Namaz Sonrası Okunacak Bir Dua


“Belki de en önemli dualardan biri olan bu duayı okumayı Efendimiz (s.a.v.) tavsiye ediyor. 
Muaz radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resülullah sallallahu aleyhi ve sellem onun elinden tuttu ve:

“Muaz! Vallahi seni gerçekten seviyorum”buyurdu. Sonra sözüne şöyle devam etti:

“Muaz! Her namazdan sonra şu duayı mutlaka okumanı tavsiye ediyorum:

الّٰهُمَّ اَعِنِّي عَلَى ذِكْرِكَ وَ شُكْرِكَ وَ حُسْنِ عِبَادَتِكَ

okunuşu ; Allâhümme einnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsni ibâdetik

anlamı ;  Allahım! Seni anıp zikretmek ve nimetine şükretmek ve sana layık ibadet etmek için bana yardım eyle!.” 
(Ebu Davud,Salât 361)

Açıklamalar;

Hadîs-i şerifin Sünen-i Nesei'deki rivayetine göre Efendimiz sahabîsi Muaz İbni Cebel'in elinden tutarak:

- "Muaz! Vallahi seni gerçekten seviyorum" buyurdu. O da Peygamber-i Zîşan'ın eline yapışarak:

- Ben de seni çok seviyorum, ya Resülallah! dedi. "Sevdiğiniz kimseye, onu sevdiğinizi söyleyiniz", buyuran Resül-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem bu emrini bizzat uyguladıktan ve tavsiye edeceği duanın iyice öğrenilmesi için uygun bir ortam hazırladıktan sonra, bu sevgili sahabîsine yukarıdaki kısa, özlü duayı öğretmişti. Birini seven onun iyiliğini ister; onun dinine ve dünyasına faydalı olacak işler yapar, işte Efendimiz de öyle yapmış, sevgili sahabîsine Allah'tan istenecek en kıymetli şeyleri öğretmiştir.

Allah Teala'dan istenmesi gereken bu üç şey, insanın en önemli üç görevidir. Bu görevlerden birincisi, Cenab-ı Hakk'ın adını dilden düşürmemektir. İkincisi her an binlercesinden faydalanılan sayısız nimetlerine gereği gibi şükredebilmektir. Üçüncüsü de O'nun şanına yakışır şekilde kulluk görevini yapabilmektir.

İnsanların gönlüne hitap eden kimselerin, muhatapları üzerinde umdukları tesiri yapabilmek için Efendimiz'in bu irşad metodundan yeterince faydalanması gerekir. Tatlı bir dil, yumuşak bir üslup ve sımsıcak bir gönül irşad hayatının vazgeçilmez unsurlarıdır.

Hadisten Öğrendiklerimiz; 

1. İnsan sevdiği kimseye, onu sevdiğini söylemelidir.

2. Namazlardan sonra bu özlü duayı yapmaya çalışmalıdır.

3. Allah'ı zikir, O'na şükretmeye yöneltir; Allah'a şükür, O'na gerektiği gibi ibadet etmeye sevkeder. Bir bakıma zikir kulluğun başı, şükür sonudur.
Devamını Oku »

HAYRA ÖNCÜLÜK ETMEK -2



177- وعن أَبي العباسِ سهل بنِ سعدٍ السَّاعِدِيِّ رضي اللَّه عنه أَن رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال يَوْمَ خَيْبَرَ : « لأعْطِيَنَّ الرَّايَةَ غَداً رَجُلاً يَفْتَحُ اللَّه عَلَى يَدَيْهِ ، يُحبُّ اللَّه ورسُولَهُ ، وَيُحبُّهُ اللَّه وَرَسُولُهُ » فَبَاتَ النَّاسُ يَدُوكونَ لَيْلَتَهُمْ أَيُّهُمْ يُعْطَاهَا . فَلَمَّا أصبحَ النَّاسُ غَدَوْا عَلَى رسولِ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : كُلُّهُمْ يَرجُو أَنْ يُعْطَاهَا ، فقال: « أَيْنَ عليُّ بنُ أَبي طالب ؟ » فَقيلَ :يا رسولَ اللَّه هُو يَشْتَكي عَيْنَيْهقال : « فَأَرْسِلُوا إِلَيْهِ » فَأُتِي بِهِ ، فَبَصقَ رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم في عيْنيْهِ ، وَدعا لَهُ ، فَبَرأَ حَتَّى كَأَنْ لَمْ يَكُنْ بِهِ وَجعٌ ، فأَعْطَاهُ الرَّايَةَ . فقال عليٌّ رضي اللَّه عنه : يا رسول اللَّه أُقاتِلُهمْ حَتَّى يَكُونُوا مِثْلَنَا ؟ فَقَالَ : « انْفُذْ عَلَى رِسلِكَ حَتَّى تَنْزِلَ بِسَاحتِهِمْ، ثُمَّ ادْعُهُمْ إِلَى الإِسْلامِ ، وَأَخْبرْهُمْ بِمَا يجِبُ مِنْ حقِّ اللَّه تَعَالَى فِيهِ ، فَواللَّه لأَنْ يَهْدِيَ اللَّه بِكَ رَجُلاً وَاحِداً خَيْرٌ لَكَ مِنْ حُمْرِ النَّعَمَ»متفقٌ عليه.

قوله : « يَدُوكُونَ » : أَيْ يخُوضُونَ ويتحدَّثون ، قوْلُهُ : « رِسْلِكَ » بكسر الراءِ وبفَتحِهَا لُغَتَانِ ، وَالْكَسْرُ أَفْصَحُ .

177. Ebü’l-Abbâs Sehl İbn Sa’d es-Sâidîradiyallahu  anh’den rivayet edildiğine göre, Hayber Gazvesi gününde Resûlullahsallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:

“Yarın sancağı, Allah’ın kendisinin eliyle fethi nasib edeceği, Allah’ı ve Resûlü’nü seven, Allah’ın ve Resûlü’nün de kendisini sevdiği bir kişiye vereceğim.”

Gazveye iştirak edenler, sancağın aralarından kime verileceğini düşünüp konuşarak geceyi geçirdiler. Sabah olunca, sancağın kendisine verileceği ümidi ile bütün sahâbîler Resûl-i Ekremsallallahu aleyhi ve sellem’ in huzuruna koştular.

                   

 Peygamber Efendimiz:

– “Ali İbni Ebû Tâlib nerede?” diye sordu. Sahâbîler:

– Ey Allah’ın Resûlü! O gözlerinden rahatsız, dediler.

Bunun üzerine Peygamberimiz:

– “Ona haber verecek birini gönderiniz”buyurdular. Ali derhal getirildi. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  onun gözlerini tükürüğüyle tedavi ederek kendisine dua etti. O kadar ki, hiç ağrısı yokmuş gibi oldu. Peygamber sancağı ona verdi. Ali:

– Ya Resûlallah! Onlar da bizim gibi mü’min oluncaya kadar mı savaşacağım? dedi. Resûl-i Ekrem:


“Acele etmeden, gayet sakin bir şekilde onların yanına var, kendilerini İslâm’a davet et, uymaları gereken ilâhî yükümlülükleri kendilerine haber ver. Allah’a yemin ederim ki, senin vasıtanla Allah’ın bir tek kişiye hidâyet vermesi, senin için kırmızı develere sahip olmakdan daha hayırlıdır” buyurdu.
(Buhârî, Fezâilü’s-sahâbe 9; Müslim, Fezâliü’s-sahâbe 34)

Bu hadisde dikkatlerimizi şu noktaya cevirelim lutfen
" Allah'ın fethi onun eliyle nasip edeceği 
Allah ve Resûlünü seven ve sevilen biri olarak 
Bunu Allah Resulü ilan ediyor 
Şimdi biz bu sünneti yapmaya çalışsak filan kişiyi seviyorum diyen bir öğretmenin ya da bir anne ve babanın durumunu hayal edelim
Acaba biz kaldirabilir miyiz ? bu durumu kıskanmadan 
Sahebe ne kadar güzel eğitilmiş ve edeplenmis Allah Resulünün terbiyesini almış ki herkes yerine ve makamına rıza gösteriyor 
Ne kadar arzu etseler de o şahsın kendileri olmasını ama öğrenince hic itiraz yok.
Biz başkalarını kıskandırmanak için sevdiğimizi soylemekden korkar olduk




 Bu hadis-i rivayet eden ravinin hayatı;



Sehl İbni Sa’d es-Sâidî

Sehl, ensardan yani Medine’li sahâbîlerdendir. Resûl-i Ekrem Efendimiz vefat ettiğinde, Sehl  henüz on beş yaşında idi. Uzun bir ömür sürdü ve 88 (707) veya 91 (710) senesinde Medine’de vefat etti. Medine’de en son vefat eden sahâbî o idi. Emsalinden kimsenin kalmadığını anlatmak için:

Şayet ben ölürsem, “Allah ve Resûlü şöyle buyurdu” diyen hiç kimseyi işitmeyeceksiniz, derdi.

Sehl’in ismi daha önceden Hazn idi. Allah Resûlü beğenmediği bu adı değiştirerek kendisine Sehl ismini verdi. Künyesi Ebü’l-Abbâs veya Ebû Yahyâ’dır.

Haccac zamanında eziyet görenlerdendi.

Kendisinden Ebû Hüreyre, Saîd İbni Müseyyeb, Zührî, Ebû Hâzim ve oğlu Abbâs hadis rivayet ettiler. Sehl’den rivayet edilen hadis sayısı 100’e ulaşır. Ondan naklen Buhârî ve Müslim’in kitaplarına müştereken aldıkları hadis sayısı 28’dir.

Peygamberimiz’den rivayet ettiği bir hadisin anlamı şöyledir: “Kulun Allah yolunda, cihad için yaptığı sabah yürüyüşü, dünyadan ve bütün dünya varlıklarından daha hayırlıdır”  (Müslim, İmâre 113).

Allah ondan razı olsun.amin...

Açıklamalar

Hayber Gazvesi, hicretin yedinci yılında yapıldı. Hayber, yahudilerin bulunduğu bir yerdi. En mühim kaleleri de burada idi. Müslümanlara karşı sık sık tehdit oluşturmaya başlamışlardı. Anlaşmalara da uymuyorlardı. Bu sebeple, Resûl-i Ekremsallallahu aleyhi ve sellem onlarla savaşmaya karar verdi. Hayber kuşatması günlerce sürdü. İbni İshâk’ın rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber önce Ebû Bekir’i sonra Ömer’i Hayber kalelerinin fethi için göndermiş, her ikisi de düşmanı yıpratıcı ve teslime zorlayıcı darbeler vurmuşlarsa da kaleler alınamamıştı. Neticede Peygamber Efendimiz, Hz. Ali’yi komutan tayin etti. Fetih onun eliyle müyesser oldu.

Sahâbe-i kirâm, Hz. Peygamberle cihada katılmayı vazgeçilmez bir görev, bir ibadet bilirlerdi. Allah yolunda cihad ederken şehit olmak onların dünyadaki en büyük arzuları idi. Çünkü cihadın ve şehit olmanın Allah katındaki değerini ve mücahidlerle şehitlerin cennetdeki üstün mertebelerini Kur’an ve Sünnet’ten öğrenmişlerdi. Bu sebebledir ki, Hayber Gazvesi’nde sancağı taşımaya, komutanlık gibi üstün bir görev üstlenmeye hepsi talip olmuş, bu bahtiyar kişinin kim olabileceği düşüncesi bütün bir gece onları uyutmamıştı. Onların bu samimi ve candan arzuları, kalblerinden geçirdikleri iyi niyet bile tamamen bir hayır olup, Allah katında ecir almalarına vesiledir.

