişamını arzu ediyorsanız 

gelin size boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allâhı, peygamberini 

ve âhiret yurdunu diliyorsanız şüphe yok ki Allah, içinizden güzel hareket edenler için büyük bir 

mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab 33/28,29)

Efendimiz (s.a.v.) ayetleri okuduktan sonra Aişe annemize ne düşündüğünü sordu ve isterse

annesi ile babasına gidip danışabileceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Aişe annemiz, bir tarafta Allah ve

Resulü dururken diğer tarafta dünyalık nimetleri tercih etmeyeceğini söyledi. Diğer hanımlar için de

“Ya Resullah! Zannetmiyorum ki hiçbir hanımın benim söylediğimin dışında bir söz söylesin.” dedi.

Bu adaletti ve Allah Resulü (s.a.v.) bu adaleti insafı ile sağlamıştır. İnsafı ortaya çıkaran şey ise

kanaattir. Kanaat bozulursa insaf bozulur, insaf bozulursa adalet bozulur. (!)

İnsaf kelimesi Arapça nısf’tan gelir ve yarı demektir; yani bu %50 ben haklı olabilirim, %50 sen

haklı olabilirsin demektir. Bugün adaletsizliğin temelinde yatan da budur çünkü herkes kendisini haklı

görmektedir.

• Allah Resulü (s.a.v.) eşlerinin bir elbise istemelerine neden böyle bir tepki verdi?

Allah Resulü (s.a.v.) bu ümmetin en önündeki insandı ve öndeki insanın en arkadaki insanın

halinden anlayabilmesi için o seviyede olması gerekir. Hulefa-i Râşidin de bu şekildeydi. Toplumun

önünde olan bir insan mecburen bu noktalara dikkat etmek durumundadır. Bu, imamet çizgisinin bir

gereğidir. Burada aslında bizden istenen ise kanaattir.


• MUAZ B. CEBEL’İN YEMEN’E GÖNDERİLİŞİ


Muaz b. Cebel Yemen’e birkaç kez gitti. Bu gidip gelmelerin birinde Allah Resulü (s.a.v.) Hz.

Muaz (r.a.)’ın parmağında bir yüzük gördü ve bu yüzüğün nereden geldiğini, üzerinde ne yazdığını

sordu. Hz. Muaz, insanlara mektup gönderdiğinde bazı şeylerin çıkarılmasından ya da ilave

edilmesinden endişe ederek bu yüzüğü mühür olarak yaptırdığını ve üzerinde de “Muhammedün

Reesulullah” yazdığını belirtti. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v.) “Muaz’ın yüzüğü bile iman

etmiştir.” duyurdu.

Allah Resulü’nün gözünde Muaz b. Cebel’in büyük bir değeri vardı. O âlimlerin imamıdır.

Efendimiz ona birçok olaylara şahit olabileceği bir yere gideceğini ve o olaylarla karşılaştığında neyle

hüküm vereceğini sordu. Muaz b. Cebel önce Allah’ın kitabı ile, orada bulamazsa Resulullah’ın sünneti

ile hüküm vereceğini, orada da bulamazsa kendi içtihadına başvuracağını söyledi. Allah Resulü (s.a.v.)

bundan memnuniyet duydu ve “Allah’ın Resulü’nün resulünden O’nu memnun edecek cümleler

duyduğum için hamdolsun.” demiştir.

İçtihat herkesin yapabileceği basit bir şey değildir. İçtihat, Allah’ın kitabı ve Peygamberin

sünneti Muaz b. Cebel gibi biliniyorsa yapılacak bir iştir. Muaz b. Cebel gibi ilme muvafık ve hâkim

olmak lazımdır. İlme hâkim değilsek had bilmemiz gerekir. (!)

*



KENDİMİZE NOT:


Sahabeden Sabit b. Kays sesi oldukça gür birisiydi. Hucûrat suresinin buyruğu üzerine

Resulullah’ın sesini bastırırım endişesi ile kendisini eve kapatmıştı çünkü gelen ayetleri üzerine almış

ve sesi ile Resulullah’ın önüne geçmekten korkmuştu. Bu sebeple bizler de Hucûrat suresinin meal ve

tefsirini üzerimize alarak okuyalım.

Efendimiz (s.a.v.) sahabelerine dönerek; “Allah’a günahsız dillerle dua edin” buyurdu.

Efendimizin bu sözünü işiten sahabeler: “Ey Allah’ın Resulü, bu nasıl mümkün olabilir?” diye sordular.

Bunun üzerine efendimiz şöyle buyurdu: “Birbirinize dua edin! Çünkü ne sen onun, ne de o senin

dilinle günah işlemiştir”

“Bir Müslümanın, yanında bulunmayan din kardeşine yapacağı dua kabul olunur. Bir kimse

din kardeşine hayır dua ettikçe, yanında bulunan görevli bir melek ona, ‘Duan kabul olsun, aynı

şeyler sana da verilsin.’ diye dua eder.” (Müslim, Zikir 87, 88; İbni Mâce, Menâsik 5)


Yapılacak en güzel dua da “ALLAH RAZI OLSUN.” demektir.

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 26. BÖLÜM (BİR MEKTEP OLARAK HUNEYN)





HERKES İÇİN SİYER - 26. BÖLÜM (BİR MEKTEP OLARAK HUNEYN)


Bismillahirrahmanirrahim.


• KADİR GECESİ NEDEN ÖNEMLİ?


Kadir gecesi değer ve kıymeti Kur’an’da anlatılan çok önemli bir gecedir. Allah’ın rahmeti ve

mağfireti her ayda ve her andadır. Ancak bu rahmet ve mağfiret farklı sürprizlerle, farklı mükâfatlarla

gelir. Allah, kulları ile Rahman ve Rahim isimleri ile bağ kurar. Bu gecelerdeki rahmete ve mağfirete

ulaşma adına Allah’ın bize sundurduğu özel ikramlara muhatap oluyoruz.

Bu gecenin en önemli ameli duadır. Bunu Âişe annemizin sorduğu sorudan öğreniyoruz. Hz.

Aişe Resulullah’a “Nasıl dua edeyim?” diye sordu çünkü Efendimizin Kadir gecelerini nasıl ihya ettiğini

biliyordu. Allah Resulü (s.a.v.) de “Allahümme inneke afüvvün kerimün tuhibbül afve fa’fü anni.

(Allah’ım! Sen çok affedicisin, affetmeyi seversin. Beni bağışla!” diye dua etmesini buyurdu. Bu

duada Afuvv isminin zikredilmesi ile Kadir gecesi arasında çok ciddi bir münasebet vardır. Bu gece tan

yeri ağarana kadar duaları bırakmamak gerekir çünkü bu gece duamızla yüceliriz, duamızla esen

rahmet rüzgârlarına denk geliriz ve o rüzgârın getirdiği müjdeye erişiriz. (inşallah)


• HUNEYN’E GİDEN SÜREÇ


Allah Resulü (s.a.v.) fetihten sonra Mekke’yi Medineleştirdi çünkü Medine bir modeldi,

Mekke de aslında Yesrib’di. Orada günah ve küfür hâkimdi. (Kalpler, evler, toplum, şehirler ve âlem

Medineleşmelidir. Uhud’dan aldığımız ilhamla Medineleştirmenin çabasını vermeliyiz.) Allah Resulü

(s.a.v.) de Medine’de kurduğu modeli her anlamda Mekke’ye taşıdı. Bu sebeple de Mekke’de bir süre

kaldı. Resulullah artık Mekke’de kalacak diye ensarı fetihten itibaren bir endişe sarmıştı. Bazıları

Medine’ye dönemeyeceğini düşünerek ağlamıştı bile ama Allah Resulü (s.a.v.) ensara olan vefası ile

“Hayatım da sizinle, ölümüm de sizinle.” diyerek onlara müjdeyi verdi.

Resulullah (s.a.v.) Mekke’deki putları temizledikten sonra Halid b. Velid’i Uzza putunu kırması

için görevlendirdi çünkü Halid b. Velid putu kırarken kendisini izleyen insanlara kimliği ile de bir 

mesaj verecekti. Amr b. Âs’ı Süvâ putunu yıkmaya, Sa’d b. Zeyd el-Eşhelî’yi Menat putunu yıkmak 

için gönderdi. Bunlar üç büyük puttu ama başka putlar da vardı. Hevâzin’de de putlar vardı ve kırılan

putlar hala putperest olanların korkularını arttırdı.

Allah Resulü (s.a.v.) bazı seferler düzenlemeyi düşünüyordu ama ilk seferi Hevâzin’e yapmak

aklında yoktu. Hevâzinliler Hz. Peygamber putları kıra kıra geldiği için sıra kendilerine de geleceğini

düşündüler ve O gelmeden biz gidelim dediler ve bu sebeple 20.000 bin kişilik ordu hazırladılar.

Kabile reisleri 30 yaşlarında olan Mâlik b. Avf isimli biriydi. Mâlik, Efendimize karşı büyük bir kin

besliyordu (sonrasında Müslüman oldu).

Efendimiz (s.a.v.) Abdullah b. Ebî Hadrad isimli bir sahabiyi bilgi alması için gönderdi. Abdullah

b. Ebî Hadrad gözlemlerinde bir hazırlık, bir hareketlilik olduğunu gördü ama detaylı bir bilgi

getiremedi.

Huneyn’in oluşum şartlarına baktığımızda Efendimizin diğer seferlerinde olduğu gibi çok ciddi

hazırlıklar olduğunu göremiyoruz çünkü Huneyn ani gelişen bir sefer oldu ve Efendimiz de büyük bir

sefer olacağını kestiremedi.


Allah Resulü (s.a.v.) 12.000 (10 bini ile Mekke’ye gelmişti, 2 bini sonradan Müslüman oldu)

kişi ile yola çıktı. Mekke’ye vali olarak Attab b. Esid’i atamıştı, sefer için çıkacağında da dini meseleler

ile ilgilenmesi için Muaz b. Cebel’i bıraktı. Ordunun içerisinde halen imanlarını oturtamamış insanlar

da vardı, ganimet arzusu ile gelenler de vardı çünkü Resulullah hangi savaşa girse galip gelecekti,

Hevâzin de zengin bir kabile idi. Bu sebeple en öne geçenler olmuştu.

Kur’an’da 28 gazve ve 55 seriyye ile alakalı birçok ayet vardır ancak sadece Bedir ve Huneyn

gazvelerini isim olarak anar çünkü ikisinin üzerinden inanılmaz mesajlar verilmektedir. Birbirleri ile

mukayeseleri vardır: Bedir’de Müslümanların sayıları az, düşmanı güçlü idi ama sayılarının azlığına

takılmadan Allah’a tevekkül edip zafere ulaşmışlardı. Huneyn’de ise Müslümanlar sayıca kalabalıktı ve

sayılarına güvenip Allah’ın verdiği zafer unutulduğu için işin bidayetinde yaşanmış bir imtihan ortaya

çıktı. (Asla bir Müslüman gücü ve kuvveti ne kendine ne bir başkasına bağlayamaz. Allah’a inanıyorsa

tedbirden sonra tevekkülü zedeleyecek hiçbir şey olmamalıdır. Şu iki ilkeyi asla unutmamalıyız: “Ve la

kuvvete illa billah (Güç ve kuvvet sadece Allah’tadır). Hasbünallahü ve nimel vekil (Allah bize yeter,

O ne güzel vekildir.)” Müslümanlardan bazıları kim durur artık bizim önümüzde diye düşündü ve

Allah da “Sizin gücünüz bendendir.” diye onlara hatırlatma da bulundu.


• YAŞANANLAR


Mekke’de fetih ezanının okunduğu tarih 19 Ramazan’dı. Huneyn’e giriş tarihi de 8 Şevval idi.

Yani arada 20 günlük gibi kısa bir zaman dilimi var. (Huneyn Mekke’ye 30 km kadar uzaklıkta bir

yerdir.)

Efendimiz (s.a.v.) sahabeye savaşa ait birçok şey söyledi. Sabah namazından sonra Huneyn

vadisine doğru gelinecekti. Düşmanın orada olduğuna dair de bilgi alınmıştı. Malik b. Avf, bu bizim

için bir ölüm kalım savaşı diyerek 20.000 savaşçıyı toplamış, üstelik herkesin kadınlarını, çocuklarını 

ve hayvanlarını da savaş meydanına getirmişti. Bu Arapların asla yapmadığı bir şeydi. Malik b. Avf 

bunu iki amaçla yapmıştı:

- Askerler düşmanla karşı karşıya kaldığında bilsin ki bu kendileri için bir ölüm kalım savaşı idi.

Tam anlamıyla savaşmazlarsa aileleri ve çocukları Müslümanların eline esir düşebilirdi. Mallarını

kaybedebilirlerdi. Bunun için askerlerinin heyecana gelmesini amaçladı.

- Müslümanların gözüne çok görünmek istedi. Bunun için de öne mızraklıları, arkasına

okçuları, arkasına süvarileri, arkasına develeri ve onların arkasına da hayvanlar ile çocukları

yerleştirdi. Büyük bir gürültü oluşmuştu. Vadinin iki tarafına da okçular yerleştirdi.


• DAĞILAN İSLAM ORDUSU


Müslümanlar sayılarının çokluğuna güvenerek savaş meydanına geldiğinde büyük bir şok

yaşadılar. Gürültüyü anlamaya çalıştıkları bir anda ok yağmuruna tutuldular ve İslam ordusu

darmadağın oldu. Öyle bir an geldi ki Efendimiz’in (s.a.v.) yanında bir avuç insan kaldı. Sağ yanında

amcası Hz. Abbas, sol yanında da diğer amcasının oğlu Ebu Süfyan b. Hâris vardı. Hz. Ali, Hz. Ömer 

ve Hz. Ebubekir de oradaydı. O ilk anda Allah Resulü’nün yanında sadece 100 kişi kaldı ve “Ben 

Nebi’yim, bunda yalan yok! Ben Abdulmuttalib’in oğluyum.” diyerek seslenmeye başladı. İnsanlarda 

yeniden bir coşku oluşması için kendisini dedesinin adı ile anmıştı. Müslümanları toparlaması için 

amcası Hz.Abbas’a da bağırmasını buyurdu. Orada Hz. Abbas’a üç çağrı yaptırdı:

“Ey ensar topluluğu!” diye bağırmasını istedi → Ensarı ayağa kaldırmaya çalıştı.

“Ey Semûre biatının ashabı!” → Hudeybiye’de Semûre ağacının altında biatleşmişlerdi. Bu

hatırlatıldı.

“Ey Bakara suresinin ashabı!” diye seslendirdi. → Bakara suresinde İsrailoğulları anlatılıyor.

İsrailoğulları Hz. Musa’yı yüzüstü bırakmışlardı, “Siz de mi beni yüzüstü bırakacaksınız?” demekti bu.