Peygamber Efendimiz, sahâbeye ve ümmete, hastalıklıların tedavi yollarını öğretmiş ve uygulamıştır. Hastalıkların tedavi yöntemleri tek yönlü olmayıp, çeşitlidir. Bu yollardan biri de,okuma ve nefes etme sûretiyle yapılan tedavi olup, buna  rukye   denilmektedir. İşte burada Resûlullah’ın Hz. Ali’nin ağrıyan ve hasta olan gözünü tedavi etmesi bu çeşit bir tedavi yönteminin isbatıdır. Çünkü Peygamberimiz sahâbeyi de bu yönde eğitmiştir. Ancak tedavinin bugün kullanılan bütün meşru usullerine de Resûl-i Ekrem’in emir ve tavsiyelerinde, kendine has adıyla Tıbb-ı nebevî eserlerinde, genel anlamda rastlamaktayız. Nebevî tıb çok geniş kapsamlı bir konu olup onu burada tanıtmak mümkün değildir. Fakat yeri geldikçe bu eserde bazı kısımlarından bahsedilecektir.

 Müslüman olmayanlarla savaş, onlar müslüman oluncaya veya İslâm’ın hâkimiyetini kabul edinceye kadardır. Onun için Hz. Ali:

– Onlarla bizim gibi müslüman oluncaya kadar mı savaşacağım? diye sormuştur. Bunun üzerine Resûl-i Ekremsallallahu aleyhi ve sellem, ilk olarak onları İslâm’a dâvet etmesini, bu dâveti kabul etmezlerse uymaları gereken ilâhî yükümlülükleri haber vermesini istemiştir. Bu yükümlülük onların ödeyecekleri cizye, yani müslüman olmayanların İslâm’ın hâkimiyetini kabul edip, İslâm topraklarında emniyet içinde yaşamalarına karşılık ödeyecekleri vergidir. Şu halde müslüman olmayanlarla savaş, onların mutlaka müslüman olup bu dine girmeleri, kendi dinlerini terketmeleri anlamına gelmez. İslâm’ın hâkimiyetini kabul edip, müslümanların yönetimi altına girmek veya onlarla sulh yapmak anlamına gelir.

Burada bilinmesi gereken en önemli nokta, düşmanla harbe girişmeden önce onların İslâm’a davet edilmeleri gereğidir. İslâm alimlerinden pek çoğu bu davetin vâcip olduğunu söylerler. Böylece harbin, İslâm’ın tebliğinde en son safha ve en son çare olduğu da anlaşılmış olmaktadır. Çünkü İslâm’ın gayesi, yeryüzünde Allah’ın hükmünün geçerli olmasını temindir. Bunun için her meşru çareye başvurulur.


Bu hadisin bu bölümde verilmesinin esas sebebi, hadisin son kısmındaki Peygamber sözleridir. Buna göre, bir tek kişinin bile hidâyetine vesile olmak, bütün dünya zenginliklerine sahip olmaktan daha önemlidir. Çünkü dünya malı bu dünyada kalır, zayi olur, yok olur, hakkı verilmezse insanın dünyada azgınlık ve sapkınlığına, âhirette de azabına, cehenneme girmesine sebeb olur. Oysa hidâyet, bir insanı dünya ve ahiret saadetine kavuşturur. İnsan yaratılış gayesini anlar, Allah’a lâyıkıyla kul olur, O’nun hoşnutluğunu kazanır ve ebedî cenneti hak eder. Bunlar ise, Allah katında en makbul kul olmanın yoludur.

Kırmızı deve, Araplar için, o günün şartlarında en büyük zenginlik alâmetiydi. Bunlar zamana, şartlara ve ülkelere göre değişebilir. Bir yerde lüks marka bir araba, bir yerde uçak, bir yerde denizdeki yat veya başka şeyler zenginlik alâmeti sayılabilir. Bu hadisin ifade ettiği mutlak mânadaki zenginlik ise her zaman için geçerlidir. Bu hadisi, Ebû Hüreyre rivayetiyle 95 numara ile de okumuştuk.


Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Allah Resûlü’nün, Hayber’in Hz. Ali tarafından fethedileceğini önceden bildirmesi ve hasta olan gözünü iyileştirmesi, onun mucizelerinden biridir.

2. Hadis, Hz. Ali’nin faziletine, Allah’ı ve Resûlü’nü sevdiğine Allah ve Resûlü’nün de kendisini sevdiğine delildir.

3. Harbden önce düşman tarafını İslâm’a davet etmek, İslâm’ın gerektirdiği vecibelerdendir.

4. İslâm’ın hakimiyetini kabul edenlerle harb edilmez.

5. Bir kimsenin hidâyetine vesil olmak en üstün dünya nimetlerine sahip olmaktan daha hayırlıdır.

6. Sahâbe-i kirâm, Allah ve Resûlü’nü sevme ve onların sevgisini kazanmada birbirleriyle yarışırlardı.

7. İslâmî savaşların gayesi, insanları dalâletten kurtarmak, hidâyete kavuşturmaktır.
Devamını Oku »

MUHARREM AYI



MUHARREM AYI ve ORUCU


Müslim ve diğerlerinin Ebu Hureyre (r.a)’den rivayet ettikleri bir hadiste Resulullah (s.a.v ) şöyle buyurmuştur: “Ramazan ayında tutulan oruçtan sonra en faziletli oruç, Muharrem  ayı olan Allah’ın ayı’nda tutulan oruçtur ve farz namazından sonra en faziletli namaz, gece kılınan namazdır.”

İbn-i Recep Letaif-ul Maarif isimli kitabında (S.42) bu hadisi şöyle yorumlar: “Bu hadis, ramazandan sonra tutulan en faziletli orucun Muharrem ayında tutulan oruç olduğunu açıkça ifade ediyor. Ama bundan kasıt Ramazan ayından sonra en faziletli orucun tamamı tutulan Muharrem ayı olduğu olabilir. Yoksa diğer ayların belli günlerinde tutulan oruçlar Muharrem ayının bazı günlerinden daha faziletli olabilir. Arefe gönü, zilhicce ayının onunda ve şevval ayının altı gününde tutulan oruç gibi…” ve devamında İbni Recep bu görüşü kuvvetli bir şekilde teyit eder.

Muharrem ayının onuncu günü olan Aşure hakkında sahiheynin (Buhari, Müslim) rivayet ettikleri bir hadiste Hz. Aişe (r.a) şöyle buyurmaktadır: “Aşure Kureyş’in cahiliye döneminde oruç tuttukları bir gündü. Resulullah da o dönemde bu orucu tutardı. Ve Medine’ye hicret ettikten sonra da bu orucu tuttu ve tutulmasını emretti. Ama ramazan orucu farz kılındığında ramazanı tutmaya başladı ve Aşure orucunu terk etti. Ve isteyen bu orucu tutar, istemeyen tutmazdı.” Buhari’nin rivayetinde bu son cümle şu şekildedir: “ve Resulullah dedi ki: isteyen bu orucu tutsun, isteyen de tutmasın.”  
                    
İmam Nevevi derki: “Ramazan orucundan önce, İslam’ın başlarında emredilen Aşure orucunun hükmü hakkında mezhepler ihtilaf etmiştir. İmam Ebu Hanife hadislerin zahirine nazaran ‘vacibtir’ der. Şafii âlimlerinin bu konuda iki görüşü var: Biri Ebu Hanife’nin (r.a) görüşü gibi ‘vacib’ olduğu yönünde. Diğeri ise -ki bu mezhebin meşhur görüşüdür- ilk emredildiğinde de ‘sünnet” olduğu yönündedir. Ama tabiî ki bu sünnet müekked bir sünnetti, Ramazan orucu farz kılındıktan sonra bu te’kidini yitirdi.” Nevevi’nin yorumu böyle…

Hz. Aişe’nin “ve Aşure orucunu terk etti.” sözünün anlamı: bu orucun vacibliği yönündeki hükmü terk etti ya da bu orucun tutulması konusundaki teşvikini terk etti” dir. Nesai ve İmam Ahmed’in Hz. Hafsa’dan rivayet ettiği şu hadiste bu yorumu teyit eder: “Resulullah (s.a.v) Aşure günü, Zilhicce aynın onuncu günü ve her aydan üç gün oruç tutmayı hiçbir zaman terk etmedi.”

İbn-i Receb “Letaif-ul Mearif” (s.73/74) isimli kitabında der ki: “Rasulullulah (s.a.v) ehli kitaba muhalefet olsun diye ömrünün sonlarında Aşure gününü tek başına tutmayıp ona bir gün daha eklemeyi azmetmişti. Müslim İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet eder. “Peygamberimiz Aşure orucunu tutup ve tutulmasını da emredince sahabeler dediler ki: ‘Bu Yahudi ve Hıristiyanların kutsadığı bir gündür.’ Bunun üzerine Resulullah (s.a.v): ‘Önümüzdeki sene inşallah dokuzuncu günü tutarız.’dedi. Ama sene gelmeden peygamberimiz vefat etti.

İmam Ahmed’in Müsnedin’de rivayet ettiği bir hadiste İbn-i Abbas (r.a) Resulullah’tan şöyle rivayet eder: “Aşure gününü tutunuz ve Yahudilere muhalefet olsun diye ondan önceki ve ondan sonraki günüde tutunuz.”

Müslim’in rivayet ettiği bir hadiste peygamberimiz şöyle buyurur: “Aşure gününde tutulan oruç, geçen senenin bütün günahlarına kefarettir.”

Sonuç olarak Aşure orucu üç dercedir:

Birinci derece:Aşure gününü, ondan bir önceki ve bir sonraki günle beraber tutmak.

İkinci derece: sadece dokuzuncu günle beraber tutmak.

Üçüncü derece: sadece Aşure gününü tutmak.


Bugünde yapılan bid’at ameller:

İbn-i Receb der ki: “Hz. Hüseyin bu günde öldürüldüğü için Rafiziler gibi yas ilan etme, dünya hayatındaki bütün uğraşı boşa giden ve yaptıklarının iyi olduğunu zannederek aldanan kişinin amelidir. Ne Allah ne de Rasul’ü; peygamberlerin musibet günlerinin ve ölümlerinin hiçbir zaman matem günü yapılmalarını emretmemiştir. O zaman peygamber olmayanlar  için bu günlerde nasıl matem tutulur?

Ve İbn-i Receb devamla derki: “Aşure gününe özgü olarak sürme çekme, boyanma ve yıkanma konusunda rivayet edilen bütün hadisler mevzudur.” yani uydurmadır yalandır.

İbn Abidin bu konuda İbn-ul İzz’den (2/113) şunları nakleder: “Peygamberimizden Aşure günündeki oruç dışında Aşure hakkında rivayet edilen hiçbir şey sahih değildir. Rafıziler Hz. Hüseyin’in (r.a) ölümü nedeniyle bu günde yas tutma, hüzün izhar etme gibi bidatler çıkarınca, Ehl-i sünnete müntesip bazı cahiller de tepki olarak bu günde sevinci izhar etme, hububat pişirme ve yemek yapma, sürme çekme gibi bidatler çıkardılar. İbn-i Abidin bu konudaki etüdü böyle… yani ibn âbidin bu şekilde yorumluyor. 