Ebu Vakid el-Leysi (r.a.) rivayet ediyor ki: “Allah Resulü (s.a.v.) ile birlikte Huneyn seferine

çıktık. Biz küfür ve şirk âleminden az bir süre önce ayrılmıştık. Müşriklerin "Zat-ı Envat" dedikleri ve

kutsal saydıkları bir ağaçları vardı. Silahlarını o ağacın altında kuşanırlar, ona ibadet ederlerdi. Yine

böyle ulu bir ağacın altından geçiyorduk. Rasulullah (s.a.v.)' e ; "Ey Allah'ın Rasulü! Bize de onların 

Zatı Envat'ı gibi bir ağaç tayin et." dedik. Rasulullah (s.a.v.) sinirlendi ve “Allahu Ekber! Yine aynı yol.

Yemin ederim ki, İsrailoğullarının Musa'ya ‘Ey Musa! Bunların ilahları gibi bize de bir ilah yap.’

dedikleri gibi diyorsunuz. Şüphe yok ki siz, sizden önceki kavimlerin yolundan yürüyeceksiniz."

cevabını verdi. (Ahmed: 5/218, Tirmizi Fiten: 18)

Sahabe, Bakara ashabı ile kastedileni anlayıp bir anda Allah Resulü’nün etrafına toplandılar.

Hz. Abbas onların halini annelerine koşan çocuklara benzetmiştir ve “Ben yeğenimin cesaretini

biliyordum ama Huneyn’de tam olarak öğrendim.” dedi. Gitmesin diye Resulullah’ın bineğinin ipini

tutuyordu ancak Resulullah (s.a.v.) korkusuzca düşmanın içine daldı. Sahabe toplanıncaya kadar da

mücadelesinden geri dönmedi. Tam bu anlarda önemli üç hadise vardır:

- Daha iman kalplerine oturmamış insanlar “Muhammed (s.a.v.) bizi kandırdı, büyü bozuldu.”

dediler.

- Bazıları “Artık bundan sonra bu ordu mümkün değil ayağa kalkamaz.” dediler.

- Bazıları ise “Hevazin bizim öcümüzü aldı.” dedi.


• ALINMASI GEREKEN DERSLER


* Cihadın fıkhını, mücadelenin fıkhını bilmeyen bir adam Müslümanlarının başının belasıdır.

En kritik anlarda kaçar gider, sana ihanet eder. Fıkıh bilmediği için iyilik yapayım derken zararlar verir.

* Müslüman görünen Şeybe b. Osman b. Ebî Talha’nın tek derdi Allah Resulü’nü öldürmek idi

çünkü babası Osman b. Ebî Talha Uhud’da Müslümanlar tarafından öldürülmüştü. Bu yüzden içinde

iman yoktu. Efendimizi (s.a.v.) buldu ve sağdan yaklaşayım diye düşündü ancak sağında Hz. Abbas

vardı. Sola geçti, solunda Ebu Süfyan b. Hâris olunca yaklaşamadı. En son önüne geçti ve o anda

Resulullahla göz göze geldiler. Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve yanına çağırdı. “Ne yapıyorsun?”

deyince Şeybe hiçbir şey söyleyemedi. Resulullah “Allah’ım! Kalbindeki şeytanı çıkar, onu iyi bir

mümin eyle.” diye dua etti. Şeybe (r.a.) o anda kalbindeki kinin dağılıp sevgi ile dolduğunu

söylemiştir. Resulullah eline kılıcı verdi ve Allah için cihada yürümesini emretti. Şeybe (r.a.) “Vallahi o

anda ölmüş babam dirilip karşıma çıksaydı onu da öldürürdüm. O günden sonra imandan başka bir

şey düşünmedim.” demiştir. Allah Resulü (s.a.v.) taşlaşmış bir kalbi yumuşatmıştır.

* Enes b. Mâlik’in annesi Ümmü Süleym, hamile haliyle Resulullah’ı korumak için göğsüne bir

hançer koyarak savaşa gelmişti. Efendimizin önüne geldi ve kendisini geçmeden kimsenin O’na

dokunamayacağını söyledi. Bir yandan da eşi Ebu Talha’yı arıyordu. Eğer kaçmışsa hançerini ilk onun

tadacağını söyledi. Ebu Talha da o sırada oradaydı ve kaçmadığını belirtti. Efendimiz (s.a.v.) Ümmü

Süleym’in iman coşkusunu takdir etti ama kaçan Müslümanlara kızıp laf ettiği için işine bakmasını

söyledi. (Bazen başkalarının kusurlarıyla uğraştığımız için işlerimizi aksatabiliyoruz!)

Allah Resulü (s.a.v.)’nün çağrısı ile İslam ordusu yeniden ayağa kalktı. Huneyn’in birinci

safhası Uhud’dur, ikinci safhası Bedir’dir. Efendimiz (s.a.v.) yerden bir avuç toprak alıp düşmanların

üzerine fırlattı ve düşmanlar ne olduğunu anlayamadılar. Allah’ın yardımı ile de Müslümanlar zafer

elde ettiler. "Andolsun ki. Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir

faydası olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de bozularak arkanızı

döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti." (et-Tevbe 9/25).


• GANİMETLER VE İMTİHANLAR


Savaştan sonra 6000 tane esir, 24.000 deve, 40.000 koyun, 4.000 ukıyye (ağırlık) gümüş,

elbiseler, kılıçlar, kalkanlar vs. birçok ganimet elde edildi. Allah Resulü (s.a.v.) ganimetleri

Cirâne’ye taşıttı.

Efendimiz (s.a.v.) ganimetleri gönderdikten sonra kendisi de Cirâne’ye uğradı. Baktı ki

esirlerin üzerinde elbise yok, gidip Mekke’den elbise getirmeleri için birilerini görevlendirdi.

Ayrıca âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.) esirlerin gölgelik bir yere

alınmasını buyurdu.


• TAİF KUŞATMASI VE CİRÂNE UMRESİ


Askerlerden bazıları kaçıp Taif’e sığınmıştı. Resulullah (s.a.v.) de Taif’e gitti. Taif’teki insanlar

güçlü kalelerine sığınmıştılar ve kuşatma bir rivayete göre 20 gün, bir rivayete göre 1 ay sürdü.

Efendimiz daha fazla eziyet olmasın diye dönmeyi istedi ama sahabeden bazıları devam ettirmeyi

teklif etti ve kuşatmaya birkaç gün daha devam edildi ancak netice değişmeyince dönüp gelmek

zorunda kaldılar.

Dönüş yolunda sahabeden birisi kendilerini perişan etmelerinden dolayı Resulullah’tan

Sakifliler’e beddua etmesini istedi. Allah Resulü (s.a.v.) ellerini açtı ve “Allah’ım! Sakif’e sen hidayet

ver ve onları kendi ayakları ile bana getir.” şeklinde dua etti. Öyle de oldu.

Taif kuşatmasında şehit olanlar vardı. Onlardan bir tanesi de Hz. Ebubekir’in oğlu Abdullah idi.

Hz. Ebubekir’in hilafeti döneminde Taif’ten bir heyet huzuruna geldi. Aralarında meşhur ok ustası Sa’d

b. Ubeyd de vardı. Hz. Ebubekir o ustayı görünce beklemelerini söyledi ve elinde bir okla geri döndü.

Taifliler elinde oku görünce kan davası ile ilgili bir şey söyleyeceğini düşünüp endişelendiler. Hz.

Ebubekir “Bu okun ustası aranızda mı?” diye sordu. Sa’d b. Ubeyd de çekinerek kendisini tanıtınca Hz.

Ebubekir : “Rabbime hamd ediyorum ki o gün bu okla oğlum şehadet şerbetine erişti. Rabbime hamd

ediyorum ki o gün öldürülen benim oğlumdu, öldüren ise sendin çünkü benim oğlum Müslüman, sen

ise o gün küfür üzereydin. Yine Rabbime hamd ediyorum ki bu oku atan şu anda karşımda Müslüman

olarak duruyor.” dedi. (İman ne güzel nimet ♥)

Cirâne’de günlerdir ganimet dağıtılmadığı için insanların bazıları öfkeliydiler. Allah Resulü

(s.a.v.) Taif’ten döndüğünde Hevâzinliler gelir belki düşüncesiyle dağıtımı biraz ağırdan alıyordu.

Sonunda Efendimiz (s.a.v.) ganimeti asker arasında dağıttı. Kalplerinde imana dair sıkıntıları olanların

kalplerini imana ısındırmak için devlete ve kendisine ait olan paylardan da fazla fazla verdi. (Buna

zekâtta müellefe-i kulûb denir). Örneğin Safvan b. Ümeyye Efendimizin yanında duran develere

iştahla bakmıştı. “Ya Resulullah bunların hepsi senin mi?” diye sorunca Resulullah (s.a.v.) “Al hepsi

senin olsun.” dedi ve ona 100 deve verdi. Safvan b. Ümeyye bundan çok etkilenmiş ve kavmine gidip

“Koşun kavmim koşun! Muhammed’in (s.a.v.) getirdiği dine tabi olun. Vallahi Muhammed öyle

veriyor ki ancak bir peygamber böyle verebilir.” demiştir.

Ancak bu durum Ensarın bazı gençleri arasında hoşnutsuzluk oluşturdu. Allah Resulü (s.a.v.)

için “Adam kendi adamlarını buldu, bizi unuttu.” dediler. Efendimiz (s.a.v.) bunu duyunca çok üzüldü

ve Ensarın liderlerinden Sa’d b. Ubade’yi çağırdı. Duyduklarının doğru olup olmadığını ve kendisini ne

düşündüğünü sordu. Sa’d b. Ubade onlar gibi düşündüğünü söyleyince Allah Resulü daha çok üzüldü.

Bunun üzerine Ensarın bir yerde toplanmasını istedi ama sadece onların olmasını, aralarına

başkalarını almamalarını emretti. Konuşmasında önce Ensara kazandırdıklarını hatırlattı. “Siz birbiriniz

arasında kavga ederken (Evs-Hazrec kavgası) Allah benim vesilemle kalplerinizi ısındırdı. İmanla sizi

zenginleştirdi ama siz şimdi benim hakkımda konuşurken O adam diye konuşuyorsunuz, öyle mi?”

deyince Ensar ağlamaya başladı. Efendimiz (s.a.v.) bundan sonraki süreçte Ensarın faziletlerini anlattı.

“Hiç kimse el uzatmazken siz bana el uzattınız. Evinizi yurdunuzu açtınız. Allah sizin vesilenizle bu

iman davasını bu noktaya getirdi. Vallahi insanların hepsi bir vadiye, Ensar bir vadiye yürüsün, ben

ensarla beraber yürürüm. Benim hayatım da sizinle ölümümle sizinle.” dedi ve Mekke’de

kalmayacağının, kabrinin de Medine’de olacağının müjdesini verdi. Son olarak da “Siz Akabe’de bana

ne için söz verdiniz?” deyince Ensar cennet üzerine biat ettiklerini hatırladı ve ağlaştılar. Sonra Allah

Resulü’nden özür dilediler ve Resulullah’ın verdiği her hükme itaat edeceklerini beyan ettiler.

Esirler ve ganimetler dağıtıldıktan sonra Hevâzinliler Müslüman olmak için geldiklerini

söylediler. Efendimiz onlara üzüntüyle beklediğini ama sonra ganimetleri dağıttığını beyan etti. Sonra

da ganimetlerden kendisine ve Abdulmuttalib’in çocuklarına ait ne varsa hepsini onlara geri

vereceğini beyan etti. Allah Resulü’nün vermesi ile sahabeden bazıları da aldıklarını geri verdi, bazıları

ise vermedi (mesela Uyeyne b. Hısn, Akra’ b. Hâbis). Efendimiz (s.a.v.) borçla onlardan ganimetleri

aldı ve kendi sırtına borç yüklemiş oldu. (Vefat ederken zırhı bir Yahudideydi.) Cirâne’deki en büyük

pay Allah Resulü’ne aitti ancak elinde hiçbir şey kalmamıştı.

Bir bedevi Efendimizin (s.a.v.) cübbesinden çekti ve O’na “Adil ol Ya Muhammed!” dedi. Öyle

çekmişti ki Efendimizin boğazında iz oluştu. Allah Resulü (s.a.v.) de dönüp “Ben adil olmazsam kim

olacak?” demiştir. Yeryüzünün en adil insanı adaletsizlikle suçlanmıştı. Allah Resulü (s.a.v.) o şahsın

ileride Hariciler fırkasının lideri olacağı bilgisine sahipti.

Resulullah (s.a.v.) Cirâne’de her şeyi yaptıktan sonra umre için bugünkü Cirâne mescidinde

ihrama girdi ve sahabe ile beraber Mekke’ye geldi. (Ahbaru Mekke kitabında 300 peygamberin umre

yapmak için Cirâne’den ihrama girdikleri söylenmektedir.) O günlerde aylardan Zilkade ayı idi.

Efendimiz 10 gün daha kalsa hac zamanı gelmişti ama umreden sonra kalmadı çünkü Allah tarafından

izni yoktu. 24 Zilkade’de Medine’ye varmış oldu.

Allah Resulü (s.a.v.) Cirâne’den çıkıp Mekke’ye geleceği zaman Hz. Bilal ezan okurken birkaç

delikanlının ezan ile dalga geçtiğini gördü. Gençleri yanına çağırdı ve onlara ezan okuttu. Gençlerin

başında olan Ebu Mahzûra da okuyunca ona “Sen müezzin olacaksın.” dedi ve birkaç sahabiden ona

ezanı ve kameti öğretmesini istedi. Ebu Mahzûra daha sonra Mekke’nin müezzini oldu.

Allah Resulü (s.a.v.) kömürden elmas çıkaran birisi idi. Eğer nübüvveti hakkıyla anlarsak biz de

elmaslar çıkarabiliriz ama anlamazsak Allah korusun elmasları bile kömüre çevirebiliriz. (!)


* Efendimiz (s.a.v.) okuma yazma bilmiyordu, daha sonra öğrendi mi?


Allah Resulü (s.a.v.) fetâneti üst düzeyde olan birisiydi ve okuma yazma bilmeme gibi bir

durumu olamazdı. Ancak Allah (c.c.) birileri vahye şüphe karıştırmasın diye O’nu bundan mahrum etti.

Bu yüzden Efendimiz (s.a.v.) hayatı boyunca eline kalem almamıştır.

Aişe annemiz okuma biliyordu ama yazmayı bilmiyordu. Efendimiz (s.a.v.) Şifa binti

Abdillah’tan Hz. Aişe’ye ve Hz. Hafsa’ya yazmayı öğretmesini istedi. Kendisi istese pekâlâ 

öğrenebilirdi ancak öğrenmemesi ilahi bir mahrumiyetti.


* Kadir gecesi;


- Değer ve kıymetini nazil olmaya başlamış olan Kur’an’dan alır.

- Bin aydan daha hayırlıdır. Bir gece bir geceye değil, bir gece bin aya kıyasla hayırlıdır,


bir ömre bedeldir.


- Tenezzelü’l melâike, o gece melekler yeryüzüne inmektedir.

- Ruhu’l Emin, Cebrail (a.s.) de yeryüzüne inmektedir. Meleklerin komutanı olarak ve


vahiy getirmek için değil, vahyin sadıklarını tespit etmek için dolaşmaktadır.


- Bu sadece bir anda değil, sabah fecrin aydınlığına kadar devam etmektedir.

* Neden Afuvv ismi?

Afvvv ismi günahları mahvedendir. Allah günahları bağışlayan ve günahları örtendir. Ancak

afuvv ismi daha başkadır. Allah (c.c.) günahları affedip örttüğü gibi afuvv ismi ile sana yaptığını

unutturuyor ve kendisi de hatırlatmıyor. Hiç olmamış gibi günahların kayıtlarını defterinden de

senden de sildiriyor.


“Allahümme inneke afüvvün kerimün tuhibbül afve fa’fü anna.“

“Allah’ım! Sen çok affedicisin, affetmeyi seversin. Bizleri bağışla!”


Âmin.

Devamını Oku »

Siyer dersleri 21-25.bölüm sorularla tekrar edip öğrenelim

 


Siyerin ruhunda Peygamber Efendimizin kâmilen bir şahsiyeti var ve o şahsiyet içerisinde aslında biz
varız. Siyer her ne kadar bir insanın hayatı olsa da bütün bir beşeriyetin hayatıdır çünkü Efendimiz
tüm beşeriyet için bir örnek teşkil eder. Tüm insanlık için adeta fabrika ayarı niteliğindedir.Derslerimizden neler öğrendik ? 
Aşağıdaki soruları cevaplamaya çalışarak öğrenmeye çalışalım inşaallah ...

https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSfrDHgVZZtnBZOAXQqiHFKNdrWE1RcTCb0vWcOLGEV9cSR5ew/viewform?vc=0&c=0&w=1&flr=0

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 25. BÖLÜM (BÜYÜK FETİH VE SONA EREN HASRET: MEKKE’NİN FETHİ)

 





HERKES İÇİN SİYER - 25. BÖLÜM (BÜYÜK FETİH VE SONA EREN HASRET: MEKKE’NİN FETHİ)


Bismillahirrahmanirrahim.


• MEKKE’NİN FETHİ MİLADİ OLARAK 31 ARALIK MI?


Allah Resulü (s.a.v.) fetih için 10 Ramazan’da Medine’den çıktı ve o gün miladi 1 Ocak’a

tekabül etmektedir. 19 Ramazan’da Mekke’ye girdi ve fetih gerçekleşti. O gün de miladi 10 Ocak’a

tekabül etmektedir. 31 Aralık, yılbaşı gecesinde insanları yanlış eylemlerden sakındırmak ve fetih

şuurunu insanlara aşılamak maksadıyla yapılan bir gündür ve bize has bir şeydir.

Bidat, sünnetin ortadan kaldırıp yerine başka bir şeyin getirilmesi demektir. Dolayısıyla bu tür

özel geceleri anmak ve kutlamak bidat kapsamına girmez.

Sünnet bir şeye karşı çıkarken önce alternatifini oluşturur. İnsanları yılbaşı gecesinde

günahlardan alıkoymaya vesile olduğu için 31 Aralık gecesini Mekke’nin fethi olarak kutlamamızda bir

sakınca yoktur.


• MEKKE TARAFININ ANTLAŞMAYI İHLAL ETMESİ


Hudeybiye’de yapılan barış antlaşması ile barış ortamı sağlanmıştı. Antlaşmanın üzerinden iki

yıl geçtikten sonra Mekkeliler antlaşmayı ihlal ettiler.

Bunu Müslümanların bozması söz konusu dahi olmadı, olamazdı çünkü Müslümanlar

sözlerine ve ahitlerine sadıktırlar. Bir Müslüman bir Müslümana söz verdiği zaman bu sözdür diye

teyit etmesine bile gerek yoktur. Söz senettir. Bir Müslüman, arkasında ölüm olsa bile verdiği sözden

asla dönmez!

Allah Resulü (s.a.v.) hayatı boyunca birçok sözleşme yaptı ama bir tanesini bile O bozmadı.

Mekke tarafı antlaşmayı bozunda Hz. Aişe annemiz Resulullah’a antlaşmayı neden bozduklarını

sormuş ve Efendimiz (s.a.v.) de “Allah öyle istedi Aişe” demiştir. Aişe annemiz bunun kendileri için

hayır mı yoksa şer mi olacağını sormuş, Efendimiz (s.a.v.) de elbette hayır olacağını buyurmuştur.

Antlaşma gereği diğer Arap kabileleri, iki taraftan biriyle ittifak kurabileceklerdi. Huzâalılar

Medine ile, Beni Bekir kabilesi de Mekkeliler ile ittifak kurmuştu. Aradan bir müddet geçtikten sonra

Beni Bekir kabilesi aralarında kan davası bulunan Huzâalılara saldırdı. Huzâalılardan bazıları kaçıp

Kâbe’ye sığındı. Beni Bekir’den bazıları da kaçanların peşlerinden gelip Mekkeliler ile yardımlaşarak

bir rivayete göre 20, başka bir rivayete göre 23 ya da 24 Huzâalıyı öldürdüler. Ertesi gün Mekkeliler

yaptıklarından dolayı pişman oldu. Antlaşmaya aykırı davrandıklarını anladılar. Ebu Süfyan o sırada

ticari bir seferdeydi. Meseleden haberdar olunca ne yapacakları konusunda telaşlandı. O arada

Huzâalılardan bir heyet Medine’ye gitti ve olanları Resulullah’a anlattı. Efendimiz (s.a.v.) o gün

Meymûne annemizin odasındaydı ve heyet dışarıdan seslenince annemiz de endişelenerek dinlemeye

koyuldu. Resulullah üç kere şunları söyledi: “Lebbeyk! Lebbeyk! Lebbeyk! (duyduk, işittik). Nasirte!

Nasirte! Nasirte! (siz yardım olunacaksınız)”. Sonra bir heyet daha geldi, Allah Resulü (s.a.v.) onlara

da aynı şeyi söyledi.

Bunlar olurken Mekke tarafındaki kargaşa devam etti. Ebu Süfyan bir heyetle Medine’ye

geldi, Resulullah’ın olayı bilip bilmediğinden habersizdi. Efendimiz (s.a.v.) haberi yokmuş gibi

davrandı. Ebu Süfyan antlaşmayı yenileme talebinde bulununca Resulullah (s.a.v.) “Biz antlaşmamızın

arkasındayız.” dedi. Sonra Ebu Süfyan ne sorduysa cevap vermedi. Ebu Süfyan Allah Resulü’nden

cevap alamayınca Hz. Ebubekir’in (r.a.) yanına gitti. Hz. Ebubekir “Resulullah ne derse o’dur.” dedi.

Hz. Ömer’e gitti, o da Ebu Süfyan’a kızdı. Başkalarına da gitti ama hiçbirinden netice alamadı. Hepsi

aynı şekilde karşılık verip Resulullah ne derse onun olacağını söylemişti. Ebu Süfyan Hz. Ali’ye, Hz.

Fatıma’ya, hatta çaresizliğinden o günlerde ufacık bir çocuk olan Hz. Hasan’a bile gitti. Ebu Süfyan 

çok ısrar edince Hz. Ali, Resulullah’ın icabet edeceğine ihtimal vermemesine rağmen ona mescide 

giderek insanların içerisinde bağırıp antlaşmayı yenileme adına ahdini söylemesini tavsiye etti. Ebu 

Süfyan onun yanından düşünceli bir halde ayrılırken Nuaymân b. Amr (r.a.) isimli şakacı bir sahabi ile

karşılaştı. Nuayman (r.a.) onunla dalga geçti ve Ebu Süfyan’ın korkusunu iyice artırdı. Ebu Süfyan

mescide giderek Hz. Ali’nin tavsiyesini yaptı ama kimse onu dinlemedi. Büyük bir zilletle Mekke’ye

geri döndü.

Ebu Süfyan Medine’ye geldiğinde ilk olarak kızı Ümmü Habibe’ye gitmişti. 15 yıldır

görüşmüyorlardı. Ümmü Habibe (r.a.) babasının oturacağı bir minderi Resulullah’ın minderi olduğu

için hızlıca çekip aldı. Ebu Süfyan "Kızım anlayamadım, sen minderi mi benden, beni mi minderden

esirgiyorsun?" dediğinde Ümmü Habibe (r.a.) babasına "Bu, Resûlullahın (a.s.m.) minderidir. Sen ise

şirk içindesin? Senin gibi birisinin Resûlullahın minderine oturmasına gönlüm asla razı olmaz." diyerek

karşılık verdi. Allah resulü (s.a.v.) eşinin bu davranışını takdirle karşıladı ancak bu, Ebu Süfyan küfrün

başı olduğu için ortaya koyulan bir tavırdı. Yoksa bir evladın babasına bu şekilde davranması hoş

karşılanmazdı.


• MÜŞRİKLERE VERİLEN ÜLTİMATOM


Ebu Süfyan eli boş bir halde Mekke’ye döndü ve etrafında toplanan Mekkelilere Allah

Resulü’nün hiçbir şekilde antlaşmayı yenilemeyi kabul etmediğini söyledi. Arkasından Efendimiz

(s.a.v.) bir elçisini yolladı. Gelen elçi onlara üç şey söyledi:

- Mekkelilerin, Müslümanların ittifak halinde olduğu Huzaa kabilesinden özür dileyeceklerini

ve öldürülen insanların diyetini ödeyecekleri söyledi. (24 insan x 100 deve = 2400 deve ediyordu.

Mekke bunu ödeyecek durumda değildi. Allah Resulü (s.a.v.) de bunu çok iyi biliyordu.)

- Mekkelilerin Beni Bekir ile olan ittifakını bozacaklarını ve bu işte parmaklarının olmadığını

Araplara ilan edeceklerini söyledi. (Mekkeliler bunu da yapamazlardı.)

- Bu ikisini yapamazlarsa savaşacaklarını söyledi.

"Ya Huzâalılardan öldürülenlerin kan bedellerini ödeyiniz! Yahut Benî Bekir Kabilesi ile olan

ittifakınızdan vazgeçiniz! Bunlardan birini yapmazsanız, Hudeybiye Anlaşmasını bozduğunuz ve

bunun neticesi olarak da sizinle harbetmek mecburiyetinde kalacağımı biliniz." (Megazî, 2:786.)

Allah Resulü (s.a.v.) Mekke’nin bunları yapamayacağını bildiği için elçiyi gönderirken bir

taraftan da sefer hazırlıklarına başlamıştı.


• BAŞLAYAN SEFER HAZIRLIKLARI


* Allah Resulü (s.a.v.) sahabeye nereye gideceklerini söylemeden hazırlanmalarını emretti.

Aişe annemiz merak etmişti ama Efendimiz ona bile söylemedi. İlerleyen günlerde sadece birkaç

sahabe ile paylaştı.

* Medine’nin bütün çıkışlarına gözcüler yerleştirdi ve Mekke’ye haber uçurulmasın diye ikinci

bir emre kadar çıkışı yasakladı. Gözcülerden biri de Hz. Ömer idi. Hiç kimse izinsiz dışarı çıkamadı.

* Civar Arap kabilelerinden Müslüman olanlara haber gönderdi ve büyük ordu ile sefere

çıkacaklarını bildirdi. Ancak onlara da nereye gidecekleri konusunda bir bilgi vermedi.

* 200 kişilik bir askeri birliği öncü birlik olarak Şam’a gönderdi ki çoğu insan Şam’a sefere

gidileceğini zannetti.

Bunların hepsi bir beşerin yapacağı işler idi. Sonra Allah’a Mekke’nin kulaklarını ve gözlerini

kapatması, onların geldiklerinden haberdar olmaması için dua etti. "Allah'ım! Yurtlarına ansızın varıp

kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin casus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez hale getir! Beni,

birdenbire görüp işitsinler!" (Sîre, 4:39-40)

Mesele ganimet elde etmek değil, karşıda 21 yıl boyunca Müslümanlara işkenceler yapan,

evlerine ve mallarına el koyan bir kavim olmasına rağmen kimsenin burnu bile kanamadan fethi

gerçekleştirmek idi. Mekke fethi insanlık tarihinin en kansız fethidir.

• Mekke fethinde 5 şey yoktu:

X Ganimet yok.

X Esir almak yok.

X İntikam almak yok.

X Saygınlığı zedelemek yok.

X Büyüklenmek yok.


• Mekke fethinde 5 şey vardı:

 Tevazu var.

 İzzet var.

 Adalet var.

 İkram var.

 Tebliğ var.


♣ Tevazu → Allah Resulü (s.a.v.) gözünde yaş, dilinde istiğfar ile Mekke’ye girdi.

♣ İzzet → Bu izzet Hz. Bilal’in Kâbe’nin damına çıkmasıdır, kimsenin kimseye eski hesapları

sormamasıdır.

♣ İkram → Allah Resulü (s.a.v.) Mekke’nin fakirlerine ikramda bulunmak istedi ve Mekke’nin

daha Müslüman olmamış zenginlerinden borç aldı ve fakirlere dağıttı. O borcu da Huneyn’de ödedi.

♣Tebliğ → Allah Resulü (s.a.v.)’nde kazanma noktasında bir arzu vardı ve gönülleri

kazanmaya çalıştı. İnat eden küffarın bile kalbini eritti. Gönül sandıklarının üzerindeki kilitleri tek tek

sabırla açtı çünkü asıl amacı öldürmek değil diriltmekti.


• 10.000 SAHÂBİ YOLLARDA


Allah Resulü (s.a.v.) civar Arap kabilelerin de toplanmasıyla tam 10.000 kişilik bir ordu ile yola

çıktı. Müslüman ordusu ilk kez bu sayıya ermişti ama müthiş bir tevazuları vardı. Günlerden

ramazandı ve oruçtular. Efendimiz (s.a.v.) bir yere gelince sahabeye oruçlarını açmalarını emretti ama

sahabe Resulullah’ın açmadığını görünce oruçlarını açmadılar. Efendimiz (s.a.v.) bir başka yere

geldiğinde sahabenin oruç açmadığından haberdar oldu ve onların gözünün önünde, ikindi vaktinde

orucunu açtı ve sahabe de O’na uyarak oruçlarını açmış oldu. (Cihada giden zayıf düşmemeliydi,

bunun için ikindi vakti açıldı.)


Yolda gelirken birçok olay yaşanmıştı. Gelirken Müslüman olan kabileler ve orduya katılanlar

bile oldu. Ordu yürürken Efendimiz (s.a.v.) bir köpeğin yavruladığını gördü ve zarar verilmesin diye

oraya bir nöbetçi asker koydu ve ordunun yönünü değiştirdi. ♥


• EBÛ SÜFYAN’IN İSLAM’A GELİŞİ


Ordu Merrüzzahrân’da konakladığında Allah Resulü (s.a.v.) gece ateş yakmalarını emretti. 10

bin kişi birer ikişer ateş yaktı. Mekke’nin hala hiçbir şeyden habersizdi. Ebu Süfyan adamları ile 

birlikte Mekke dışında dolaşırken gözcü birliklerine yakalandı ve tutuklandı. O anda Hz. Abbas (r.a.) 

oradan geçiyordu ve Ebu Süfyan’ı himayesine aldığını söyledi ve Ebu Süfyan Hz. Abbas’ın himayesi 

altında Resulullah’ın huzuruna getirildi. Hz. Ömer onu yolda görünce eline düştüğü için sevindi. 