İbn-i Abidin’in “hububat pişirme” ile kastı: bazı İslam ülkelerinde Aşure gününde yapılan ve ‘aşure’ diye isimlendirilen yemektir. Bu yemeği yapıp komşulara ikram etme âdeti yukarda zikredilen sebepten dolayı yayılmıştır. Bu âdetin sünnette hiçbir aslı ve dayanağı yoktur. Bilakis bu, dinde sonradan çıkartılan bid’atı seyyielerdendir. Tabi ki eğer bu, din adına ve sünnet diye yapılırsa bid’at olur; ama eğer din adına değil, sadece o memleketin bir âdeti ve o toplumun bir geleneği olduğu için yapılırsa bunun mahzuru yoktur. Yine de terk edilmesi daha evladır. Yani aşure yemeğinin yapılması ve yenmesinde elbette sakınca yoktur ama bunu dinî  bir ibadet olarak görmemeli başka zamanlarda yapmalı aşura gününe denk getirilmemelidir.
Bu âlimlerin görüşüdür .Çünkü bu konuda ki rivayetlerin doğru olmadığını âlimler bildirmektedir. 
Aşure yemeği âdeti de genelde biz türkler de ve osmanlının etkisi altında kalan arap ülkerinde(suriye ve mısır gibi) bilinmektedir. 
Diğer araplar böyle bir âdeti bilmemektedir.

Muharrem birkaç yönden önemi bir zaman dilimidir, bunları söyleyeceğiz. Ama Muharrem boyunca güzel bir iş yaptıklarını sanan bazılarının sayıp dökecekleri bidatleri de duyacağız. Bilindiği gibi bidat günahların en çirkini ve affı en zor olanıdır. Zordur, çünkü bidat işleyenler başkalarını yanlış yola sokarlar. Onlar o yolda yürüdükçe onu ihdas edenin günahları da sürüp gider.
Önce şu kurallarımızı hatırlayalım.

Zamanların ve mekânların birbirinden farkı yoktur. Onları Allah seçer ve değerli kılar, biz de öyle inanır ve gereğini yaparız.
Kul ibadet koyamaz. İbadetlere zaman mekân keyfiyet ve sayı belirleme sadece Şeriatın sahibinin hakkıdır.
İbadetlerdeki meratip, yani derece sıralaması da yine Mabudun seçimidir. Farz sünnetten, sünnet müstehaptan değerli ve önceliklidir. Daha değerli ve öncelikli olan bırakılarak diğerinin yapılması yanlış olur.

Sünnetin birimleri olan hadislerin sıhhati için söylenecekler söylenmiştir. Biz bir hadisin sahih, zayıf ya da uydurma olduğunu ancak asıl kaynaklarına bakarak bilebiliriz. Bu konuda kahramanlık sökmez, kuru iddianın bir anlamı olmaz.
Söylemediği bir sözü Hz. Peygamber'e isnat etmek cehennemlik olmayı gerektirebilecek çirkin bir günahtır.

Muharrem için bizim dinimizde olanlar ve olmayanlar şunlardır;

Önce olanlar;

Muharrem Ayı Haram aylardan biridir. Haram olması, muhterem/değerli ve saygın olması, bu sebeple de onda savaşın yasak olması demektir.

“Ramazan orucundan sonra en faziletli oruç, Allah'ın ayı olan Muharrem'de tutulan oruçtur”. Bazılarına göre bu ifade ayın tamamına da delalet edebilir, bazılar da bundan sadece dokuz, on ve on birinci günleri anlamışlardır. Çünkü Hz. Peygamber bu ayın tamamını hiç oruçlu geçirmemiştir.

Demek ki, 'Allah'ın Ayı' ifadesi de Recep için değil Muharrem için söylenmiştir. Sadece onuncu günü değil, dokuzu ve onu, ya da dokuzu onu ve on biri yahut onu ve on biri günleri oruç tutmak sünnettir.

Hz. Peygamber (sa) “Allah'tan ümit ederim ki, Aşure Günü oruç tutmak önceki bir yılın günahlarına kefaret olur” buyurmuş ve Yahudilere benzememek için de, söylediğimiz gibi ona dokuzunun ya da on birinin de ilave edilmesini istemiştir.
“Kim Aşure Günü çoluk çocuğuna bol davranırsa, Allah da ona senenin kalan günlerinde bolluk verir”, sözünün Ahmet bin Hanbel aslının bulunmadığını söyler. Bazılar zayıf bir hadistir derler. Yani hiç hesaba katılmayabilir. Ancak sevap için itibar edene de bir şey denmez demek isterler.

Aşure Günü çocukların da oruca teşvik edilmesi sünnette olan güzel bir davranıştır.


Aşure günü gerçekleştiği sayılıp dökülen olaylardan sadece Hz. Musa'nın ve kavminin Firavunun zulmünden kurtulmaları doğrudur.

Olmayanlar ;


Bu konuda kitap dolduracak bir edebiyat gelişmiştir.

Muharrem'de kim dokuz, on… gün oruç tutarsa Allah ona semada bir kubbe inşa eder. Kim Zilhicce'nin son günü, Muharrem'in ilk günü oruç tutarsa elli senelik, yetmiş senelik günahlarına kefaret olur. Kim Muharrem'de şöyle şöyle bir namaz kılarsa onun için şu kadar melek yaratılır, onlar onun için sürekli istiğfar ederler. Allah Arşı, Kürsüyü, cenneti ve cehennemi Aşure Günü yaratmıştır. Âdem'in tövbesi o gün kabul edilmiş, İsmail kurban edilmekten o gün kurtulmuş, Yusuf kuyudan o gün çıkarılmış, Yunus balığın karnından o gün çıkmış gibi sayılan onlarca olayın Aşure ile ilgili bir aslı ve ilgisi de yoktur. Kim o gün bir fakiri doyurur, bir yetimin başını okşarsa ümmetin bin fakirini doyurmuş sevabı alır, bin hac ve umre sevabı alır, yabani hayvanlar bile o gün oruç tutarlar. Kim o gün sürme çekerse, musafaha ederse şu kadar sevap alır gibi haberler birer çirkin yalandan ibarettir.
Aşure Günü'nü eğlence ve ışıklandırmalarla bir kutlama günü yapmak da dinimize uygun değildir.

Bütün müminlerin göz nuru Hz. Hüseyin'in Aşure Günü şehit edildiği gerçektir. Bu olay azıcık imanı olan her mümini dilhûn eder. Hatırlayınca üzülür ve zulme lanet okuruz, ancak o gün yas tutup ağlayıp dövünmek, kan akıtmak cahiliye adetlerinden çirkin birer bidattirler.

“Hz. Nûh'un Cûdi Dağı'na inmesi Aşure Günü'dür hadisi” zayıftır. Gemideki insanların azıklarından arta kalanlarla karıştırıp bir çorba yapılması söyleminin aslı yoktur. Dolayısıyla Aşure Günü aşure tatlısı yapıp dağıtmanın da dini bir dayanağı bulunmamaktadır. O güne denk getirilerek bundan bir sevap umulursa bidat işlenmiş olur. Yoksa aşure tatlısı çok güzel bir tatlıdır ve yemek kültürümüz olarak devam ettirilmelidir.

Hz. Peygamber'in hicreti sanıldığı gibi Muharrem'de değil Rabiulevvel ayındadır.

Diyebiliriz ki, Hz. Peygamber'in dediklerini ve demediklerini öğrenmek suretiyle böyle zamanlar için uydurulan sözleri ayıklamaya çalışmak böyle günlerde yapılacak en güzel ibadetlerden biridir. Mübarek olsun.


Devamını Oku »

HİCRET -3



BİZİM HİCRETİMİZ NASIL OLACAK?

Öyleyse bizim hicretimiz nasıl olacak?

Hicret, Allah rızası için; anadan, babadan, evlattan, yardan, diyardan, maldan, mülkten hatta candan vazgeçmenin ibretli ve meşakkatli bir öyküsü; Yüce Dinimizin rahmet yüklü mesajlarını bütün insanlığa ulaştırmak için çıkılan kutlu yolculuğun adıdır.

Bizim hicretimiz hayatın hemen her boyutuna sıçramış fuhşiyat ve haram bataklığından hasbel kader sakınmakla olacak.Bir hadiste, “Muhacir Allah’ın yasakladığı kötülük ve günahları terkeden kimsedir” denilmekte, başka bir hadiste de hicretin “kötü şeyleri terketmek” anlamına geldiği belirtilmektedir. Hicretin ahlâk ve zühd ile ilgisine işaret eden âyet ve hadisleri dikkate alan mutasavvıflar bu kavramı hem “haramları terkedip kötülüklerden uzaklaşmak”, hem de “nefsi terbiye etmek maksadıyla yolculuğa çıkmak” veya “kalben ve zihnen halkı terketmek” anlamında kullanmıştır.Hz. İbrahim'in (as) dediği gibi, hepimiz Rabb'imize hicret etmekteyiz. Geçici olan bu dünyadan, ebedi olan gerçek âleme doğru göç etmekteyiz. Buradaki hicret, Sevgili Peygamberimizin bir hadislerinde buyurduğu gibi, Allah'ın yasaklarını terk etmektir. Ne mutlu hicret edenlere. Ne mutlu yüreklerinde hicret ruhunu taşıyanlara.. 

Bizim hicretimiz Allah’ın kanunlarını çiğnemeye memurmuş gibi sürekli haram yayın yapan televizyonun bulunduğu bir odadan “Rabbimin rızası burada değil” diyerek diğer odaya geçmekle olacak. En önemlisi evden atmakla olacak.

Bizim hicretimiz ucu gayet kârlı gözüken ancak üstünde faizin tozu bulunan bir işi “Rabbim bundan razı olmaz, varsın buradan kâr etmeyeyim” diyerek terk etmekle olacak.

Bizim hicretimiz dünya ile dinin çakıştığı her türlü işte bir an bile duraksamaksızın Dünya’ya tekmeyi vurmakla olacak.

Kısacası bizim hicretimiz, Sosyalizm’in, Kapitalizm’in, Emperyalizm’in bilinç altımıza yerleştirdiği her ne varsa bunlardan temizlenmek, arınmakla olacak.

Devam eden tek şey mücadeledir. İslamın uygulanması ve yaşanamsı için çalışmak ve mücadele azmini bırakmamakla olacak. Dünyevileşme hastalığına düşmeden Allah rızası için çalışmak ve gayret etmek. Değişen ise mücadele şekli ve mücadele edilen güçlerdir. Mevzunun ortak paydası ise her zaman bellidir: İtaat edilecek yegâne merci olarak sadece Allah ve Resulü’nü tanımak, bunun dışında ne varsa reddetmek.