Efendimiz’in önüne getirildiğinde birtakım konuşmalar oldu ve Efendimiz Ebu Süfyan’ı iman etmesi 

için zorlamadı.

Hz. Abbas’tan onu evine götürüp misafir etmesini ve ertesi gün sabah getirmesini istedi.

Ertesi sabah Ebu Süfyan ve Âiz b. Amr, Resulullah ile görüşmek için beraber gelmişlerdi. Âiz b.

Amr Hudeybiye’nin arkasından yani Ebu Süfyan’dan önce iman eden biriydi. Çadırın görevlisi de Hz.

Bilal idi ve onların geldiğini Resulullah’a bildirirken önce Ebu Süfyan’ın adını zikretti. Bunun üzerine

Efendimiz (s.a.v.) Hz. Bilal’i uyardı ve öyle dememesini, önce Âiz b. Amr’ı zikretmesini istedi. Çünkü

Müslüman asla kâfirin arkasına bırakılmamalıdır. Müslüman iman ettiği için yücedir. ♥

Hz. Ömer’in hilafet döneminde hizmetli yine Hz. Bilal idi. Huzura gelen Ebu Süfyan, Süheyl b.

Amr, Ammâr b. Yâsir ve Süheyb-i Rûmî’den hangisini öncelikli olarak içeriye alacağını sordu. O 

zaman dördü de Müslümandı. Resulullah’tan bunu öğrenen ve unutmayan Hz. Ömer sırasıyla Ammâr 

b. Yâsir’in, Süheyb-i Rûmî’nin, Süheyl b. Amr’ın ve en son Ebu Süfyan’ın gelmesini istedi. Hz. Bilal

dışarıya çıkıp bekleyenlere durumu izah edince Ebu Süfyan Süheyl b. Amr’a hiç bu kadar alçalmadığını

söylemiş ve Süheyl b. Amr da ona diğerlerinin Hz. Muhammed’in getirdiği dine girmek için

yarışırlarken kendilerinin onlara karşı mücadele ettiklerini hatırlatmıştır.

Ebu Süfyan, Allah Resulü’nün huzuruna geldiğinde Efendimiz (s.a.v.) “Ey Ebu Süfyan! Artık

iman edeceğin vakit gelmedi mi?” diye sordu. Ebu Süfyan O’na inandığını, kendi inandıkları putlardan

hiç yardım görmediklerini ama hala kafasına yatmayan şeylerin olduğunu dile getirince Hz. Ömer

“Uçurayım o kafanı her şey yatsın.” diyerek karşılık verdi. ♥ Ebu Süfyan orada kerhen (içten

gelmeksizin) iman etti ama Allah resulü (s.a.v.) onun ileride çok iyi bir Müslüman olacağını biliyordu.

Ebu Süfyan ilerleyen dönemlerde Yermük’e katılacak, insanların kaçtığı bir anda mücadele

edecek ve gözüne ok saplandığında şimdiye kadar hakikati görmedin ki diyerek oku çıkaracaktı. Büyük

bir pişmanlıkla iman üzere yaşayıp iman üzere vefat edecekti. Şu an mesele onun için kolay değildi

çünkü Mekke’nin lideri idi ve saltanatını bırakması gerekiyordu.

Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Abbas’tan Ebu Süfyan’ı Merrüzzahrân’a götürmesini istedi. Orada dar

bir boğaz vardı ve ordu oradan geçerken insanlar azalıyor ve ordunun geçiş süresi uzuyordu. Yani

Efendimiz (s.a.v.) Ebu Süfyan’ın iman edenleri tek tek görmesini istemişti.

Hz. Abbas, Ebu Süfyan övülmeyi çok sevdiği için Resulullah’tan ona bir ayrıcalık tanımasını

istedi. Allah Resulü (s.a.v.) de halka emân verdiğini ilan ederken "Kim Ebu Süfyan'ın evine sığınırsa,

ona emân verilmiştir. Kim, elinden silahını bırakırsa ona emân verilmiştir. Kim, evine girer, kapısını

kapatırsa ona da emân verilmiştir." buyurdu.


Allah Resulü (s.a.v.)

komutasındaki bölük

Halid b. Velid (r.a.)

komutasındaki bölük


Kays b. Sa’d b. Ubâde (r.a.)

komutasındaki bölük


Zübeyr b. Avvâm (r.a.)

komutasındaki bölük

Ebu Ubeyde b. Cerrah (r.a.)

komutasındaki bölük


Hz. Abbas Ebu Süfyan’ı alıp herkesi görebileceği bir tepeye götürdü. Ebu Süfyan Müslüman

olanları gördükçe hayreti arttı. Yüzleri gözleri kapalı olan bir grup gelince arlarından birini sordu. Hz.

Abbas da onun Halid b. Velid olduğunu söylediğinde daha çok şaşırdı. En sonunda da “Kardeşinin

oğlunun saltanatı ne kadar büyümüş.” deyince Hz. Abbas onu düzeltti ve bunun bir saltanat değil,

nübüvvet olduğunu açıkladı. Çünkü saltanat insanın güçle elde edebileceği bir şeydir ama nübüvvet

Allah vergisidir. Allah seçtiğine ikramda bulunur. Peygamberlerin getirdiği nübüvvet, miras bıraktıkları

da imamettir. İmamet ile saltanat aynı şey değildir; imamet değerleri yüceltir, saltanat şahısları

yüceltir. Aslolan değerlerin yücelmesidir.

Bunun içindir ki Hz. Ömer Yermük savaşının öncesinde Halid b. Velid’i yazdığı bir mektupla

azletmiş ve mektup ulaşır ulaşmaz komutayı Ebu Ubeyde b. Cerrah’a devretmesini istemişti. Halid b.

Velid bunun sebebini iki sene sonra öğrendi. Hz. Ömer, insanların zaferi ona bağladıklarını oysa zaferi

verenin ancak Allah olduğunu ve bunun için azlettiğini açıklamıştı.


• MEKKE’YE GİRİŞ


Ordu’nun giriş güzergâhı kaza umresinde kullandıkları güzergâh idi. Allah Resulü (s.a.v.)

orduyu beş kola ayırmıştı:


Bu kollar Mekke’ye gittiklerini Ebu Süfyan yakalandıktan sonra anladılar. Hint dağına gelince

birkaç kol birleşti ve Mekke’ye beraber girdiler. Normalde dümdüz Mekke’ye gideceklerken Allah

Resulü (s.a.v.)’nün arkasından Hacûn’a, Hz. Hatice’nin kabrine doğru gitmişlerdir. Sahabe Resulullah’a

çadırını nereye kuracaklarını, evine mi gideceğini sorduğunda Efendimiz (s.a.v.) “Akil bize ev mi

bıraktı...” sözünü burada söylemiştir. (Tavsiye kitap: Hz. Hatice (r.a.) – M. Emin Yıldırım)

Allah Resulü (s.a.v.) burada gidip evini almalarını söyleyebilirdi ama yapmadı. Eşi Zeynep binti

Cahş’ın ve Abdullah b. Cahş’ın kardeşi Ebu Ahmed’in de evlerine el konulmuştu. Gidip Resulullah’a

evleri alalım mı diye sordu. Allah Resulü ise “Bırakın onların olsun” buyurdu çünkü müşrikler zaten

menfaatleri için İslam’ı yok saymışlardı. Eğer evler alınmaya kalkışılsa bu onları iyice tahrik edecek ve

küfrün artmasına sebebiyet verilmiş olacaktı.


• YIKILAN PUTLAR VE YAŞANANLAR


Efendimiz (s.a.v.) Hacûn’da bir müddet konakladıktan sonra Mekke’ye girdi. Kâbe’ye

geldiğinde yanına Hz. Ali’yi de alarak Kâbe’yi asliyetine kavuşturmak için içerisindeki putları birer 

birer devirdi. Bu sırada müşrikler çaresiz onları izliyorlardı. Efendimiz (s.a.v.) putları devirirken şu 

ayeti okumuştur:

"Hak geldi, bâtıl zâil oldu. Muhakkak ki bâtıl yok olup gidicidir." (İsrâ Sûresi, 81)


• FETİH VE YÜKSELEN EZAN


Sahabe de dışarıdaki putları devirdi. Putlar devrildikten sonra Hz. Bilal Kâbe’ye çıkıp fetih

ezanı okudu. O, ezanı okuduğunda oturup onları izleyen Mekkelilerden bazıları çılgına döndü. Attâb b.

Esîd ve kardeşi Halid b. Esîd babalarının iyi ki ölü bu günleri görmediklerini dile getirdiler. Herkes f

arklı farklı şeyler söyledi.

Ebu Süfyan artık ikrar etmiş ama imanı tam yerleşmemişti. Neden bir şey söylemediği

sorulduğunda "Ben, korkarım, bir şey demeyeceğim. Kimse olmasa bile, şu ayağımızın altındaki

kumlar ve taşlar O’na haber verir, O da bilir.” dedi (Sîre, 4:58; Zâdü'l-Mead, 2:184). Efendimiz

(s.a.v.) ezandan sonra yanlarına gelip kim ne dediyse hepsini teker teker söylemiştir. Ebu Süfyan ters

bir şey söylemediğine şükretti. Efendimiz’in orada girip onların söylediklerini söylemesi hesap sormak

için değil, küfrün kararttığı gözlerini açmak içindi.

Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Bilal ezanı okuduktan sonra orada bir hutbe irat etti. Hutbe bittikten

sonra karşısında endişe ile duran Mekkelilere "Ey Kureyş topluluğu! Şimdi hakkınızda benim ne

yapacağımı tahmin edersiniz?" diye sordu. Kureyşliler, "Sen kerem ve iyilik sahibi bir kardeşsin!

Kerem ve iyilik sahibi bir kardeş oğlusun! Ancak bize hayır ve iyilik yapacağına inanırız." dediler.

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle konuştu: "Benim halimle sizin haliniz, Yusuf'la

(a.s.) kardeşlerinin hâli gibidir. Yusuf un (a.s.) kardeşlerine dediği gibi ben de sizlere diyorum:

‘Bugün sizin için bir kınama yoktur! Allah, sizi affetsin. O, merhamet edenlerin en merhametlisidir.'

(Yusuf Sûresi, 92). Gidiniz, sizler serbestsiniz." (Sîre, 4:55; Tabakât, 2:142; Taberî, 3:120)

Yusuf suresi Efendimiz (s.a.v.) Taif’ten gelirken nazil oldu ve Efendimiz de Taif’te bir nevi

Yusuf (a.s.) gibi kuyudaydı. O ayetler O’na sabretmesini ve sonunda iktidara kavuşacağını söylemişti.

Ve o ayetler aslında “Nasıl ki Yusuf (.a.s)’un kardeşleri onun etrafında pervane oldular, senin

kardeşlerin de senin etrafında pervane olacaklar. O gün geldiğinde sen de Yusuf gibi davran!”

demekti. Allah Resulü (s.a.v.) bu yüzden orada Hz. Yusuf’u hatırladı.

Allah Resulü (s.a.v.) kendi şahsına yapılan her şeyi affetti ama İslam’ın izzetini tehdit edecek

her şeyin hesabını sordu ve onları ortadan kaldırdı.

"Kolaylık göster, affa sarıl, iyiliği tavsiye et, câhillerden de yüz çevir." A'raf Sûresi, 199.

Resulullah (s.a.v.) umumi bir af çıkardı. Sadece bazı isimler için Kâbe’nin örtüsünde bulsanız

dahi öldürün.” dedi. O isimleri vermesinin nedeninde de yine şahsi bir mesele yoktu. Örneğin;

Abdullah b. Ebi Serh Müslüman olduğunu söyleyip Efendimiz’i kandırmıştı. Okuma yazma bildiği için

vahiy kâtibiydi. Sonra irtidat etti (dinden çıkma) ve vahye şüphe uyandıracak şeyler söyledi. Hz.

Osman’ın sütkardeşiydi. Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Osman’ın hatırına Abdullah b. Ebi Serh’i bağışladı 

ve sonra Abdullah b. Ebi Serh yine iman etti.

Efendimiz (s.a.v.) fetihten sonra Mekke’de kalmaya başladı ve orada çok büyük adımlar attı.

Emanetleri ehline veriniz ayeti gereği Kâbe’nin anahtarını Osman b. Talha’ya verdi.

Mahzûmoğulları kabilesine mensup soylu bir kadın hırsızlık yaptı ve Mahzûmoğulları cezası

olarak ellerinin kesilmesini şereflerine yediremediler. Üsame b. Zeyd’den bu ceza haddini kaldırması

için Efendimiz ile konuşmasını istediler. Üsame (r.a.) Resulullah’tan bu cezanın kaldırılmasını talep

ettiğinde Allah Resulü (s.a.v.)’nün yüzünün rengi değişti ve Üsame’ye “Allah’ın koyduğu cezalardan

birinin uygulanmaması için aracılık mı yapıyorsun?!” dedi. Üsame (r.a.) yaptığından bin pişman oldu.

Mevzu çok büyük olduğu için insanları hemen topladı ve bir hutbe irat etti. Hutbesinde “Sizden

önceki milletlerin yok olmasına sebep, içlerinden soylu biri hırsızlık yapınca ona dokunmayıp, zayıf

ve kimsesiz biri hırsızlık yapınca ona cezasını vermeleriydi. Allah’a yemin ederim ki, kızım Fâtıma

bile hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim.” (Buhârî, Enbiyâ 54, Megâzî 53, Hudûd 11, 12;

Müslim, Hudûd 8, 9. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Hudûd 4; Tirmizî, Hudûd 6; Nesâî, Sârık 6; İbni Mâce,

Hudûd 6)


• HATİB B. EBÎ BELTÂ OLAYI


Medine’nin bütün çıkışlarına gözcüler yerleştirildiği sırada Hatib b. Ebî Beltâ, Mekke’nin ileri

gelenlerine haber vermek için bir mektup yazdı ve o mektubu da Ebu Leheb’in kölesi olan bir kadına

verdi. Gözcüler arayacağı için mektubu iyi saklaması konusunda kadını tembihledi. Mektubunda

Resulullahın çok büyük bir ordu ile gecenin bir vaktinde geleceğini yazmıştı çünkü fakir bir

Müslümandı ve kendi ailesini Mekke’den getirememişti. Niyeti bir şey olmasına karşı ailesini

korumaktı.

Efendimiz de Cebrail (a.s.) vasıtası ile bu mektuptan haberdar oldu. Hemen mektubu almaları

için Hz. Ali’yi, Zübeyr b. Avvam’ı ve Mikdad b. Esved’i gönderdiler. Mektup kadının saç örgüsünün

arasından çıktı.

Kendisini zapt edemeyen Hz. Ömer Hz. Hatib’e cezasını vermek isteyince Efendimiz (s.a.v.)

onu durdurdu ve dinlemeden yargılamamaları gerektiğini söyledi. Hz. Hatib huzura getirildiğinde "Yâ

Resûlallah! Bu hususta hakkımda hüküm vermekte acele etme! Ben, Kureyşlilerden olmayan bir

kimseyim. Muhacir Müslümanlar gibi, Mekke'de âilem ve mallarımı koruyacak kimsem de yok. Ben,

bunu Kureyş ileri gelenlerini bir minnet altında bırakayım da âilemi korusunlar diye yaptım. Yoksa,

bunu küfre saptığım veya dinimden döndüğüm için yapmış değilim! Vallahi, ben Allah ve Resûlüne

olan îmânımda sabitim." dedi (Sîre, 4:41; Müsned, 1:80; Müslim, 4:1941; Taberî, 3:114).

Bu suçun hükmü ölümdü ancak Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Hatib’i bağışladı. Onun Bedir

ashabından olduğunu, Allah ve Resulü’nü sevdiğini ve sevgisinden dolayı da bağışlandığını beyan etti.

(Biz buradan nübüvvet mektebinin insan harcamadığını görüyoruz. İnsana hürmetin insanı yeniden

insaniyete taşıdığını görmekteyiz.) Hatib b. Ebî Beltâ ileriki dönemlerde çok önemli işler gerçekleştirdi.

Allah Resulü (s.a.v.) Ümeyye oğullarından Attab b. Esid’i (18 yaşındaydı) Mekke’nin ilk

Müslüman valisi olarak tayin etti. Bu Müslümanlar için çok zor bir şeydi çünkü bedeli ödeyen onlardı

ama Efendimiz (s.a.v.) Ümeyye oğullarından birisini vali atamıştı çünkü bu işi aile üstünlüğü için değil,

Allah (c.c.) için yapmıştı.

Mekke'nin fethi ile böylece hem Mekke'nin içi ve dışı putlardan temizlendi hem de Kureyş’in

gönlü şirkten arındı. Tevhid nuruyla tertemiz hale geldi. Müslümanların sayısı çoğaldı.


*


ÖNCEKİ BÖLÜME AİT MERAK EDİLENLER:


• Efendimiz (s.a.v.) üzerine bir daha çıkmayacağını anlayan ve ağlayan kütüğe ne dedi?

Cennette buluşacaklarını söyledi.

• Bir sahabi vakıf malını üzerine aldığı için Efendimiz onun için cehennem ehlindendir

demişti. Vakıf malının alınmasının o denli büyük bir cezaya neden olacağını diğer sahabeler

yeni öğrenmişti. Vefat eden sahabe böyle bir bilgiden haberdar değilken neden cehennem

ehlinden sayıldı?

Böyle bir şeyin günah olduğunu biliniyor ama şiddetli bir düzeyde olduğu bilinmiyordu.

Hassasiyet zayıfladığı için Efendimiz (s.a.v.) onu söyledi. Birçok kişi meselenin hükmünü

biliyordu ama bu denli ciddi olduğunu yeni öğrenmişlerdi.

• Efendimiz (s.a.v.) Mute’ye neden katılmadı?

Çünkü Medine’de kalınması gerekiyordu. Davet mektupları ve faaliyetleri devam ediyordu.

Yürüttüğü başka işler de vardı. Olması gereken Medine’de kalmasıydı.

• Efendimiz damadına kızı Müslüman kendisi müşrik olduğu için artık evli kalamayacaklarını

ve kızını Medine’ye göndermesini söylemişti. Günümüzde bir kadının Müslüman olmayan

biriyle evlenmesi ne derece doğrudur?

Atılan her adım ciddi bir sorumluluktur. Bir kadının Müslüman olmayan bir erkekle evlenmesi

haramdır. Gelecek nesillerin ifsadı adına hepimiz üzerine bir vebal yükler.

*

Cihana sultan olmaya değil, rahle başında talebe olmaya talib olmak dileği ile...



Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 24. BÖLÜM (BİR BÜYÜK DESTANIN ADI: MÛTE)

 




HERKES İÇİN SİYER - 24. BÖLÜM (BİR BÜYÜK DESTANIN ADI: MÛTE)


Bismillahirrahmanirrahim.


• MESCİD-İ NEBEVÎ’NİN GENİŞLETİLMESİ VE MİNBER’İN YAPIMI

Allah Resulü (s.a.v.) hicretin ilk yılında nüfus sayımı yaptırmıştı. İlk aylarda yapılan bu sayıma

göre muhacir ve ensar toplam 1500 kişiydi. Yahudiler’in şehirden çıkması ve yeni Müslüman olanların

da şehre gelmesi gibi sebeplerle Medine’de hızlı bir değişim meydana geldi ve şehir genişledi.

7. Yılda bir nüfus sayımı daha yapıldı. Sayım sonucu neredeyse ilkinin 10 katı durumda idi. Hz.

Ömer, halifelik döneminde şehir iyice kalabalıklaşınca “Medine ziyaret yurdudur, ikamet yurdu

değildir.” diyerek gelenlerin bir müddet kalıp dönmesini sağlamıştır.

Yahudilerin şehirden çıkması ile pazarları tamamen Müslümanlara kaldı. Büyük bir ticaret

oluştu çünkü ticareti çok iyi bilen muhacirler vardı. Dolayısıyla çok geçmeden büyük bir zenginlik

oluştu. Örneğin, Hz. Osman’ın defalarca malını Allah yolunda harcamasına rağmen vefat ettiğinde

yine birçok malı vardı. Aynı şekilde ensar da böyleydi.

Şehir genişleyip nüfus artınca ilk ihtiyaç mescitte oldu, insanlar artık mescide sığmamaya

başladı. Allah Resulü (s.a.v.) Hayber sonrasında Mescid-i Nebevi’yi ilk yapıldığı oranlardan neredeyse

iki katı oranında büyüttü. Mescid genişleyince hutbe vermek için bir minbere ihtiyaç duyuldu.

Efendimiz o günlerde bir kütük üzerine çıkıyordu, daha sonra marangoz bir sahabî üç basamaklı bir

minber yaptı ve Efendimiz (s.a.v.) hutbe irat etmek için ona çıkmaya başladı.

Allah Resulü (s.a.v.) minbere çıktı ama kütükten inleme veya ağlama sesine benzer bir ses

duyuldu. Efendimiz (s.a.v.) minberden inip o kütüğü teskin etti ve minbere çıkıp hutbesine devam

etti.

Bugün bizim yaptığımız gibi varlığı canlı cansız diye isimlendirmek İslam’ın mantığı ile

örtüşmez. İslam’da varlıklar şuurlu ve şuursuz olarak ayrılır. Cansız diye adlandırdığımız her şeyin bile

kendine özgü bir canı vardır ve bizim aleyhimize ya da lehimize şahitlik yapacaklardır. Allah Resulü

(s.a.v.) elbisesi ile konuşmuştur, kullandığı eşyalara isimler koymuş ve onlara o isimlerle hitap

etmiştir. Uhud’la konuşmuş, onu kendisine sırdaş edinmiştir. Yağan yağmura cüppesini tutup “Senin

ahdin benimle daha taze.” demiştir. Devesi Kusva yarıştan mağlup olup geldiğinde ellerini açıp onu bir

anne şefkati ile karşılamıştır. Varlığa bu nazarla bakmayı öğrendiğimiz zaman yeryüzünün imarı

açısından bizden bekleneni yapmış oluruz.

Tâbiîn devri âlimlerinden Basralı İbn Yesâr mescitte hadis okuturken kütük hadisesinin geçtiği

bir rivayete gelmiş ve okuyup okuyup ağlamış, sonunda da bayılmıştır. Talebeleri onu ayılttıktan sonra

ne olduğunu sormuşlar, o da : “Bir kütük bile Resulullah’ın (s.a.v.) ayrılığına dayanamadı, biz nasıl

dayanalım?” demiştir. Hadisi okuduğu her seferde de aynı tavrı göstermiştir.

Kalple akıl beraberce hareket eder. Kalbimizi tatmin, aklımızı ikna ederek kendimizi imar

etmeliyiz.

Mescid genişleyince kadınlar Resulullah’ın yanına gelip iyice arkalara düştüklerini, Efendimiz’e

sorularını soramadıklarını söylediler ve Resulullah’tan kendilerine bir gün ayırmasını talep ettiler.

Efendimiz (s.a.v.) onların bu teklifini kabul etti ve haftada bir gün –bir rivayete göre Çarşamba

öğleden ikindiye kadar, diğer bir rivayete göre Perşembe öğleden ikindiye kadar- onlara ders verdi ve

onları yetiştirdi. Efendimiz (s.a.v.) kadınlar için Suffatu’n-nisâ da oluşturmuştu.

• HZ. ZEYNEB’İN VEFATI

Hicretin 8. Yılında Allah Resulü (s.a.v.)’nün büyük kızı Zeynep (r.a.) vefat etti. Hastaydı ve

sebebi hicret yolunda yaşadıkları idi.

Hz. Zeynep teyzesinin oğlu Ebü’l Âs ile evliydi ve Ebü’l Âs müşrikti. Bedir’de Müslümanlara

esir düştü. Zeynep annemiz o günlerde Mekke’deydi. Kocasının fidyesi olarak bir gerdanlık gönderdi.

O gerdanlık Hz. Hatice annemizin doğumu için babası Huveylid’in eşine aldığı bir hediyeydi. 

Efendimiz (s.a.v.) gerdanlığı görünce duygulandı ve ağladı. Sahabeden gerdanlığın kızı Zeynep’e geri

gönderilmesini istedi.

Ebü’l Âs Mekke’ye gönderilirken Efendimiz (s.a.v.) ona kızı Müslüman ve kendisi müşrik

olduğu için nikâhlarını sürdürmelerinin doğru olmadığını izah etti ve ondan kızını Medine’ye

göndermesini istedi. Ebü’l Âs bunu kabul etti ve denileni yaptı. Sözünde sadık birisiydi. Zeynep

annemizi bir kafile ile Medine’ye gönderdi. O günlerde Zeynep annemiz hamile idi. Kafiledeki kötü

kalpli adamlar yolda ona el uzattılar, deveyi ürküttüler ve Zeynep annemizin deveden düşmesine

sebep oldular. O sırada bebeğini de kaybetti ve o günden sonra da tam anlamıyla iyileşemedi.

Ebü’l Âs daha sonra iman etti ve o da Medine’ye yerleşti. Hicretin 8. yılında iken Efendimiz’e

kızının çok rahatsız olduğu bildirildi. Kızının evine doğru koştuğu anda da vefat haberini aldı.

Allah Resulü (s.a.v.) dört hanım sahabeden (üçü muhacir, biri ensardı) kızını yıkamalarını

istedi ve kapıda durup onlara hanım cenazesinin nasıl yıkanıp kefenleneceğini öğretti.

Sahabenin anlattığına göre Efendimiz (s.a.v.) cenaze Bâki kabristanlığına taşınırken çok zor

yürüdü. Kabristanlığına kadar da kimseyle konuşmadı. Kabir kazıldı ve kabre kendisi indi. Kabirden

çıkarken tebessüm etti. Sahabeden birisi ne olduğunu sorunca ona Allah’a kızının kabrini genişletmesi

ve sorgusunu kolaylaştırması için dua ettiğini, Allah’ın da onun affedildiğinin haberini verdiğini

söyledi.

Efendimiz (s.a.v.) evlat acısını 6 kez yaşadı. Kızı Zeynep’in acısını onun oğlu Ali ile giderdi.

• HALİD B. VELİD’İN GELİŞİ

Halid b. Velid büyük savaş dehasıydı ve hiç mağlubiyeti olmayan biriydi. Bedir’e katılmamıştı.

Eğer katılsa Bedir’i farklı bir biçimde algılayabilirdi. Şöyle ki; bazı âlimler Uhud’u anlatırken

Müslümanların tattığı mağlubiyetin gelecekteki sahabenin ortaya çıkmasına vesilesi olarak

görmüşlerdir. Eğer Müslümanlar Bedir’de olduğu gibi Uhud’da da galip gelselerdi müşriklerden

bazıları Müslümanlara karşı kin besleyip bir daha iman etmeyebilirlerdi. Bu da isabetli bir görüştür.

Müşriklerin içlerindeki nefret ve kin biraz olsun Uhud’da dışarıya çıkmıştı.

Halid b. Velid’in içinde de bir kin vardı ama Hudeybiye’de zihnine ve kalbine bir şeyler

düşmüştü ve olanları sorgulamaya başladı. Yapılan her girişimde, olan her olayda Allah resulü (s.a.v.)

kazançlı çıkmıştı.

Halid b. Velid, kaza umresi sırasında Müslümanlarla karşılaşmamak için kaçıp gitmişti.

Efendimiz (s.a.v.) onun nerede olduğunu kardeşi Velid b. Velid’e sordu. O Müslümandı. Velid’den

gittiğini duyunca Halid gibi birisinin imanı inkâr etmesini anlayamadığını ve bir gün onun aklıyla

doğruyu bulacağına inandığını beyan etti. Velid b. Velid de Allah Resulü’nün bu dediklerini bir

mektupla kardeşi Halid’e bildirdi. Halid b. Velid Efendimiz’in kendisi hakkındaki görüşleri karşısında

şaşırdı ve bu gönlünde bir şeylerin harekete geçmesine vesile oldu.

Medine’ye gitmeye karar verdi ve kendisine bir yol arkadaşı aradı. Bir rivayete göre gideceğini

Osman b. Talha’ya söyledi ve onunla gitti.

Amr b. Âs o sırada kininden Habeşistan’a gitmişti. Necaşi onu kendine gelmesi için uyardı.

Allah’ın kendilerine böyle bir fırsat verdiğini ama onların bu fırsata karşı hala düşmanlık ettiklerini dile

getirdi. Amr b. Âs’ın yüreğine de orada imana ait bir şeyler düştü ve o da Medine’ye gitmeye karar

verdi.

Osman b. Talha ile Halid b. Velid Mekke’den, Amr b. Âs da Habeşistan’dan yola çıktı. Yolları

Mekke’ye yakın bir yerde kesişince üçü birlikte Allah Resulü’nün huzuruna gittiler. Efendimiz (s.a.v.)

onları huzuruna birer birer aldı. Önce, Uhud’da Hz. Hamza gibi, Mu’sab b. Umeyr gibi büyük

sahabilerin şehit düşmesinde en büyük rolü oynamış birisi olan Halid b. Velid’i aldı. Efendimiz (s.a.v.)

mesele tebliğ olunca şahsi hesapları bir kenara bırakmıştı. Asla bir intikam duygusuna sahip değildi.