HİCRET'TE YAŞANAN MUCİZLER 

Resûlûllah Sallâllahu Aleyhi ve Âlihi ve Sellem Efendimiz, hicret esnasın­da birçok İlâhî ihsanlara ve mu’cizelere mazhar olmuştur:

a-) Kâfirlerin Darün Nedve’deki toplantılarını, Allah-u Teâlâ, kendisine Hz. Cebrâil vasıtasıyla haber vermiştir,

b-) Hazret-i Ali’yi kendi yerine yatıran Efendimiz, Haz­ret-i Ali’ye “Onlar sana bir zarar veremez!” diyerek, garanti vermiş ve aynen dediği şekilde çıkmıştır,

c-) Evi­nin etrafını abluka altına alan düşmanlara karşı, Allah-u Teâlâ’nın ta’limi üzerine, Kur’an’dan bazı ayetler (Yasin: 1-9) okuyarak ve bir avuç da toprak yüzlerine karşı atarak çıkmış, hiç bir kâfir kendisini görmeden aralarından çıkıp gitmiştir,

d-) Sevr mağarasın­da iken, mağaranın ağzı örümcek ağı ile kapanmış, hatta bir kısım rivayetlere göre aniden bir ağaç bitmiş ve iki güvercin üzerine yuva yapmış olarak karar kılmıştır.

e-) Gerek bu sâikler, gerekse kalbî ve ma’nevî tahavvülât yüzünden olsun, müşrikler mağaranın ağzına ve yanı başına geldikleri hal­de, başlarını kaldırıp mağaranın içerisine bakmamış-bakamamış, böylece Allahu Teâlâ, yüce Habibini ve arkadaşını hıfz-u siyanet altına almıştır,

f-) Resûlûllah Efendimiz, gerek mağarada ve gerekse Suraka’nın ta’kibatı esna­sında sürekli olarak endişelenen Hz. Ebubekir’i “Üzülme, Allah bizimle bera­berdir!” şeklindeki ikâzlarıyla teskin etmiş, sükûnete kavuşturmuş; böylece, Allah-u Teâlâ’nın bildirmiş olmasından dolayı, ‘‘Hiç bir zarara uğramadan mahall-i ikamete gideceklerini kesinkes imâen ve işâreten, hatta çoğu kez ‘sarahaten’ bildirmiştir.”

g-) Yolda Ümm-ü ma’bed ve çoban başta olarak, bir kaç kez sütsüz koyundan süt sağma ve sütü bollaştırma mu’cizeleri göstermiş, bu vesile ile birçok kim­senin İslâm’a girmesi gerçekleşmiştir,

h-) Suraka’nın ‘beddua’ sonucu atıy­la kumlara gömülmesi, ‘dua’ sonucu da kurtulması, yine mu’cizât-ı Nebevi’dendir.

ı-) Resûlûllah (asm) Efendimiz, henüz iman etmemiş olan Suraka’nın iman ederek, ileride gerçekleşecek cihanşûmul fetihlere iştirak edeceğini ve İran’ın feth olunup, kisrâsının bileziklerini Suraka’nın takınacağını haber vermiş; böylece ileride Suraka iman etmiş, İran feth edilmiş ve kisranın bilezikleri de Suraka’ya Hz.Ömer tarafından takılmıştır.

j-) Resulullâh aleyhissalâtü vesselam Efendimiz, Medine’ye girerken, “Devenin önünü serbest bırakın, o me’murdur, gideceği yeri bilir.”şekildeki ifâdeleriyle, hem devenin Allah tarafından ilhama mazhar kılınmış olduğunu, hem de kendisinin de bu durumu bildiğini beyan buyurmuştur. Üstelik devenin, kendisinin kalbi­nin mütemayil bulunduğu Ben-i Neccâr’ın mahallesine gitmesi ve onların top­rağında çökmesi ile, çöktüğü yerin mescid mahalli olarak sabit olması da ayrı ayrı birer mu’cize hüviyetindedir…

Böylece; Allah’ın yüce Resûlü (sas) ile gerçek Eshabının ve mübârek Nesl-i Pâkinin ve onların ger­çek vârislerinin ‘yâkinî iman’, ‘hicret’, ‘cihâd’ ve ‘şehadet’ten oluşan nurlu ‘hayat’larının ‘müşâhhâs-mücessem İslâm’ ve ‘canlı Kur’an’ olarak biz­lere ‘her cihetten’ ışık tuttukları, ‘nûmune-i imtisâl’ oldukları; ‘mutlak kurtuluş’un, ‘ebedî saadetin’, gerçek ‘salâh’ın ve ‘felah’ın da onlara iktidâ ile hâsıl olacağı, güneş gibi ve sarâhâten anlaşılmış olmaktadır.. 
Devamını Oku »

HİCRET -2



Peygamberimiz(sas) ve Ashabı'da Mekke'de yoğun şiddet, baskı ve yıldırma yaşarken Medine'den gelen bir grubun Akabe Biatları denilen görüşmeler sonucunda müslüman olması ile hicretin temelleri atılmıştır.

HİCRİ YIL, HİCRET VE HİCRİ AYLAR

Peygamberimizin (S.A.V) Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicretinin başlangıç kabûl edildiği târihe "Hicrî Yıl" deniyor. Burada, ayın hareketi esâs tutulduğu için buna, "Hicrî-Kamerî Sene" veya "Sene-i Kameriyye" diye de tanımlanıyor.

Hz. Ömer devrinden itibaren Müslümanlar Peygamberimizin Medine'ye hicretini takvim başı olarak kabul etti. Bu sebeple de Müslümanların kullandığı takvimin adı Hicrî takvim oldu. Hicrî senenin kabûlünden beri asırlardır İslâm âleminde 1 Muharrem sene başı olarak kabûl edilmiştir.

Hicrî sene de mîlâdî ve rûmî târihler gibi 12 ay esâsına dayanır ve Muharrem ayı ile başlar, Zilhicce ile sona erer. Ayların adları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîul-evvel, Rebîül-âhir, Cemâzil-evvel, Cemâzil-âhir, Receb, Şâbân, Ramazân, Şevvâl, Zil-kâde, Zil-hicce.

GÖREVLER EHLİNE VERİLMELİDİR

Pegamber Efendimizin(sas), hicrette Abdullah b. Uraykıt’(Erkat)ı kılavuz olarak istihdam etmesi ve ücretle kiralaması, gerektiğinde ‘sadık ve güveni­lir’ gayr-i müslimlerden de ‘zaruret halinde’ istifâde edilebileceğini gös­termektedir… Ve Ümm-ü Ma’bed ile çobandan süt istenmesi de; ihtiyaç duyul­duğunda henüz iman etmemiş kimselerden ‘gıda’ ve benzeri zaruri ihtiyaç mad­delerinin istenmesinin câiz olduğunu, bunun bir ‘Züll’ olmadığını isbât et­mektedir

Hicret edilirken ve sefere çıkılırken, bir davada çalışılırken,yola çıkılırken ‘tek başına’ gidilmemesi ve yanına bir ‘arkadaşın’ alınması, arkadaşın da ‘en sâdık’ olanlardan se­çilmesi gereklidir. Zirâ Efendimiz böyle yapmış, Hz. Ebubekir gibi sâdık bir yarânını yanına almış, Amr b. Füheyre gibi bir yardımcıyı da yol arkadaş­lığına katmıştır.                        


MÜSLÜMAN ŞİDDETİN TARAFTARI DEĞİL ŞEFKATİN VE MERHAMETİN SAVUNUCUSUDUR

Resûlûllah Sallâllahu Aleyhi ve Sellem Efendimizin, haddinden fazla zulüm, baskı, ezâ ve işkencelere ma’ruz kaldığı halde ‘tahammül’ et­meleri, ‘mukavemet göstermemeleri’ ve eshabını da ‘toplu şekilde’ bundan men etmeleri ile; “İslâm’ın büyük halk kitlelerine en kısa zamanda yayılmasını ve kamuoyunun kalblerinin feth edilişini istihdaf edinmiş” bulunmaktadır… Zirâ; insanoğlu fıtrâten zalimlerden ve zulümden şiddetle nefret eder, maz­luma, mağdura ve mustaz’âfa da kalben temâyül ederek şefkat-rikkat ve mer­hamet gösterir. İslâmî hareket, dâima ‘mazlum mağdur ve mustazaf’ olduğu­nu; muhâliflerinin de ‘zalim, cani, gaddar ve kan içiciliğini’ bil-fiil göste­rip isbatlamalıdır. Ki; kamuoyunun fiilî, hiç değilse kalbî desteğini al­sın ve kutsal da’vası halk yığınlarında kabul görsün, sempati uyandırsın.

İSLAMİ ÇALIŞMALAR FARKLI YÖNETEMLERLE YAPILABİLİR

İslâmî hareketin tebliğ usûlü; zeminine-zamanına ve muhataplarına göre ‘değişiklik’ arzeder. Bazen ‘gizli,’ bazen ‘aleni,’ bazen ‘ferdi ve hususi,’ bazen de ‘toplu ve umumi’ planda ‘tebliğat’ yapılır. Gizlilik fertlerle, fertlerin ‘kimliği, yeri ve tavrıyla’ alâkalıdır. Dar’ül-Erkam’daki durum, işte bununla ve ‘eğitimle’ ilgili “mahfî” bir harekettir. ‘Hicr: 94, Şuârâ: 214’ ayetleriyle birlikte âlenî ve umumi tebliğe başvuran Allah’ın Resûlü (asm) hiç bir zaman ‘hakkı gizleme’ yoluna başvurmamış “genel bir usül” diye asla ders vermemiş; Yüce İslâm dini, bu tür bir tavizi katiyen tecviz etmemiştir. Ancak, münferid plânda ‘ikrah-ı mülci’ durumlarda buna cevaz vermiştir.

HİCRET, CEMAATEN DEVLETE GEÇİŞTİR

Hicret aynı zaman da cemaatten devlete geçiştir. Müslümanlar Medine'ye göç ederek orada İslamın ilk devletini kurmuşlardır. Site İslam devleti adı verilen ilk islam devletinde İslamın kuralları uygulanmıştır. Çünkü İslam devletsiz yaşanamaz. İslam sadece ahlaki kurallardan ibaret olmayıp devletle ilgili,hukukla ilgili, muamelatla ilgili kurallar var olduğundan bunların uygulanması ancak İslamidevlet anlayışı ile mümkündür. Müslümanlar Medineye göç etmeyip Mekkede kalsalardı devlet kendilerinin olmadığı için islam gerçek manada yaşanamazdı. İslamın emdeniyeti Medine'de kurulmuş buradan dünyaya yayılmıştır.

İSLAMIN İLK ANYASASI İLAN EDİLMİŞTİR

İslamın ilk anayasası olan Medine Sözleşmesiveya Medine Mukavelenamesi Medide'de yayımlanmıştır. İslamın özgürlük anlayışı, devlet anlayışı ve anayasası burada kıyamete kadar tüm müslümanlara örnek teşkil edecektir.

TÖHMET ALTINDA KALMAYAN LİDER

Hz. Ebubekir gibi sâdık bir arkadaşın ve güçlü bir mü’minin de­vesini Efendimize takdim etmesi; Medine’de de Ensar’ın mescidin yerini hibe etmek istemeleri karşısında, red cevâbı veren ve ücretlerini vermeden onları ka­bul etmeyen Allah’ın yüce Resûlü (asm), İslâmî hareket öncülerine emsalsiz bir örnek olmuş; en yakınlardan da olsa hiç kimsenin minneti altına girilme­den ve İslâmî hareket üzerinde en küçük bir leke ve şâibe uyandırılmadan hareket edilmesini ders vermiştir. Bilhassa ‘çıkarcılığın’ ön plânda olduğu günümüz dünyasında bunun çok büyük önemi vardır. Günümüzde İslâmî hareketin içerisinde, hatta önünde imiş gibi görünen nice popüler(!) şahsiyetler, yüce Resûl’ün bu İlâhî ve nurânî prensibini ihmâl ettiklerinden dolayı, İslâmî hareketler büyük ölçüde darbe yemekte; geniş halk kitlelerinin bu hareketlere iltihak etmelerine büyük bir mâniâ teşkil etmektedir.