Halid b. Velid, Efendimiz’in önüne oturdu ve şehadet getirdikten sonra eli hala Resulullah’ın

elinin üzerindenken O’ndan yaptığı günahları affetmesi için Allah’a dua etmesini istedi. Efendimiz

(s.a.v.) İslam’ın önceye bakmayacağını dile getirdi ama Halid b. Velid yine de O’ndan dua etmesini

istedi. Kılıcını Efendimizin aleyhine kullandığı için bir daha kullanmayacağını söylediğinde Allah 

Resulü (s.a.v.) ona kılıcını şimdi İslam’ın lehine kullanacağını dile getirdi ve ona “Seyfullah (Allah’ın 

kılıcı)” lakabını verdi.

Halid b. Velid, savaşlara katılmaktan tedrisat görmeye fırsat bulamayan birisidir. Kendisinden

namaz kıldırmasını isteyen ve kıraatine gülen cemaate, Allah Resulü’ne kılıcını bırakacağını 

söylediğini ama O’nun buna izin vermediğini söylemiştir. 35 tane savaşın kahramanıdır. Yattığı yerde 

vefat edeceği zaman gözyaşları içerisinde kalmıştır. Yakın arkadaşı Said b. Zeyd ona ölüm korkusundan

ağladığını söyleyip o anda şakalaşırken o; bedeninde bir okun ve bir kılıcın isabet etmediği bir yer

olmadığını, oysa şimdi develer gibi yatakta öldüğünü söyleyerek üzüntüsünü bildirmiş, şehadet için bu

kadar arzuluyken Allah’ın bunu nasip etmediği için ağladığını söylemiştir. Said b. Zeyd (r.a.) de ona

Allah Resulü’nün gönülden şehadeti isteyen bir insanın yatağında ölse bile şehit sevabı alacağını

söylediğini hatırlatmıştır.

Kabrine götürülürken çocuklarından kılıcını ve atını da getirmelerini, mezarı kazılırken kılıcının

taşa vurulmasını vasiyet etmiştir çünkü kahramanların kılıç sesini duymaktan hoşlandığını söylemiştir.

Defnedildikten sonra da atının ve kılıcının Hz. Ömer’e gönderilmesini istemiştir. Hz. Ömer emanetleri

aldığında Halid b. Velid için “Bir hamîd (hamd eden kul) olarak yaşadı ve bir kahraman olarak öldü.

Dünya onun gibisini görmedi ve analar da onun gibisini doğurmadı.” demiştir.

Her sahabiyi seviyoruz ama bazı isimler bizim için çok önemlidir çünkü biz onların eli ile

hidayet şerbetini içmişizdir. Halid b. Velid, İyad b. Ğanem, Safvan b. Muattal, Ebu Ubeyde b. Cerrah

bize hidayeti ulaştıran sahabelerdir. Bu yüzden onlarla aramızda farklı bir bağ olmalı.

Efendimiz Halid b. Velid’e Mecsid-i Nebevi’ye yakın bir yerde ev verdi. Üç ay sonra Halid b.

Velid Mûte’ye giderken ordunun içerisinde asker olarak yerini aldı. (Bu Efendimizin (s.a.v.) terbiye

etme biçimi idi. Her zaman bir insanı hep aynı görevde tutmaz idi. Sıradan bir insanı ya da

başkalarının itiraz edeceği sosyal konuma sahip birisini de komutan olarak tayin ediyordu.)

Allah resulü (s.a.v.) Hayber’den dönerken Habeşistan’daki muhacirler de dönmüşlerdi ve

yolda karşılaştılar. Aralarında Yemenliler, Eş’ariler (Ebu Musa el-Eş’ari, Ebu Hureyre de oradaydı) de

vardı. Efendimiz (s.a.v.) karşısında Ca’fer b. Ebî Talib’i görünce: "Bilmem bu iki şeyden hangisi ile

sevineyim? Fethi Hayber'e mi, yoksa Câfer'in gelişine mi?" dedi. (Tabakât, 4:35) Ca’fer b. Ebî Talib

bunu duyunca sevincinden oynadı. Gelişi Medine’ye bambaşka bir sevinç oldu. Efendimiz (s.a.v.) ona

da kendisine yakın bir ev ayarlanmasını istedi ve sürekli onlara ziyarete giderek Ca’fer b. Ebî Talib’in

oğulları Abdullah, Muhammed ve Avn ile hasret giderdi.


• SAHÂBE MÛTE YOLLARINDA...


Neden İhtiyaç Duyuldu?


Efendimiz (s.a.v.)’in mektuplar gönderdiği kişilerden birisi de Bizans’a bağlı Gassan meliki

Şürahbil bin Amrü’l-Gassanî idi. Elçi olarak Hâris b. Ümeyye gitmişti. Şürahbil bin Amr, Resulullah’ın

elçisini karşısında görünce çıldırdı ve ellerini bağlatarak onu öldürttü.

Allah Resulü (s.a.v.) bunu duyunca hemen harekete geçti. (Recî ve Bi’r-i Mâune olaylarında

sabretmişti ama şimdi durum farklıydı. Eğer hemen cevap verilmezse bu zillet olurdu. O günkü doğru

tavır sabretmekti ve bu izzetti. (Recî vakasının cezası sonra Lihyânoğulları gazvesi ile verildi.) Hemen

orduyu topladı ve Gassan melikinden hesap sorulmak üzere yola çıkardı.

Cüruf denilen yer ordugâh olarak kullanılıyordu. Orada 3000 kişilik bir ordu hazırlandı.

Hazırlıklar devam ederken Efendimiz (s.a.v.) komutan olarak Zeyd b. Hârise’yi tayin etti. Eğer o şehit

olursa yerine Ca’fer b. Ebî Talib’in, eğer o da şehit olursa yerine Abdullah b. Revaha’nın geçeceğini,

eğer o da şehit olursa ordu ashabının kendi içlerinden birini kendilerine komutan seçeceklerini

bildirdi. Az sözden çok şey anlayan Hz. Ebubekir “Ya Resulullah, keşke sağ kalsalardı da onlardan 

biraz faydalansaydık. Ca’fer’e doyamadan onu şehadete gönderiyoruz.” dedi ama Efendimiz (s.a.v.) 

hiç bir şey söylemedi.

O günlerde Medine’de bulunan Numan b. Funhus isimli Yahudi bir âlim Efendimiz (s.a.v.)’e

gelerek “Ebû’l Kasım, eğer gerçekten sen bir peygamber isen söylediğin üç isim de ölürler. Çünkü Benî

İsrail’in peygamberlerinden biri bir komutanın yerine başka bir komutan atamışlarsa asla o komutan

sağ olarak savaştan geri dönmemiştir.” dedi. Efendimiz ona da bir şey söylemedi. Bu sefer Numan,

Zeyd b. Hârise’ye, Ca’fer b. Ebî Talib’e ve Abdullah b. Revaha’ya da gidip aynı şeyi onlara da söyledi 

ve onlar da zaten şehadet için gittiklerini söylediler.

Hazırlıklar devam ederken Zeyd b. Hârise mevâlî olduğu için (azat edilmiş köle) komutanlığı

hakkında ileri geri konuşuldu. Efendimiz (s.a.v.) yıllar sonra babasının hesabını sormak için oğlu

Usame b. Zeyd’i komutan olarak tayin ettiğinde “Siz onun babası için de itiraz etmiştiniz.” demiştir.

Efendimiz (s.a.v.) orduya Cuma günü sabahtan itibaren hazır olup Cüruf’da yerlerini almalarını

ve kendisinin de Cuma namazından sonra geleceğini söyledi. Abdullah b. Revaha son bir Cuma namazı

kılmak için gidip mescitte Efendimiz’i görebileceği bir yere oturdu. Allah Resulü (s.a.v.) onu görünce

onu uyardı ve sabahın erken vakitlerinde gidip arkadaşları ile Cüruf’ta beklemesinin Cuma namazı

kılmasından daha hayırlı olduğunu söyledi çünkü Allah yolunda gazaya gidiyordu. (Doğru işi doğru

zamanda yapmak anın vacibidir!)

Allah Resulü (s.a.v.) Cuma’dan sonra gelip sahabe ile vedalaştı. Âdeti gereği ayakları Allah

yolunda tozlansın diye mücahitlerle beraber yürüdü. Yürürken Abdullah b. Revaha yanına geldi ve

Efendimiz (s.a.v.)’den kendisine tavsiyelerde bulunmasını istedi. Efendimiz (s.a.v.), secde izi az olan

topraklara gittikleri için orada secdelerini çoğaltmasını söyledi. (Toprağın hakkı secdedir. Bir

Müslüman dünyanın her tarafında secde etmeyi hedeflemelidir!) Abdullah b. Revaha bir tavsiye

daha istedi. Allah Resulü (s.a.v.) Allah’ı zikretmekten hiçbir an geri durmamasını söyledi. Abdullah b.

Revaha bi tavsiye daha istedi. Efendimiz (s.a.v.) bu ikisinin ona yeteceğini söyledi, aslında üçüncü

olarak diğer ikisini teyit etmiş oldu.

Ordu, konakladığı bir yerde Gassan melikinin 100 bin, bir başka rivayete göre 200 bin kişilik

bir ordu çıkardığı haberini aldı. Zeyd b. Harise ordu ashabı ile ne yapacakları konusunda istişare etti.

Kimi bekleyelim dedi, kimi Resulullah’a mektup yazalım dedi. En son Abdullah b. Revaha sözü alarak

dönüşü olmayan bir yola çıktıklarını hatırlatarak iki güzelden birine talip olduklarını söyledi: Ya

şehadet ya zafer (gazilik). ( sahabenin işaretidir.) Bedir’de teçhizatları az ve yine

düşmanları sayıca fazla olmasına rağmen nasıl galip geldiklerini hatırlattı. “Allah için yola çıkıldığında

Allah kendisi için yola çıkanı yarı yolda bırakmaz!” dedi ve arkadaşlarını yüreklendirdi.


• MÛTE’DE YAŞANANLAR

Savaş Mûte denilen yerde başladı. Mûte Kudüs’e 50 km uzaklıktadır. Şu an Ürdün toprakları

içerisinde yer almaktadır.

Gassan ordusu en az 100 bin kişi olarak gelmelerine rağmen Müslümanlar çok az zayiat verdi.

Savaşın ilk günlerinde Zeyd b. Hârise, sonrasında Ca’fer b. Ebî Talib şehit düştü. Abdullah b.

Revaha da şehit olduktan sonra bayrağı Sabit b. Akram aldı, Bedir gazisi idi. Bir Bedir gazisi ortaya

çıkınca insanlar hemen etrafında toplandı ve komutan olması için onu destekledi. Ama o komutanlık

hakkının kendisinde olmadığını ileri sürerek hak eden birine vereceğini söyledi ve Halid b. Velid’i

çağırdı. Halid b. Velid onun komutan olması gerektiğini söylese de Sabit b. Akram onu komutan ilan

etti ve herkes de bu rıza gösterdi. Halid b. Velid sancağı aldı ve komutan oldu. Dehası ile bir anda

savaşın ortamını değiştirdi. Günlerdir aynı yerde savaşan askerlerin yerlerini değiştirdi; ön taraftakileri

arkaya, arka taraftakileri öne aldı. Orduda bir değişim olunca düşman askerler takviye geldiğini

zannetti ve moralleri bozuldu. Yorulmuşlardı da. Halid b. Velid onların çöküşü ile ordusunu kademeli

bir biçimde geri çekti. Netice itibariyle savaş bu şekilde sonuçlanmış oldu.

Efendimiz (s.a.v.) savaşı mescitte bir ekranda izlermiş gibi izledi ve çevresinde olanlara da

anlattı. Zeyd b. Hârise’nin şehit düştüğünü, komutanın sonra Ca’fer b. Ebî Talib’e geçtiğini söyledi. Hz.

Ca’fer aldığı darbe sonucu kollarını kaybetti. Efendimiz (s.a.v.) ona kanatlı manasına gelen tayyar ismi

ile “Cafer-i Tayyar” lakabını verdi. Cennette ona kanatlar verileceğini müjdeledi ve yanındakilerden

onun için mağfiret dilemesini istedi. Sıra Abdullah b. Revaha’ya gelince Efendimiz biraz durakladı.

Resulullah duraklayınca sahabe meraklandı ve ne olduğunu sordu. Efendimiz onun da şehit olduğunu

ama nefsi ile mücadele verdiğini bildirdi. Ondan sonra komutanlık Halid b. Velid’e geçince savaşın

daha yeni başladığını söyledi. Sonra da galibiyetin müjdesini verdi.

Ordu dönmekte iken Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Cafer’in evine gitti ve hanımı Esma’ya şehadet

haberini verdi. Hz. Esma (r.a.), Resulullah’ın yetimlerin başını okşar gibi çocukları sevmesinden eşinin

şehit olduğunu anlamıştı. Efendimiz (s.a.v.) onu teskin etmeye çalıştı ve Medine’dekilere üç gün o eve

yemek yapıp göndermesini emretti. Üç gün ev halkına yemek yedirildi ve bu sünnet oldu (!).

Halid b. Velid savaşta olanları anlatması için Ya’la b. Ümeyye’yi önden gönderdi. Efendimiz Hz.

Ya’la geldiğinde ona savaşı sen mi anlatırsın ben mi anlatayım dedi. Hz. Ya’la da Resulullah’ın

anlatmasını istedi. Allah Resulü (s.a.v.) anlatmasını bitirince Hz. Ya’la her şeyin aynen dediği gibi

olduğunu ve kendisinin böyle anlatamayacağını söyledi.

Orduyu karşılayanlardan bazıları onlar tam bir galibiyet ile gelemedikleri için kızgındı. Onun

için onlara “Ya firrâr (firar edenler)” dediler ve üzerlerine toprak attılar. Bunu yapanlar sahabenin

çocukları idi. Allah Resulü (s.a.v.) bunu gördüğü zaman onların firrar değil karrar (kerrar’ın çoğulu:

döne döne savaşanlar, galibiyet elde edenler) olduğunu söyledi. Ama insanlar öyle kızgındı ki bir

sahabi eve gittiğinde hanımı ondan yüz çevirdi çünkü bu İslam’ın izzeti ile alakalı bir durumdu. Bir

sahabi efendimiz komşuları firrar dediğini için evinden üç gün çıkamadı. Efendimiz (s.a.v.) sonunda

insanları toplayıp onları böyle davranmamaları hususunda uyardı ve bunun bir zafer olduğunu

söyledi.

Mûte’de sahabenin kahramanca savaşması Bizans’ın yüreğine korku düşmesine sebep oldu.


• NECAŞİ’’YE KILINAN CENAZE NAMAZI

Allah Resulü (s.a.v.) Necaşi’nin vefat haberini Cebrail (a.s.)’den öğrendi. Ashabına “salih insan

Necaşi vefat etti.” diyerek haber verdi.

Cenaze namazıyla ilgili iki rivayet vardır: Allah Resulü (s.a.v.) ya Mescid-i Nebevi’de musallada

ya da Bâki kabristanlığında onun için gıyabi cenaze namazı kıldırdı. Cabir b. Abdullah Resulullah’ın

namazı nasıl kıldırdığına, neler söylediğine dair bilgiler vermiştir.