MÜSLÜMAN EMİN YERDE KALIR, KALDIĞI YERİ EMİN KILAR

Hicretin ‘gerekli’ olduğu durumlarda; Hicret öncesi, müslümanlar için ‘emin’ beldeler tesbit edilme­li; bu tesbitten sonra müslümanların oraya hicretleri te’min edilmelidir. Efendimiz (asm), yaptığı tahkikat sonucu Habeşistan’ın emin bir belde olduğu kanâatine varmış, ondan sonra oraya hicreti tavsiye etmiştir. Bilâhere Medineli önde gelen şahsiyetlerin müslüman olması, ard arda iki defa Akabe biatının yapılması üzerine de Medine daimî hicret yurdu olarak seçilmiş ve müslümanların oraya hicret etmeleri tavsiye ve teşvik edilmiştir. Böylece; müslümanların ‘dağınık, meçhul, şüpheli ve tehlikeli yerlere’ gitmeleri önlen­miş, birlikleri ve güvenlikleri sağlanmıştır.                        



Devamını Oku »

HİCRET -1


HİCRET

“Hicret, Hicri Takvim’in başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Ancak Muharrem ayında gerçekleşmemiştir. Takvim tarihlendirmesi, ay değil yıl bağlamında baz alınarak hesaplanmıştır. Efendimiz (sav)’den daha önce göç edenler olmuştur. Ancak Peygamber Efendimiz (sav) bu kutlu yolculuğa Rebiulevvel ayının ilk günü çıkmıştır.”


Hicri tarih, Hz. Muhammed (s.a.s.)'in Mekke'den Medine'ye hicretiyle başlar. Ancak takvim başlangıcı olarak bu tarih, Hz. Ömer devrinde kabul olunmuştur. Ondan önce arapların belli bir tarihi yoktu. Bazı önemli hadiseleri (Hz. İbrahim'in ateşe atılışı, Fil vakası vb.) tarihe başlangıç olarak gösteriyorlardı.

Hicretten on altı yıl sonra (638), dönemin halifesi Hz. Ömer'in emriyle Medine'de bir meclis toplanarak, tarih meselesine bir çözüm bulunması istendi. Hz. Ali'nin teklifi ve mecliste bulunanların kabulü ile Hz. Muhammed (a.s)'in hicreti, İslâm tarihine başlangıcı ve Muharremin de bu yılın ilk ayı olması kararlaştırıldı. Böyle bir uygulamanın konulmasına sebep olarak şu iki husus gösterilmektedir. Hz. Ömer devrinde ibraz edilen bir borç senedinde ödeme için vâde tarihi olarak gösterilen Şaban ayının, geçen yılın mı yoksa gelecek yılın mı olduğu kestirilememişti. Ayrıca aynı dönemde Basra valisi olan Ebu Musa el-Eş'arî'den gelen bir yazıda; Hilâfet makamından gönderilen kâğıtların hangisi önce hangisi sonra olduğu ve hangisinin hükmüyle hareket edilmesi gerektiğinin bilinmediği cihetle, bu sorunun acilen halledilmesi isteniyordu. Bu nedenlerle Hicret İslam tarihine başlangıç teşkil etmişti.             

Peygamberimizin Medine'ye hicretinden alınacak dersler ile ilgili görsel sonucu;

Siyer-i Resûlûllah Sallâllahu Aleyhi ve Sellem’in çok önemli bir bölümü ve merhalesi olan “Hicret-i Seniyye”‘nin düşündürdükleri ve ondan alınacak dersler, öğütler ve ibretler:

Hicret, terk etmektir. Bu terk ediş dün “Rabbim Allah” demenin yasak olduğu bir ortamda Muhacirlerin “Rabbim Allahtır” deyip hükümlerini icra edebilecekleri bir ortama yani Medine'ye göçnünden veya intikalinden ibaretti. Daha öncesinde ashab-ı kehf de yaşamıştı bu hicreti. Rabliğini ilan eden Dekyanus’un huzurunda “Sen de bizim gibi bir beşersin. Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin rabbidir” diyerek yaşamışlardı bu hicreti. Bir mağaraya girmiş orada saklanmışlardı. Rableri onları yıllarca uyutmuş sonra uyanmışlardı. Hz. Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in ve Mekkeli müslümanların Medine’ye göçünü ifade eder. Medine’ye göç eden müslümanlara muhâcir, Resûl-i Ekrem (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e ve muhâcirlere yardım eden Medineli müslümanlara da ensâr unvanı verilmiştir.                



Devamını Oku »

İLİM TALEBESİNE NASİHATLAR -1 📖💔💚☝


Bu yazıları ve nicelerini bizlerle paylaşan ve bloğuma koymamda teşvik eden sevgili hocam 
Sevgi Binabdullah'a sonsuz teşekkürlerimle 

   

 ALLAH'a güvenen hiç kimse yalnız ve çaresiz değildir. O öyle Rahîm, öyle Latîf bir Allah’tır ki, bizi bizden iyi bilir, bize bizden daha fazla merhamet eder. Ona güven. Yunus gibi güven, İbrahim gibi güven. Sen güvenirsen O da seni okyanusların dibinde, ateşin ortasında yalnız bırakmaz. Asla bırakmaz, asla!

Yeterki bu güvenme, sözle söylenmiş ama tavırlarla desteklenmemiş bir güvenme olmasın. Ona güven; güvendiğin için de:

– Asla Rabb’imizle ZAMAN YARIŞINA GİRME. Akışın O’nun murad ettiği zaman ile yürümesini kabul et. O ne zaman dilerse o zaman oluşacak aradığın ilim, bunu bil. Senin duvarındaki saate bakma, onun işlettiği zamana uy. Sabırlı ol. On yıl sabırlı ol. Elli yıl sabırlı ol. Bir asır sabırlı ol. Sabır kelimesi sözlükten silinse bile senden silinmesin asla! 

Sen bu arada her gün bir hazine alıyorsun gibi HEYECANLI TUT KENDİNİ.

ÖĞRENDİKLERİNLE ölçme gelişmeni. Ölçümün, Rabbinden beklentin olan “O’nun için ilim öğrenme” yolu üzerinde olsun. Bu da ibadet kalitesinde iş yapman demektir. Namaz kılarken rekât sayıp kendine puan yazmadığın, aksine namazı huşu içinde kılmaya çalıştığın gibi yap bu işi de. 

ÖĞRENME YOLUNDA OL. Öğrendiğinle amel etmeye çalış. 

RİYADAN VE GOSTERİSTEN KAÇIN. Bilhassa hanımların meraklı olduğu ‘şunu yaptım, şuna erdim’ edebiyatından uzak dur.

– ALLA H ’a GÜVENİYOR OLMAK, ALLAH IN ’ın RAZI olmayacağı işlerden uzak kalmaktır. Ona güvenen onun razı olmayacağı işi yapmaz. Başta haramlar olmak üzere Şeriat’ımızın nehyettiği şeyleri kendinden uzak tut. O işleri yapanlardan da uzak kal. Bu tavrın senin güvendeki samimiyetini gösterecektir.

– Güvenin devamı için dua ediyor olman gerekir. Sabah akşam dua et. Yürürken, yemek pişirirken, spor yaparken dua etmelisin. DUA, SENİN hızın VE heyecanındır. Arapça dua et, Türkçe dua et, Latince dua et. Dilinle dua et, kalbinle dua et, ellerinle dua et. Kalemin dua etsin. Defterin dua etsin. Kitaplığındaki kitaplar dua etsin.

Şöyle de diyebiliriz: Duan kadarsın, duan.

📚 İlmi ibadet olarak gör.
İbadetten namaz kılarken ne anlıyorsan ilimden de onu anlamalısın. Herkes gibi değil talebe gibi bak ilme. 
Bu şu demektir: Eğer bir gün namaz kıldığın zaman ‘namaz’ ibadeti senin için yeterli oluyorsa, okuduğun bir kitap veya dinlediğin bir ders de yeterlidir diyebiliriz. Hayır her gün aynı namazı kıldığın hâlde ertesi gün hiç kılmamış gibi namaza sarılıyorsan ilmi de öyle yapacaksın. 
Bıkmayacaksın, usanmayacaksın. Tekrardan lezzet alacaksın...                      
Devamını Oku »

HAC ve KURBAN -4

       

     ALLAH Teâlâ’nın verdiği en büyük nimetlerden biri olan zaman, su gibi akar ve bir daha geri gelmez. Hele bu “sayılı günler” olursa, bir de Kutsal iklimde coşku ve heyecanla geçirilen sınırlı bir zaman dilimi ise, bir rüya gibi gelir insana. Daha o mübarek mekânlara alışayım, doyasıya yaşayayım derken, yoğun hac görevlerinin tamamlanmasıyla bir de bakarsınız ayrılık vakti gelivermiştir. Hacı “Kavuşmak güzel de, bir de ayrılık olmasa!” diye hüzünlenir. Belki de ilk defa kendi evine dönüşüne sevinemez.



ALLAH Teâlâ’nın evinden ayrılıp, kendi evine gidesi gelmez. Zoraki annesinden koparılan küçük bir çocuk misali, boynu bükük, gözü yaşlı, yüreği dağlı, hüzünlü bir şekilde çaresiz veda eder.




Aslında fani olan insanın geçici ömrü de böyle değil mi? İnsanın hayatı da nihayet sayılı günlerden ibaret değil mi? Keşke geçirdiğimiz zamanlar, hep bu iklimde geçirdiğimiz günler kadar bereketli ve iyi değerlendirilmiş olsa...



“Taze hacılar” şimdi sudan çıkmış balığa dönmüştür. Âdeta Cennet gibi bir iklimden, günah soğuğuyla dolu bir dünyaya dönüşün şaşkınlığı içerisindedirler. Tıpkı kızgın demirin suya daldırılışı gibi. Muhabbe-tullahın âdeta elle tutulur, gözle görülür hale geldiği, kâinatın sevgilisinin kokusunun hissedildiği beldelerden ayrılmak kolay mı?




Kâbe’den ayrılırken, hacının kalbinde fırtınalar eser. Bir taraftan böyle bir imkâna kavuştuğu için, içinde taşıdığı sonsuz şükür duygusu, dünya Müslümanlarıyla beraber olmanın sevinci, İslâm tarihini yerinde okumanın kazancı, ALLAH Teâlâ’nın misafiri olmanın verdiği iç huzur, haccı ifa etmenin verdiği hoşnutluk; diğer taraftan henüz Kâbe’ye, Zemzem’e ve Arafat’a doyamadan, belki de bir daha kavuşamamak üzere ayrılık... Haccının kabul edilip edilmediğinden emin olamadan ayrılık. Belki de şeytanı dize getiremeden, nefsini dizginleyemeden ayrılık... Yeterince arınamadan, manevi dirilişi ve silkinişi tam olarak gerçekleştiremeden ayrılık...