O günlerde münafıklar Necaşi’nin Müslüman olmadığına dair dedikodu yaydılar. Ancak

Efendimiz (s.a.v.)’in beyanı ile Necaşi adil bir Müslüman olarak dünyasını değiştirmiş ve Müslüman

olarak vefat etmiştir. Resulullah’ı görmediği için tabiîn olarak vefat eden birisidir.

Allah Resulü (s.a.v.) mescidin temizliğini yapan Ümmü Mihcen isimli hanım sahabi için de

gıyabi namaz kıldırmıştır. Gece vakti vefat ettiği için sahabe Resulullah’a haber vermeden defnetmişti.

Efendimiz haberini alınca hemen kabrinin başında namazının kıldırdı.

Allah Resulü (s.a.v.) Berâ b. Ma’rûr için de gıyabi cenaze namazı kıldırmıştır.


*

BİR ANEKDOT:


“İslam’da varlıklar şuurlu ve şuursuz olarak ayrılır. Cansız diye adlandırdığımız her şeyin bile

kendine özgü bir canı vardır ve bizim aleyhimize ya da lehimize şahitlik yapacaklardır.”

Ağacın altında dinlenen ihtiyar bir adam kalkarken ağaçtan helallik istedi, elindeki suyu ağaca

döküp gitti. Sahi, neydi vefa?

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 23. BÖLÜM (İHANET MERKEZİ HAYBER)


 HERKES İÇİN SİYER - 23. BÖLÜM (İHANET MERKEZİ HAYBER)


Bismillahirrahmanirrahim.


• BARIŞ ORTAMININ DEĞERLENDİRİLMESİ

Allah Resulü (s.a.v.) 10 yıl savaş yapmama adına bir antlaşma yapmıştı (hicri 6. Yıl/nübüvvetin

19. Yılı idi). Medine’deki üç Yahudi kabilesinden de kurtulmuştu. Dolayısıyla Medine’ye gelebilecek 

bir saldırı söz konusu değildi. Barış ortamı sağlanmış olmasına rağmen dinlenmeyi tercih edebilirdi ya 

da Medine’nin imarı ile ilgilenebilirdi ama yapmadı. Bu davanın dinlenme ile olmayacağını biliyordu 

ve bir işte yorulduğunda anında başka bir işe geçti. Allah (c.c.) bunu inşirah suresi ile O’na öğretmişti. 

O yüzden Efendimiz (s.a.v.) rehavete kapı açacak hiçbir zemin oluşturmadı ve Hayber’e yöneldi.

Barış ortamının getirdiği sükûnet ile Hayber’den gelen ganimetler bir araya geldiğinde

kimsenin rehavete kapılmasına izin vermedi ve zenginliğin ahlakını öğretti. İnsanın imkânları

arttığında onu kaybetme korkusu da gelir. “Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır; dönüş de ancak

O'nadır.” (Nûr 24/42) Allah Resulü (s.a.v.) bunu çok ciddi bir şekilde ashabının kavramasını sağladı.

Onlar da zenginliğin bir nimet olduğunu gerçekten anladılar ve şükrünü eda etmek için gayret

gösterdiler.

Elhamdülillah şükrün kavlî boyutudur. Her nimetin şükrü evvela kendi cinsindendir. İman

nimetinin şükrü, imansız yüreklere hidayet vesilesi olmaktır. Allah Resulü (s.a.v.) de bu sebeple

Hudeybiye’nin hemen arkasından Bizans imparatoruna, İran kisrasına, Habeşistan kralına, Mısır

hükümdarına, Bahreyn kralına, Yemame emirine, Gassanîler emirine, Yemen hükümdarına, Umman

kralına ayrı ayrı elçilerle ayrı ayrı mektuplar gönderdi.

Bu mektupların 6 tanesi orijinal olarak elimizde mevcut ama önceden kayıptı. 1900lü yıllarda

ortaya çıktı. Ancak mektupların metinleri kitaplarımızda zaten vardı. Yani ilmi birikimimiz oldukça

zengin ve sağlam!

Elçilerin Vasıfları:

» Elçi dil bilecek – Gönderilen elçiler rastgele seçilmemişlerdi. Bir mektup kime gidecekse o

şahsın dilini bilen elçi gönderildi. Mektuplar Arapça idi ve elçiler tercüme ettiler.

» Elçi heybetli olacak – İslam’ın heybetini orada yaşatacak.

» Vakarlı olacak – Asla kompleksli olmayacak, bir hediye getirilse tenezzül etmeyecek.

» Değerlerine karşı özgüveni olacak – Herhangi bir itiraz olursa sarsılmayacak.

Mektuplar ayrı ayrı muhataba özel olarak yazıldı. Her birinin selamları, yazılan ayetleri farklılık

gösteriyordu.

► Necaşi’ye Mektup

Habeşistan kralı Necaşi’ye daha önceden bir mektup gönderilmiş ve o Müslüman olmuştu.

Efendimiz’in (s.a.v.) sığınan muhacirlerin geri gelmesini istediği ikinci mektubu elçi olarak Amr b.

Ümeyye (r.a.) getirdi. Bu haber üzerine Necaşi muhacirler gideceği için üzüldü.


• ÜMMÜ HABİBE İLE YAPILAN EVLİLİK

Efendimiz (s.a.v.) Necaşi’den Ümmü Habibe annemizi kendisine nikâhlamasını istemişti.

Necaşi O’nun için (Efendimiz orada olmamasına rağmen) bir düğün merasimi yapmış, mihrini bile

ödemişti. Amr b. Ümeyye (r.a.)’yi yazdığı iki mektubunu vererek gönderdi.

► Heraklius’a Mektup

Dönemin Heraklius’u o sıralar Kudüs’te bulunuyordu. Ona mektubu Dihye b. Halîfe ya da

Dıhyetü’l Kelbi (r.a.) ulaştırdı. Dıhyetü’l Kelbi (r.a.), Cebrail (a.s.)’ın insan süratinde gelirken suretine

büründüğü sahabi idi çünkü Dıhyetü’l Kelbi vahye âşık birisiydi. Vahye olan iştiyakını Allah

mükâfatlandırdı ve vahiy meleği de insan suretinde geldiğinde onun suretinde geliyordu.

Heraklius mektuptan oldukça etkilenmişti. Dıhyetü’l Kelbi’den birkaç gün kalmasını istedi.

Sonra adamlarından, peygamber olarak iddiada bulunan insanın (s.a.v.) şehrinden ticaret için bulunan

birilerinin olup olmadığını kontrol etmesini istedi. O sırada Mekke’den gelen 30 kişilik bir tüccar

heyeti vardı. Başlarında da Ebu Süfyan bulunuyordu ve heyet, adamlarla birlikte saraya geldi. Ebu

Süfyan adamlar karşısında yalancı duruma düşmemek için Heraklius’un Hz. Peygamber hakkında

sorduğu sorulara doğrulukla cevap verdi. Heraklius Hz. Peygamber’in (sav)'in soyunu, kişiliğini,

toplumdaki konumunu, çevresindekilerin özelliklerini, ona inananların artıp artmadığını, soyundan

krallık iddiasında bulunan kimselerin çıkıp çıkmadığını merak etmişti. Aldığı cevaplardan İslam’a karşı

ilgisi ve merakı arttı. (Asıl fazilet düşmanın bile seni takdir etmesidir!) Sonra Heraklius savaşıp

savaşmadıklarını sordu; Ebu Süfyan savaştıklarını ve bir kere onların bir kere kendilerinin kazandığını

söyledi. Heraklius söylenenlerin üzerine Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mesajının çok yakın bir zamanda

ayaklarının bastığı topraklara kadar gelip ulaşacağını ifade etti.

Efendimiz (s.a.v.) gönderdiği mektupların bazılarından olumlu bazılarından olumsuz cevaplar

aldı ama asla boş durmadı. Barış ortamını tebliğ ve davet adına bir seferberliğe dönüştürdü.


• HAYBER’DE OLUŞAN İHANET CEPHESİ

Hicretin 7. Yılı ve Muharrem ayı idi. Beni Nâdir ve Beni Kurayzâ Yahudileri rahat durmayıp

Hayber’i bir ihanet merkezi haline getirmişlerdi. Hendek gazvesini de onlar ortaya çıkarmıştı.

Hayber’de oturanların çok güçlü kaleleri ve 10 bin tane askerleri vardı. Kendi halinde kalsalar sorun

yoktu ama Gatafânlıları, Süleym oğullarını da bu işe dâhil ettiler; Mekkeliler ile sürekli irtibat halinde

olup Medine’de karışıklık çıkarmaları için onları sürekli fitnelediler. Efendimiz (s.a.v.) başından beri

Kureyş’e insanlar ile kendi arasından çekilmelerini söylemişti. Hayber’dekiler de bu noktada

Resulullah’a engel oluyordu.

Bu sebeple Allah Resulü (s.a.v.) tam zamanında hareket etti ve Mekke’de sulh yapıldığı bir

anda onlar Mekke ile yeniden ittifak kurmadan müdahalede bulundu.


• HAYBER’İN FETHİ VE OLAN HADİSELER

Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v.) 1600 kişilik bir ordu ile Medine’den yola çıktı. Hayber 160-

180 km uzaklıktadır. O günkü şartlarda 4-5 günde alınabilecek bir yoldu.

Hz. Peygamber (s.a.v.) düşmana haber ulaşmaması ve yolda bir durum gelişirse farklı bir

strateji izleyebilmeleri için çıktıkları savaşların birçoğunda sahabeyi nereye gideceklerini hakkında

bilgilendirmezdi. Bu Efendimiz’in askeri bir taktiği idi.

Efendimiz (s.a.v.) kuzey yönünde direk Hayber’e ulaşmak yerine yol güzergâhını Gatafânlıların

üzerine doğru uzatarak onlara gözdağı verdi çünkü onlar Hayber’e gideceklerini biliyorlardı. Bu

şekilde Efendimiz (s.a.v.) onlara harekete geçmeleri için bir imkân vermemiş oldu. Naim Kalesi,

Sa’d b.Muâz Kalesi ve Kille (Zübeyr) Kalesi çatışmaların en yoğun ve en şiddetli geçtiği yerlerdi.

Yol güzergâhında Resulullah (s.a.v.) tepelere çıktıkça coşkuları artan ve tekbirlerle yol alan

sahabeyi nefeslerini boşa tüketmemelerini konusunda uyardı. "Canınıza acıyınız, sesinizi

yükseltmeyiniz! Zira siz ne sağır çağırıyor, ne de gaibe bağırıyorsunuz. Her şeyi bilen ve işiten ve her

şeye her şeyden daha yakın olan Allah'a dua ediyorsunuz." (Buhari, 3:50). Coşkularını yerinde ve

güzel bir biçimde kullanmalarını; heyecanlarını zayi etmemelerini tavsiye etti. (Heyecan nimettir, israf

etmeyin. Dualarda bağırıp çağırarak niyazı ortaya koyma konusunda da bizler için bir uyarı vardır

çünkü dua ettiğimizde Allah ne sağırdır ne de gâib. Bize ilmiyle, iradesiyle, kudretiyle şah

damarımızdan daha yakın olan O’dur.)

Allah resulü (s.a.v.) ve sahabe sezdirmeden Yahudilerin kalelerin önüne geldiler. Yahudiler

kendilerinden çok emindiler ve geleceklerini beklemiyorlardı. Sabah ordu ile karşılaştıklarında

kalelerine çekilip hemen savunmaya geçtiler. O kalelerde günlerce yetecek kadar yiyeceklerini

depolamışlardı. Yani uzun bir süre dışarıya çıkmasalar sıkıntı yaşamazlardı. Efendimiz (s.a.v.) bunu

bildiği için onları dışarı çıkarabilecek bütün yolları denedi. Ancak süreç uzayınca hastalandı.

Komutanlığı Hz. Ebubekir’e (r.a.) verdi. Akşama kadar mücadele devam etti ama değişen bir şey

olmadı. Ertesi gün Efendimiz Hz. Ömer’i komutan tayin etti. O günler çok sıcaktı ve zorluk yaşamaya

başladıkları sırada Allah Resulü (s.a.v.) sahabeye bir müjde verdi ve : "Yarın sancağı öyle birisine

vereceğim ki, Allah ve Resûlü onu sever, o da Allah ve Resûlünü sever. Allah, onun eliyle fethi

gerçekleştirecektir." (Sîre, 3:349; Tabakât, 2:111; Buhari, 3:51; Müsned, 3:353.) buyurdu.

Sahabe sabaha kadar bu müjdenin sahibinin kim olacağı konusunda geceyi merakla geçirdi.

Hz. Ömer o andaki heyecan ve arzusunu "Kumandanlığı o günkü kadar arzu ettiğim zaman

olmamıştır." (Müslim, 4:1872) diyerek dile getirmiştir.

Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali’yi çağırdı. Sahabe gözlerinden rahatsız olduğunu ve yürüyecek halde

olmadığını söyledi. Seleme b. Ekva refakat ederek Hz. Ali’yi Allah Resulü’nün huzuruna getirdi.

Efendimiz Hz. Ali yanına gelince elleriyle dua edip gözlerinin iyileşmesine vesile oldu. Hz. Ali o 

günden sonra gözlerinde bir daha ağrı olmadığını söylemiştir. Efendimiz (s.a.v.) sancağı onun eline 

verdi ve "Allah, sana fetih nasip edinceye kadar çarpış. Sakın arkana dönme." (Sîre, 3:349; Tabakât, 

2:110;Ibn-i Kesîr, Sîre, 3:352) buyurdu.

 Hz. Ali yürüdü ama bir şey sormak istiyordu. Efendimiz arkana

bakma dediği için arkasına dönemedi oysa Allah Resulü (s.a.v.) bunu mecazen söylemişti. (Bu bize

sahabenin Allah Resulü’nün sözlerine itaat etme noktasındaki hassasiyetini gösterir.) Hz. Ali

yürüyerek "Yâ Resûlallah! Ben onlarla neyi gerçekleştirmek için çarpışacağım?" diye sordu. Efendimiz

(s.a.v.) "Allah'tan başka ilah ve ibadet edilecek bulunmadığına ve Muhammed'in Allah'ın Resûlü

olduğuna şehadette bulununcaya kadar onlarla çarpış! Onlar bunu yaptıkları takdirde, can ve

mallarını kurtarmış olurlar. Kalplerindekilerin hesabı ise Yüce Allah'a aittir." (Tabakât, 2:110; ibn-i

Kesîr, Sîre, 3:352.) buyurdu. Hz. Ali ‘Ben Haydar-ı Kerrar’ım, kaleleri şöyle deviririm, şöyle yaparım’

gibi naralar atarak ilerleyince Allah Resulü (s.a.v.) orada fetih ahlakını öğretecek bir cümle söyledi:

"Onların kalelerinin yanına varıncaya kadar vakar içinde ilerle. Sonra onları İslâm’a dâvet et.