Bu duygu ve düşünceler içerisinde, bedenen ayrılmak zorunda olan hacı, kalbini Kâbe’de bırakamayacağı için, Kâbe’yi yükler yüreğine. ALLAH Teâlâ’nın evi olan Kâbe ile, ALLAH Teâlâ’nın nazargâhı olan kalbini birleştirir. Bundan sonra yüzünü her namazda Kâbe’ye çevirmekle kalmayacak, damarlarındaki kan, her an tavaf edecek yüreğindeki Kâbe’yi. Ölünceye kadar şirkin, küfrün, nifakın, fıskın giremeyeceği bir Harem bölge ilan ettiği kalbini, ruhunu iman, ihsan, takva ve sabır duygularıyla güçlendirdiği Mekke-i Mükerreme’den, yüreğine Kâbe’yi yükleyerek ayrılır. ALLAH Teâlâ’ya verdiği ahdi, sözü yenileyerek Hacer-i Esved’de biatını tazeleyerek döner.




Yüklendiği sadece Kâbe değildir aslında. ALLAH Teâlâ aşkı, ALLAH Teâlâ sevgisi, peygamber sevgisi, sahabe sevgisi, Müslümanlara karşı sevgi, saygı, kardeşlik duyguları... Bunların yanında, kardeşlerinin dertleri, sıkıntıları, yoksullukları, geri kalmışlıkları ve bütün bu olumsuzluklar karşısında bir şey yapamamanın üzüntüsü vb. nice duygular yüklenmiştir. Yoğunlaştırılmış hac eğitiminde bütün Müslümanların kardeş olduklarını, aynı inanç, ibadet ve ahlâka sahip olduklarını yaşayarak öğrenmiştir. Dilleri farklı olduğu için konuşamasalar da, beden dilleriyle tek bir vücut olduklarını kavramıştır.




ALLAH Teâlâ’nın evinden kendi evine dönerken, bu dönüşün aslında yine ALLAH Teâlâ’ya yapılan bir dönüş olduğunu bilir.



Zühdü ilke edin. Zühd, dünya işlerini terk etmek değildir. Zühd, dünyaya meyletmemektir. Parayı kalbine değil kasana koymandır. Bir camiye kapanıp gün boyu namaz kılarak zühde girmiş olmazsın. Yine ticaret yap, fabrikanda çalış. Ama yeğlediğin ahiret yurdu olsun. ALLAH'a itimadın sonsuz olsun.



Ahlâkını yüceltmeye devam et. Gözünü, kulağını haramdan koru.




Kur'an tilavetini ihmal etme. İlim meclislerine katıl. Kesinlikle hadis oku, fıkıh oku. Bir tefsir dersi izle.




Hacılara üç not




En büyük medreselerden biri olan haccı eda eden Müslüman, toprağın üzerinde iken bahşedilebilecek en büyük nimetlerden birini yaşamıştır. Tevhid ve teslimiyetin en çok ortaya çıktığı yerlerden biri olan hac, vahdet, adalet, denge, nefis terbiyesi ve ahlâk gibi bu ümmete ait meziyetlerin sindirildiği bir yer ve zamanı ihtiva etmektedir. Hac ibadeti ile müşerref olan bir Müslüman bunları düşünmelidir.




Bütün ibadetlerde olduğu gibi hacc ibadetinde de bir muhasebe yapmak gerekir. Haccın kalıcılığı, tesiri için gereklidir. Haccı Mekke-i Mükerreme'de bırakıp gelmek büyük bir kayıptır.




Birinci not: Şükret. Hacca layık bir şükür yap.




Milyonlarca mü'min arasından sana nasip oldu bu nimet. Seçilmiş olduğunu bil. Seni seçen ve Kâ'be'de bekleyen Rabbine şükretmen gerekir. En mübarek yerlere, en mübarek zaman diliminde ulaştın. Sıhhat ve afiyet içinde haccettin. Yüzün gülsün, için dolsun, gözlerin taşsın. Haccın coşkusu seni mutlu etsin. Aylarca, yıllarca o heyecanı kaybetme. Şükretmek, sadece 'elhamdülillah' deyivermek olamaz. Şükür, yürüyüşünde, tutuşunda belli olur. Konuşurken anlaşılır.




İkinci not: Haccetmeye şükret; evine kazasız, belasız dönüşüne şükret. Bıraktığını bulmana şükret. Şükrün gece sürsün, gündüz sürsün.




Haccın bütününe şükret, haccın içinde kazandıklarına şükret. Umreye şükret. Rengârenk din kardeşlerini görmene şükret. Günahlarından arınmana şükret. Zemzeme doymana şükret. Tarihin derinliklerini gözlerinle görmene şükret. Yolculuğunun iyi geçmesine şükret.




Üçüncü not: Sehl b. Sa'd es-Sâidî (R.A.) şöyle dedi: Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimiz Hayber harbinde müşriklerle savaşmakta olan bir adama baktı. O adam savaştaki yeterlilik bakımından en büyüklerdendi . Ona baktı da:




“Her kim cehennem ehlinden bir adama bakmak isterse, şu adama baksın!” buyurdu.




Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimizin bu sözü üzerine sahâbîlerden bir zât hiç ayrılmaksızın o adamı ta'kîb edip gözledi. O adam sonunda yaralanınca çabuk ölmek isteyerek kendi kılıcının sivri ucunu iki memesinin arasına koydu. Sonra üzerine dayanıp yüklendi, kılıç iki küreği arasından dışarı çıktı ve öldü. Onun bu işi Hz.Peygamber (S.A.V.) efendimize ulaşınca:




“Kul, insanların görüşünde cennet ehlinin amelini yapar, hâlbuki o, muhakkak ateş ehlindendir. Yine kul insanların görüşünde ateş ehlinin amelini yapar, hâlbuki o, cennet ehlindendir. Ameller ancak ölüm sırasındaki sonlarına göre değerlendirilir.”9 Buyurdu.



Büyük bir gayretin boşa çıkması, biriktirdiklerinin heba olması ne büyük bir afet olur. Hac en büyük yatırımlardandır. Onu korumak, onunla ölmek hedefin olmalıdır.




Eskilerin sık kullandıkları bir benzetme vardır. O hepimiz için öğüt olmalıdır. Derler ki: İyi yere güvenip aldanma. Cennetten daha iyi bir yer mi vardır? Hz.Âdem (A.S.)ın başına gelen de orada gelmedi mi?




Hiç ara vermeden ALLAH Teâlâ'nın rızasını  kazanacak işlere yoğunluk ver.




Haccettin, yolun açıldı. Mola verme. Kendini ibadetten emekli olmuş biri zannetme. Asıl şimdi gayret zamanıdır diye düşün.




Hac, çok büyük bir ibadettir. Mekke-i Mükerreme'de bırakılıp gelinmeyecek kadar büyüktür. Bir ayda, bir yılda etkisi kaybolmayacak kadar ağırdır.




Hacdaki güzellikler anlatılmalı




Hacı, kendisini ziyarete gelenlere hacda şahit olduğu güzellikleri anlatmalıdır. Bu mübarek zaman ve mekânda yaşadığı birçok feyzi, bereketi ve muazzam sahneleri onlarla paylaşır. Milyonların birarada bulunduğu bir yoğunlukta birtakım rahatsızlıklar, olumsuzluklar müşahede etse de, kutsal iklime vefanın gereği, edeben bu gibi hususları anlatmaz. Orada şahit olduğu birtakım olumsuzlukların nasıl bertaraf edilebileceği üzerinde İslâm toplumunun bir parçası olarak kafa yorar. Bunları aktarmak yerine başkalarını teşvik olsun diye gönlünde iz bırakan iyi intibalarını, olumlu sahneleri anlatır. Karşılaştığı bir takım olumsuzluklardan bahsetmemelidir. Hacda kendisini gösteren birçok feyzi, bereketi ve muazzam sahneleri gözardı ederek şikâyetten başka anlatacak bir şey bulamayanların, hacdan gereken istifadeyi sağladıklarını söylemek mümkün değildir.




Aslında hac müslümana, Müslümanların derdini dert edinme bilincini kazandırmış olmalıdır. Çünkü Müslümanların derdini dert edinmeyen, onlardan değildir. Ka’be’nin etrafında müminler denizinden bir damla olarak onlarla aynı kalıba girip de hacdan sonra bu denizin bir damlası olmayı reddetmek, bir hacı için nasipsizliğin en büyüğü olur. Bu yüzden hacının gönlünde din kardeşine karşı en ufak bir kin, husumet ve nefret kalmamalıdır.



Müslümanların, damlaları birbirinden ayrılmayan bir okyanus gibi olmaları gerektiğini düşünerek, kendisini bu okyanusun bir damlası olarak görmeye devam etmelidir. Bu okyanusun içinde birtakım olumsuzluklara şahid olmuşsa, okyanusun bir parçası olarak bu olumsuzlukların nasıl bertaraf edilebileceği üzerinde kafa yormalıdır.




Hac, bu kadar büyük olmasaydı, bir hac bir ömür için yeterli olur muydu, değil mi?




Haccın kazandırdıklarının korunması




Mahşer provası yapmış olan hacı için artık hayat, hacdan önce ve hacdan sonra olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Elbette hac sonrasında açılmış beyaz bir sayfa, lekesiz bir kalp ve inşaALLAH günahları silinmiş bir amel defteri vardır. Hem geçmişe, hem de ahirete bir yolculuk yapan hacı, bu gördüğü ve yaşadığı hakikatlerden sonra, elde ettiği bu safiyetini korumaya gayret etmeli, ondaki bu olumlu değişikliği görenler, hacca özenmelidir.




Müslüman olmak kadar Müslüman ölmek ne kadar önemli ise, hac yapmak kadar hacdan döndükten sonra, orada kazanılan güzel hasletlerin korunması da o kadar önemlidir.⁠⁠⁠



Her ne kadar İslâm’a göre, hacdan döndükten sonra, sorumlulukta herhangi bir değişiklik yok ise de, insanlar, hacıyı örnek bir Müslüman olarak görmek isterler. Halkımızın muhayyilesinde onun “iyi bir Müslüman” haline dönüşmüş olması beklentisi yatmaktadır. 




Bu sebeple Hacdan döndükten sonra hacıların en çok özen göstermeleri gereken hususlardan biri: Yanlış anlaşılmaya sebep olacak tavır ve hareketlerden uzak durmalarıdır. Çünkü olumsuz tutum ve davranışların, hacının çevresinde daha çok dikkat çekeceğini ve İslâm’ın aleyhinde propaganda malzemesi olarak kullanılacağını göz önüne alarak hacı, kesinlikle doğruluktan, dürüstlükten taviz vermemeli, hakkı hukuku gözetmelidir.




Aslında her Müslümanın görevi olmakla birlikte özellikle hacı, İslâm’ın güzelliğini yaşantısıyla fiilî olarak göstermeli, kesinlikle doğruluktan, dürüstlükten taviz vermemeli, hakkı hukuku gözetmeli, İslâm’a uygun olmayan tavır ve davranışlardan son derece sakınmalı; yalan, haksızlık, emanete hıyanet, bencillik, ahde vefasızlık, aldatma, kandırma, eksik ölçme ve tartma gibi gayrı ahlâkî tutum ve davranışlardan daima uzak durmalıdır.                        




Gerek dürüstlük, doğruluk, özü sözü bir olmak... gibi ahlâkî nitelikler açısından ve gerekse İslâmi bilinçlenme noktasından bir hacının, hacdan sonraki İslâmî hayatının hac öncesinden daha ileride olması, makbul bir haccın en açık belirtisidir.




Yaptığı hac, ALLAH Teâlâ’ya saygısını, takvasını ve Ahiret hayatına daha iyi hazırlanma şevkini ne derece artırmışsa, ALLAH Teâlâ nezdinde haccı o derece kabul görmüş demektir. Bundan dolayı hacı, hacdan sonraki hayatını, hac günlerinde konsantre olduğu İslâmi yaşantı doğrultusunda sürdürme çabası içinde olmalıdır, ALLAH Teâlâ’ya verdiği sözü daima hatırında tutarak kötülüklerden, İslâm’ın onaylamadığı her türlü söz, fiil ve davranıştan uzak durmalı, ahdini bozmamalıdır. Umre bitip de memleketine döndükten sonra sırf menfaat, makam, mevki hırsı gibi birtakım basit düşüncelerle hacda kazandığı safiyeti bulandırmamalıdır.




Zaten hacılığın bir vasfı da bu ibadet vesilesiyle anadan yeni doğmuş gibi günahlarını erittikten sonra sılasına dönünce de günah olan her şeyden kaçınıp salih ameller işlemeye karar vermiş olmak değil midir?  



Hacılara olan bu yazıları  sizlerle paylaşmak istedim çünkü ben kendi adıma çok faydalı buldum inşaallah hacca giden ve gitmek isteyenler de faydalanırlar 
Allah yazandan Razı olsun
Ve hepimize haccı mebrur yani kabûl olunan hac nasip etsin ...AMİN

Bu yazıları ve nicelerini bizlerle paylaşan ve bloğuma koymamda teşvik eden sevgili hocam 
Sevgi Binabdullah'a sonsuz teşekkürlerimle ....Rabbim haccını mebrur eylesin ...AMİN



































Devamını Oku »

HAYRA ÖNCÜLÜK ETMEK -1

 KAYNAK :Riyazussalihin

20- باب في الدلالة على خير

HAYRA ÖNCÜLÜK ETMEK

والدعاء إلى هدى أو ضلالة

DOĞRULUK VEYA SAPIKLIĞA ÇAĞRIDA BULUNMAK

Âyetler

قال تعالى:  { وَلَا يَصُدُّنَّكَ عَنْ آيَاتِ اللَّهِ بَعْدَ إِذْ أُنزِلَتْ إِلَيْكَ وَادْعُ إِلَى رَبِّكَ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ } .

1. “Sen Rabbine davet et.”  Kasas sûresi (28), 87

Âyet-i kerîmenin tamamının anlamı şöyledir: “Allah’ın âyetleri sana indirildikten sonra, o inkârcılar seni tebliğden alıkoymasın. Sen Rabbine çağır, sakın Allah’a ortak koşanlardan olma.”

Bütün peygamberlerin birinci derecedeki görevi, dâvet, yani insanları Allah’ın yoluna çağırma olarak kabul edilir. Mü’minlerin vazifesi, dine dâveti her zaman ve her şartta yerine getirmek sûretiyle peygamberlerin görevlerini sürekli kılmaktır. Ümmet, kıyamete kadar bu sorumluluğun altındadır. Değişen ve gelişen dünya şartları içinde, tebliğ vazifesinin ihmali söz konusu olamaz. İslâm’ı bütün çağlarda ve dünya coğrafyasının her köşesinde tebliğ etmenin şartları, usül ve üslûbu, insanların içinde yaşadığı yeni durumlar muvâcehesinde değişse de, duraklaması, vazgeçilmesi veya geçiştirilmesi düşünülemez. Bugün, İslâm toplumlarının en büyük eksikliği, düzenli ve sistemli bir tebliğ teşkilâtından mahrum oluşları, ferdî gayretlerle yetinerek, toplu tebliğ yollarını aramayışlarıdır. Fakat Allah’a dâvet, gücünün yettiği ölçüde, her mü’minin görevidir.

وقال تعالى:  { ادْعُ إِلِى سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُم بِالَّتِي هِيَ أَحْسَنُ إِنَّ رَبَّكَ هُوَ أَعْلَمُ بِمَن ضَلَّ عَن سَبِيلِهِ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ } .

2. “Sen, Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et.” Nahl sûresi (16), 125

Âyet-i kerîmenin devamında şöyle buyurulur: “Onlarla mücadeleni en güzel bir usul ile yap. Şüphesiz ki Rabbin, yolundan sapanları en iyi bilendir, doğru yolda olanları da en iyi O bilir.”

Bu âyet-i kerîme, dine dâvetin usül ve üslûbu ile ilgili temel düsturun nasıl olması gerektiğini bize öğretmektedir. İnsanlara güzel söz ve güler yüzle yaklaşmak dinimizin temel prensibidir. “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” atasözümüz bu gerçeği ne kadar veciz bir şekilde ortaya koyar! Dine dâvet ve Allah’a çağırma metodumuz, Kur’an’ın emir ve tavsiyeleri, Resûl-i Ekrem Efendimiz’in uygulamaları doğrultusunda olursa gerçekçi yaklaşımı sağlayabiliriz. Genel strateji budur; ancak îkazın, uyarının ve bazı kere sertliğin hiç olmayacağı söylenemez. Bunun da yeri, ölçüsü ve şekli Kur’an ve Sünnet sınırları içinde belirlenir.

Hikmet, öncelikle Kur’an ve Sünnet’in şaşmaz hakikatleridir. Bunların açıklanmasına yardımcı olan her doğru söz, hak ve hakikati açıklayan her delil, şüpheleri ortadan kaldıran her gerçek, hikmetin içine girer. O halde, öncelikle İslâm’ı iyi öğrenmek, kavramak ve hayata yansıtmak gerekir.

Güzel öğüt (mev’ıze-i hasene), olaylardan çıkarılan güzel dersler, ibretler; endişe ve korku verici sonuçlardan sakındırmadır. Kur’an ve Sünnet’te bunun pek çok örneklerine rastlarız. Kişi, kendisine anlatılanların, lehine ve kendi faydasına olduğunu kabul etmek zorunda kalır. Hangi çeşit hareketin ve davranışın, nasıl bir sonuç doğuracağını görür ve bilir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, doğru ve yanlışın neler olduğunu bize öğretir. Doğrunun karşılığının mükâfat, yanlışın karşılığının da ceza olduğunu haber verir. Bütün bunları bilerek Allah’a dâvet, en iyi mücâdele tarzıdır. 
                    
وقال تعالى:  { وَتَعَاوَنُواْ عَلَى الْبرِّ وَالتَّقْوَى } .

3. “İyilik ve takvada yardımlaşın.”  Mâide sûresi (5), 2

İslâm’ın emrettiği her şey ve hayrın her  türlüsü iyiliktir. Takvâ,Allah Teâlâ’nın haram kıldığı, yasakladığı işlenilmesinden hoşnut olmadığı şeyleri terketmekle ulaşılan mertebedir.

Bu iyi ve güzel hasletlere sahip olma, onları daha ileriye götürme hususunda birbirimizle yardımlaşmamız emrolunmuştur. Buna karşılık, günah işlemek, haddi aşmak ve bir konuda aşırı gitmek hususunda yardımlaşmaktan kaçınmamız gerektiği de âyetin devamında emredilir. 

Allah  celle iyi ve güzel vasıflara sahip olma konusunda biribirleriyle yardımlaşan kullarından kılsın bizleri          
                                                         
 وقال تعالى:  { وَلْتَكُن مِّنكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ } .

4. “Aranızdan iyiliğe, hayra çağıran bir topluluk bulunsun.”Âl-i İmrân sûresi (3), 104

Âyet-i kerîmenin tamamının anlamı şöyledir: “Sizden iyiliğe çağıran, doğruluğu emreden ve fenalıktan meneden bir topluluk olsun. İşte başarıya erişenler yalnız onlardır.”

Topluluk diye tercüme ettiğimiz “ümmet”tabiri, vasfı itibariyle, sıradan bir topluluğu değil, insanlığın öncüsü olan, çeşitli mezhep ve grupları içinde toplayan, kendisine uyulan örnek bir topluluğu ifade eder. Bu topluluğun en küçük nümûnesi câmideki cemaat olduğu için, onların en önünde duran ve kendisine cemaatin uyduğu kişiye de, imam denilir. İmam ve ümmet kelimeleri aynı kökten türemiştir. Camide cemaatin önderi sayılan ve kendisine uyularak arkasında namaz kılınana imam denildiği gibi, ümmetin başında bulunan kişiye yani devlet başkanına da imam denilir.  Ümmet, bir imam yani bir lider etrafında şekillenmiş en büyük cemaatin adıdır. 

 İyilik ve hayra dâvet eden, emir bi’l-marûf ve nehiy ani’l-münker görevi yapan bir topluluk, bir cemaat oluşturulması, bir lider, önder çıkarılması, dinimizin, imandan sonra bizden istediği pek önemli bir görevdir.

İyiliğe dâvet etme görevini yerine getirebilen müslümanlar, başarıya ulaşır, kurtuluşa ererler. Bu görev, farz-ı kifâyedir. Bu yapılmıyor ve yerine getirilmiyorsa, hiç bir müslüman kendini sorumluluktan kurtaramaz. Her müslümanın görevi, böyle bir ümmeti ve imameti teşekkül ettirme azim ve gayreti içinde olmaktır. Tevhid nizamı bozulunca ortaya çıkan belâlar ve musibetler sadece zâlimlere isâbet etmekle kalmayıp bütün topluma sirayet etmektedir. İslâm ümmeti, uzun zamandan beri bu musibetleri yaşamaktadır. Ümidimiz, musibetlerin uyanma ve şuurlanmaya vesile olmasıdır.

İYİLİĞE
DAVET ETME  GÖREVİNI YERİNE GETİRMEK İÇİN IYILIGIN NE OLDUĞUNU BILMEMIZ GEREKİR 
ALLAH KATINDA IYI OLAN KULLARIN YANINDA IYI OLMAYABİLİR 
O YÜZDEN HERKESİN KENDİNE GÖRE IYISI BIZE KÖTÜ OLABİLİR 

ILK ÖNCE TEK BİR İYİLİK DE BİRLEŞMEMİZ GEREKİR Kİ İMANDAN SONRA Kİ GÖREVİMİZİ YAPABİLELİM
BU İYİLİĞİ TAVSİYE VE EMRETME GÖREVİNİ YAPAN BİR TOPLULUK YOKSA BU GÖREVİ HER MÜSLÜMAN YAPMAK ZORUNDADIR. 
AMA UNUTULMAMALIDIR Kİ
TEK İYİLİK ALLAH KATINDA KABÛL OLUNAN İYİLİKTİR Kİ O DA ALLAH IN KOYMUŞ OLDUĞU KURALLARDIR. 
BİZİM EN BÜYÜK SORUNUMUZ HERKESİN KENDİ DOĞRU VE İYİ OLDUĞUNA İNANDIĞI ŞEYİ KENDİNİN KOYMASI VE ASLA BU İNANDIĞINDAN VAZGEÇMEMESİDİR
GELİN ŞÖYLE DUA EDELİM
EY RABBİMİZ 🌷BİZ İNANIYORUZ Kİ HERŞEYİ EN İYİ BİLEN SENSİN.
BİZE KATINDAKİ DOĞRU VE İYİLERİ 
İYİ OLARAK GÖSTER.SENİN YANLIŞ VE KÖTÜ OLARAK GÖRDÜKLERİNİ DE BİZE BİLDİR VE BİZE DOĞRULARI SEVDİR.
BİZİ BİZE BIRAKMA 
ELİMİZDEN TUTUP BİZİ İYİLİĞE GÖTÜRECEK İYİ KULLARINLA DOST OLMAK NİMETİNİ BİZLERE VER.
BU VAZİFEMİZİ YERİNE GETİREMEDİĞİMİZ İÇİN BUNALIMA DÜŞÜP KENDİNİ HELÂK EDEN MÜSLÜMAN KARDEŞLERİMİZİ DE, BİZİ DE BAĞIŞLA.
BİZ BİLİYORUZ Kİ EĞER İMANLA MUTLULUĞA VE HUZURA KAVUŞTUYSAK BUNU BÜTÜN İNSANLARA ANLATMAMIZ VAZİFEMİZDİR.
BU GÖREVDE BİZE YARDIMCI OL.