Müslüman oldukları takdirde mükellefiyetlerini bildir. Vallahi, senin vasıtanla, Allah'ın onlardan bir

tek kişiyi hidayete erdirmesi, senin için birçok kızıl develere sahip olup, onları Allah yolunda sadaka

vermenden daha da hayırlıdır." (Buharî, 3:51; Zâdü'l-Mead, 2:149; ibn-i Kesîr, Sîre, 3:351.) Bir başka

rivayete göre ise "Ey Ali, senin elinle bir kişinin hidayete ermesi, yeryüzünde bulunan ve güneşin

üzerine doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.’’ (Buhârî, cuma 29; cihad 102, 143) buyurdu.

Netice olarak Allah zaferi nasip etti. Yahudiler kalelerinden çıkmak zorunda kaldı. Allah Resulü

(s.a.v.) çok büyük bir zafer elde etmiş oldu.

Savaş sırasında Habeşli bir çoban olan Yesâr, Efendimizin yanına geldi ve iman etmek

istediğini söylemişti. İman eder etmez de davarları ne yapayım diye sordu. Bir sürü koyun vardı. Allah

Resulü (s.a.v.) orada da savaşın ahlakını göstererek ona koyunları sürmesini ve onları Yahudilere

vermesini söyledi. Hâlbuki o koyunlar biraz sonra fetih ile kazanılan ganimetlerden olacaktı ama

Efendimiz onları sahiplerine vermesini istedi çünkü Müslüman emanete ihanet etmez!

Yesâr bir rekât namaz bile kılmamışken Hz. Ali’nin arkasında sefere gitti ve orada şehit oldu.

Naaşı karargaha getirildiğinde Efendimiz (s.a.v.) cenazeye bakarken bir ara başını çevirdi. Sahabe

neden böyle yaptığını sorduğunda Allah Resulü (s.a.v.) Yesâr’ın cennet nimetlerinden tattığını ve

utanmasın diye başını çevirdiğini izah etti.

Hayber fethedilince Yahudiler Efendimiz’in (s.a.v.) yanına gelerek bazı şartlar ileri sürdüler.

Allah resulü (s.a.v.) galip olmalarına rağmen onlara merhamet ederek şartlarını kabul etti. Yahudiler

sonra toprağı işleyecek insanlar gerekir diye Resulullah’ın onları burada bırakmasını, toprağı

kendilerinin işlemesini ve mahsulleri de bölüşmeyi teklif ettiler. Efendimiz onlara bu imkânı tanıdı ve

toprakları işletmelerini söyledi. Mahsullerin yarısı onların yarısı Müslümanların olacaktı ama yine

rahat durmadılar. Efendimiz (s.a.v.) bunu bildiği için yaptıkları antlaşmaya “Allah Resulü ve

Müslümanlar istediği anda buradan gideceksiniz.” diye madde düşmüştü.

Efendimiz (s.a.v.) her sene o mahsulü hesaplaması için Abdullah b. Revaha’yı (r.a.)

görevlendirdi. O da bunu büyük bir titizlikle yaptı ve mahsulleri önce Yahudilerin almasını istedi.

Yahudiler buna rağmen Abdullah b. Revaha’yı haklarını tam vermediği konusunda şikâyet ettiler.

Efendimiz (s.a.v.) onun yaptığına güvendiğini ve onun muhakkak adaletle hükmettiğini söyledi. Bunun

üzerine Yahudiler bir dahaki sene Abdullah b. Revaha’ya hediyeler verirlerse onun kendilerine biraz

daha fazla pay vereceğini düşündüler. Ancak Abdullah b. Rehava bunun karşısında onlara çok sert bir

şekilde çıkıştı ve bir daha böyle bir şey yapmamaları konusunda onları uyardı. Çünkü Allah Resulü

(s.a.v.) emirlerin (idare sahiplerinin), kadıların ve hâkimlerin hediye almasının rüşvet olduğunu

söylemişti.

• FEDEK ARAZİLERİ

Allah Resulü (s.a.v.) orada kaldığı sürece Hayber’den daha bereketli toprakları olan Fedek’e

bir müfreze gönderdi. Fedek’teki insanlar savaş olmasından korktukları için Müslümanlarla sulh

ettiler. Savaş olmadan sulh yoluyla anlaşıldığı için oradan elde edilen ganimetteki inisiyatif hakkı

Efendimizin elindeydi. Efendimiz de bunu ehli beytin nafakası olarak vakfetti.

Ganimetler toplandığında Efendimiz (s.a.v.)’in şehitlerle ve gazilerle ilgilendiği bir sırada

sahabe, birinin çok kahramanca savaştığını ve şehit olduğunu söyledi. Efendimiz (s.a.v.) ise onun

cehennemde olduğunu söyledi çünkü o kişi ganimete ait (millete, kamuya ait) bir örtü alıp saklamıştı.

Sahabe bunu duyunca dehşete kapıldı. Aralarından biri ganimetlerden almış olduğu başındaki bandajı

çıkarıp attı. Efendimiz (s.a.v) eğer o başında kalsaydı cehenneme o halde gideceğini bildirdi. Başka

birisi aldığı terliği hemen bıraktı. Sahabe bu işin şakası olmadığını anladı. Millete/kamuya ait bir toplu

iğnenin ya da tek bir kuruşun bile hesabı sorulacaktır!

Sahabeden hiçbiri bunu öğrendikten sonra devlet işinde görev almak için can atmadı. Onun

için Hz. Ömer’e ölüm döşeğinde iken oğlu Abdullah’ı halife olarak atamasını istediklerinde buna razı

olmadı. Hatta kendisini sırtından hançerleyen adamı hapse attıklarında onun devlet ile değil, kendisi

ile alıp veremediği olduğunu ileri sürerek ona devlet yemeğinden değil kendi hanesinden yemek

götürülmesini istedi.

Hayber’e giderken birisi yolda gelip Müslüman olmuştu. Güzergâh sırasında da İslam’a ait bazı

şeyleri Efendimizden öğrendi. Ganimetler geldiğinde o yeni gelen şahsa da pay verildi. Sonra o şahıs

kendi payını getirip Efendimize bunun için değil, “Cihat sırasında boğazıma bir ok gelir de ben de

şehadeti tadarım. Allah’ın huzuruna da böyle giderim.” diyerek şehadeti tatmak için geldiğini belirtti.

Efendimiz (s.a.v.) onun arkasından eğer doğru ise Allah’ın onu tasdikleyeceğini söyledi. Aradan bir

müddet geçince o adam da naaşlar arasında Allah Resulü’nün önüne getirildi. Tam işaret ettiği yerden

ok yemişti. Allah Resulü (s.a.v.) bunun üzerine “Allah’la doğru konuştu, Allah da onu doğruladı.”

söyledi.

• HZ. SAFİYYE’YE İLE OLAN EVLİLİK

Hayber’den dönüşte esirler arasında Hz. Safiyye annemiz de vardı. Hz. Safiye Huyey b.

Ahtab’ın kızıydı ve soylu birisiydi. Efendimiz onu nikâhı altına aldı.

Evin diğer hanımları bazen onu rencide ettiler. Birisi “Ey Yahudi’nin kızı!” demişti. Safiyye

annemiz buna çok üzüldü. Efendimiz (s.a.v.) bunu duyduğunda ona “Benden nasıl daha hayırlı

olabilirsiniz ki eşim Muhammed, babam Hârûn, amcam Mûsâ’dır deseydin ya!” sözleriyle onu teselli

etti (Tirmizî, “Menâḳıb”, 63). Sonra bu olaylardan birine şahit olduğunda “Gidin ağzınızı yıkayın! Öyle

kötü bir söz söylediniz ki o söz bir denize düşse denizin tamamını murdar eder.” dedi.

(!) Bu, genellemeyi Allah Resulü’nün kabul etmediğinin kanıtıdır. Genellemeye karşı olmak

için Bilal’e Habeşî demesi, Selman’a Farisî, Süheyb’e Rumî demesi bundandır. İslam farklılıklarla

güzeldir. Bu bizim zenginliğimizdir.

Hayber’in gelişi ile zenginlik de gelmişti. Hz. Ömer “Vallahi Hayber’den sonra doymaya

başladık” demiştir. Efendimiz (s.a.v.) bu zenginliği çok iyi bir biçimde yönetti.

Efendimiz (s.a.v.)’in bir sünneti vardı: Âdeti gereği Medine’ye döndüğünde önce Mescid-i

Nebevi’ye gidip iki rekât şükür namazı kılar, sonra kızı Fatıma’yı ziyaret ederdi. O gün Allah Resulü

(sav) namazını kıldıktan sonra yine Hz. Fatıma’nın evine doğru yönelmişti. Hz. Fatıma da babasının

geldiğini duyunca evinden çıkıp babasını görmek için Mescid-i Nebevi`ye doğru gidiyordu. Mescid-i

Nebevi ile Hz. Fatıma’nın evinin arasında bir yerde karşılaştılar ve birbirine sarıldılar. Hz. Peygamber

(sav)’in savaştan dolayı üstünün toz olduğunu gören Hz. Fatıma; "Baba ne zamana kadar sürecek bu

halin. Ne zaman gün yüzü göreceksin” diye babasına üzüntüsünü bildirdi. Allah Resulü (s.a.v.), kızını

teskin etmek için "Üzülme kızım, Allah babanın adını yeryüzünde ister hasırla isterse de kerpiçle

yapılmış bütün evlere ya izzetle sokacaktır ya da zilletle” demiştir.

Bu sahabeyi harekete geçiren bir müjdeydi çünkü bu yeryüzünün tamamına “Muhammedün

Resûllallah” ismi kavuşacak demekti. Ya izzetle gidecek oradaki insanlar Müslüman olacaklar; ya

zilletle gidecek oradaki insanlar Müslüman olmayacaklar ama İslam’ın dirilten mesajları oraya girecek.

Onun için ümitsizliğe asla yer yok! (Bizler de bu hayrın içinde olalım inşallah.)

• KAZA UMRESİ

Resûlullah (s.a.v.) nübüvvet öncesinde iki hac yapmıştı ama bildiğimiz şekliyle değildi. Örneğin

Mekkeliler Arafat’a çıkmazdı. İslam döneminde veda haccı tek ve son haccıdır.

Efendimiz (s.a.v.)’in umreleri:

1. Veda haccındaki umresi – Vada haccında hacc-ı kırân yaptı, yani umre ile haccı birleştirdi.

2. Cirâne umresi – Mekke fethi bittikten sonra Cirâne’den umreye girdi.

3. Kaza umresi.

4. Hudeybiye umresi – Hudeybiye’de umre niyeti ile yola çıkıp Mekkeliler tarafından

engellenmişlerdi anca Allah onu da umre olarak saydı.

Allah Resulü (s.a.v.) bunların üç tanesinde Zülhuleyfe’de ihrama girdi.

Hubeybiye antlaşması gereği 1 yıl sonra gelip üç gün süre ile umrelerini yapabileceklerdi.

Efendimiz (s.a.v.) tarih geldiğinde 1800 – 2000 kişi ile birlikte Mekke’ye gitti. O günlerde henüz

hüküm netleşmediği için yanlarında kurbanlar da vardı.

Mekkeliler Müslümanlar gelecekleri için öfkeliydiler. Bunun için bazıları onları görmemek için

şehirden gitti bazıları da merakla onları izledi. Bazıları da onların hummalı olduğu yönünde şaibe

yaymıştı. Efendimiz (s.a.v.) bunu duyunca ashabında sağ omuzlarını açmalarını (ızdıbâ) ve çalımlı bir

şekilde yürümelerini (remel) istedi. (Hz. Ömer döneminde bunu o gün için yaptıkları düşüncesi ile

bazıları kaldırmayı teklif ettiler ama Hz. Ömer bu sünnettir diyerek kaldırmadı.)

(!) Bugün Mekke’de bir sürü kamera var ve bütün dünya orayı canlı olarak izleyebiliyor. Peki,

bizler sahabenin o günkü heybetini bugün verebiliyor muyuz?

Şunu da dikkatten kaçırmamak gerekir ki; Efendimiz (s.a.v.) sağlıklı bir toplum yetiştirmeye de

özen gösterdi. O gün sahabeden bu noktada emin olduğu için onlardan ızdıba yapmalarını istedi.

Zamanında Medine’ye Necaşi tarafından gönderilmiş bir doktor geldiğinde ona “Bizden sana bir şey

çıkmaz” demişti.

• MEYMÛNE VALİDEMİZ İLE OLAN EVLİLİK

3 günlük umrenin bitiminde Efendimiz (s.a.v.) Meymûne validemize evlilik teklifinde buldu.

Meymûne annemiz Amr b. Sa’saa isimli kabileye (Arapların en meşhur kabilelerinden biri) mensuptu.

Efendimiz (s.a.v.) kız kardeşi Zeynep binti Huzeyme (babaları ayrı anneleri birdi) ile de evliydi.

Anneleri Hind binti Amr’ın dokuz tane kızı vardı. Onun kadar asil damatlara sahip olan kimse

yoktu. Resulullah iki kere damat olmuştu, O’ndan başka Hz. Hamza (eşi Selma binti Umeys), Ca’fer b.

Ebu Talib (eşi Esma binti Umeys), Hz. Abbas (eşi Ümmü’l-Fazl Lübâbe) da o evin damatlarıydı.

Allah Resulü (s.a.v.), Zeynep annemiz vefat edince bu kabile ile bağlarını devam ettirmek için

Meymûne annemiz ile evlenmek istedi. Düğün yapmak için Mekkelilerden bir gün daha müsaade

istedi. Niyeti düğünle İslam’a davet adına bir fırsat oluşturmak idi ama onlar bunu kabul etmediler.

Efendimiz (s.a.v.) Serif denilen yerde çadır kurdurup düğününü orada yapmıştır.

Meymûne annemiz Allah Resulü’nden sonra uzun bir süre yaşadı. Vefat edeceği sırada;

Efendimizle evlendiği gün üzerinde olan kıyafeti/gelinliği ile kefenlenmesi ve Allah Resulü (s.a.v.) ile

nikâhlandığı yere defnedilmesi konusunda yeğeni İbn Abbas’ı tembihlemişti.

Bütün annelerimizin mezarları Medine’de iken, Hz. Hatice annemizinki Mekke’de, bir tek

Meymûne annemizinki Serif mevkisindedir.


*


NOT: Mekke’de ve Medine’de tarihi anlamda hiçbir eser yok ama Hicaz’da vardır. Hayber

şehir kalıntıları hala bulunmaktadır.

KULAĞIMIZA KÜPE: Hz. Ebu’d-Derdâ’nın “Bilmeyip de yapmayanlara bir kez yazıklar olsun!

Bilip de yapmayanlara yedi kez yazıklar olsun!” sözü onun Allah Resul’ünden bilgi öncelikli değil

amel öncelikli bir ilim öğrendiğini gösterir.

BİR DUA: “Allah bizi son nefesimize kadar istikametten ayırmasın.” Âmin.

Devamını Oku »