AMİN AMİN AMİN.



175- وعن أَبِي مسعودٍ عُقبَةَ بْن عمْرٍو الأَنْصَارِيِّ رضي اللَّه عنه قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « مَنْ دَلَّ عَلَى خَيْرٍ فَلهُ مثلُ أَجْرِ فَاعِلِهِ »رواه مسلم .



175. Bedir ehlinden ve ensardan olan Ebû Mes’ûd Ukbe İbni Amrradıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:

“Bir iyiliğe öncülük eden kimseye o iyiliği yapanın ecri gibi sevap vardır.”                                      Müslim, İmâre 133. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Edeb 115; Tirmizî, İlim 14



Açıklamalar

Nevevî’nin Müslim’den naklettiği bu hadis, bir rivayetin konumuzla ilgili tek cümlesinden ibarettir. Bu rivayetin baş tarafı şöyledir:

Bir adam Nebîsallallahu aleyhi ve sellem’ e gelerek:

– Benim hayvanım helâk oldu, bana bineceğim bir hayvan ver, dedi. Peygamber Efendimiz:

– “Bende de yoktur”dedi. Orada bulunan bir adam:

– Ey Allah’ın Resûlü! Ben, kendisine binek hayvanı verecek bir kimseyi gösteririm, dedi. Bunun üzerine Peygamberimiz yukarıda tercümesi geçen hadisi söyledi.


Hadis, hayra öncülük yapmanın, hayır yapana ve hayır yapılmaya layık olana yardımda bulunmanın faziletine delil teşkil eder. Çünkü hayra, iyiliğe delâlet etmek de bir hayırdır. Hayır yapana ecir ve sevap verildiği gibi, o hayrın yolunu gösterene de sevap verilir. Çünkü her insan bizzat kendisi hayır yapmaya güç yetiremeyebilir. Bundan elde edilen sevabın mutlaka eşit olması da gerekmez. Hayra öncülük ve delâlet, sözle, işle, işaretle veya yazmak sûretiyle olabilir. Delâlet edene ecir verilmesi, hayır ve iyilik yapanın ecir ve sevabından da hiç bir şey eksiltmez

Özellikle günümüzde hayır ve iyilik yapılması gereken bir çok kişi, bir çok islâmî ve ictimâî kuruluş vardır ki ihtiyaç içinde kıvranmakta, çaresiz kalmaktadırlar. Aynı şekilde, hayır yapmak isteyen ve lâyık olanı arayan hayırseverler de bulunmaktadır. Bunlara öncülük ve aracılık yapmak, müslümanların görevleri olmalıdır. Özellikle büyük yerleşim birimlerinde, bunu organize eden hayır kurumları ve vakıfların bulunması kaçınılmaz hale gelmiştir. Bu müesseseleri samimiyetle yaşatmak ve toplumun hizmetinde kullanmak, küçümsenmeyecek hayırlardandır.


Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Hayra öncülük yapmak, hayrı işlemek gibi sevaptır.

2. Hayra öncülük sözle, işle, işaret ve yazı ile olabilir.

3. Hayra öncülük yapana verilen ecir ve sevap, hayır yapanın ecir ve sevabından hiçbir şey eksiltmez.


4. Hayra yönelik teşkilatlanma, günümüzün vazgeçilemeyecek zaruretlerinden biridir.

176- وعن أَبِي هريرة رضي اللَّه عنه أَن رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : «منْ دَعَا إِلَى هُدًى كَانَ لَهُ مِنَ الأَجْرِ مِثْلُ أُجُورِ منْ تَبِعَهُ لا ينْقُصُ ذلِكَ مِنْ أُجُورِهِم شَيْئاً ، ومَنْ دَعَا إِلَى ضَلاَلَةٍ كَانَ عَلَيْهِ مِنَ الإِثْمِ مِثْلُ آثَامِ مَنْ تَبِعَهُ لا ينقُصُ ذلكَ مِنْ آثَامِهِمْ شَيْئاً » رواه مسلم.

176. Ebû Hüreyreradıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:

“İnsanları doğru yola çağıran kimseye, kendisine uyanların sevabı gibi sevap verilir. Ona uyanların sevaplarından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını sapıklığa çağıran kimseye de, kendisine uyanların günahı gibi günah verilir. Ona uyanların günahlarından da hiçbir şey eksilmez.” Müslim, İlim 16. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Sünnet 6;Tirmizî, İlim 15; İbni Mâce, Mukaddime 14


Açıklamalar
Bu hadis, öncelikle doğru ve yanlışı ifade için kullandığımız,hidâyet ve dalâlet diye anılan birbirine zıt iki kavramı tanımamızı sağlayacaktır.

Hidâyet, varılmak istenen hedefe götürecek vasıtayı, yumuşak bir edâ ile göstermekdir. Sadece yolu gösterivermek veya yola götürüvermek yahut da gideceği yere kadar götürüvermek şekillerinden biriyle gerçekleşebilir. Bunlardan birincisine irşad, ikincisine tevfîk denilir. İrşad doğru yolu gösterme, uyarmadır. Tevfîk ise, doğru olan yola koyma, ona uygun hale getirmedir. Özellikle ilâhî yardıma, yani Allah Teâlâ’nın doğru yola iletmesine tevfîk  adı verilir. İslâmî edep sahibi büyüklerimizin “Allah tevfîkini refîk eylesin”    duası ne güzel bir temennidir!
"Allah tevfikinizi yani 
Allah ın sizi doğru olan yola iletmesini arkadaşınız  eylesin"
Biz de böyle dua edelim
Rabbimiz bizi de hidayet ehlinden kılsın.Amin

İnsanların çağırıldığı hidâyet, Allah’ın hoşnut olduğu her hayrın ve iyiliğin adıdır. Kur’an, müttakîler için yani Allah’a en üstün derecede saygı duyanlar için bir hidâyettir. Allah Teâlâ’nın hidâyeti, özellikleri itibariyle sayılamayacak kadar çok olduğu gibi, çeşitleri itibariyle de öyledir. Kur’an insanları irşad ve onlara hakkı göstermek için nazil olmuştur. Dolayısıyla hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı bize Kur’an öğretir. Hakka uymak, doğru olanı yapmak bir hidâyet olduğu gibi, bâtıldan uzak durmak ve yanlışın peşinden gitmemek, hataya saplanmamak da bir hidâyettir.


Hidâyet, sadece, hayrı ve iyiliği istemeye mahsustur. Meselâ, hırsıza ve uğursuza, yanlış yolda yürüyenlere delâlet ve öncülük etmek hidâyet sayılmaz.
Dalâlet, hidâyetin zıddıdır. Doğru yoldan kasden veya yanılarak sapmaktır. Sapıklık, bazı kere gafletten, şaşkınlıktan doğar. Şaşkınlık devamlı olunca bu yolu itiyat (alışkanlık  ve huy) haline getiren kişi helâke, yokluğa sürüklenir.

Dalâlet ehli yani sapıklar, kitaplı veya kitapsız olabileceği gibi, şirke düşmüş veya düşmemiş de olabilir. Bu sapıklık çeşitleri ve sapmadaki dereceleri Kur’ân-ı Kerîm’in pek çok âyetinde konu edilir. Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanların sapıklıkları örneklendirilerek anlatılır. Müşriklerle ilgili âyetlerde kitap ehline kıyasla daha sert ifadelerin kullanılması dikkat çeker. Bunların yanında, “İnkâr edenler, Allah yolundan alıkoyanlar, şüphesiz derin bir sapıklığa sapmışlardır.” [Nisâ sûresi (4), 167] âyetinde olduğu gibi, genelleme yapan Kur’an âyetleri de vardır.

EY RABBİMİZ ;SAPKINLIĞIN HER ÇEŞİDİNDEN;KASDEN VE YANILARAK DA OLSA HER TÜR SAPMALARDAN SANA SIĞINIRIZ. BİZİ HİDAYET EHLI OLARAK YAŞAT VE HİDAYET ÜZERE IKEN EMANETİNİ BİZDEN AL
AMİN AMİN AMİN                        

Bu kısa açıklamalar, bir kimseyi hidâyete davet etmenin ve dalâletten kurtuluşuna vesile olmanın  ne büyük bir nimet olduğunu açıkça göstermektedir. Çünkü hidâyete ulaşanlar, dünya ve âhiret saadetini hak ederler. Buna vesile olanlar da onlarla birlikte sevap kazanırlar. Fakat onların sevaplarından hiçbir şey eksilmez.

İnsanları sapıklığa çağırıp onların hidayet yolundan çıkmasına sebeb olanlar da, onlar bu sapıklık içinde kalıp günah işledikçe onların günahından pay alırlar.



Hadisten Öğrendiklerimiz

1. İyi bir çığır açana, kıyamete kadar sevap, kötü çığır açana günah yazılır.

2. Kötü bir çığır açmak haramdır. Çünkü günahın devamlılığı haramdan dolayı olur.

3. Hayırlı veya kötü bir çığır açanla, o yolda yürüyenlerin sevap ve günahı aynıdır.

4. Dinimiz, hayra ve iyiliğe teşvik eder, şerden ve kötülükden de sakındırır.

5. Hayra vesile olanın ecri, şerre vesile olanın günahı katlanarak       
Zaten hergün fatiha suresinde Rabbimizden hidayeti istiyoruz Rabbimiz bize bu şekilde öğretti ve bizden en güzel ve olması gereken duanın "HİDAYET" olduğu bildirildi. 
Allah sana hidayet versin en güzel duadır.kunut duası olarak hergün şafi mezhebinde şu dua okunur.

[14]اللَّهُمَّ اهْدِنيِ فِيمَنْ هَدَيْتَ وَعَافِنيِ فِيمَنْ عَافَيْتَ وَتَوَلَّنِي فِيمَنْ تَوَلَّيْتَ وَباَرِكْ ليِ فِيماَ أَعْطَيْتَ وَ قِنيِ شَرَّ ماَ قَضَيْتَ فَإِنَّكَ تَقْضِي وَلاَ يُقْضَي عَلَيْكَ وَإنَّهُ لاَ يَذِلُّ مَنْ ولَيْتَ تَبَارَكْتَ رَبَّناَ وَتَعَالَيْتَ

“Allah’ım hidayet ettiklerinin arasında bana da hidayet et, afiyet verdiklerinin arasında bana da afiyet ver, sahip çıktıklarının arasında bana da sahip çık. Bana verdiklerine bereket ver. Beni kaza ve kaderinin şerrinden koru. Sen hükmedersin, kimse sana hükmedemez. Arka çıktığın hor olmaz. Rabbimiz mübarek ve yücesin.”[16]


Allah  hidayete ettiklerinin  arasında bize de hidayet etsin🌹

En güzel  dua  hidayettir ...


Devamını Oku »