Siyer dersleri 16-20.bölüm sorularla tekrar edip öğrenelim

 




Siyerin ruhunda Peygamber Efendimizin kâmilen bir şahsiyeti var ve o şahsiyet içerisinde aslında biz

varız. Siyer her ne kadar bir insanın hayatı olsa da bütün bir beşeriyetin hayatıdır çünkü Efendimiz

tüm beşeriyet için bir örnek teşkil eder. Tüm insanlık için adeta fabrika ayarı niteliğindedir.

Derslerimizden neler öğrendik ? 

Aşağıdaki soruları cevaplamaya çalışarak öğrenmeye çalışalım inşaallah ...


https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSeU-sOAc-0bByD_gpXRDzjIr3vekQt0lfC7pKoOtfwEf-3bow/viewform?vc=0&c=0&w=1&flr=0

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 20. BÖLÜM (MUSTALİKOĞULLARI GAZVESİ’NDEN ÂLEME MESAJLAR)


 HERKES İÇİN SİYER - 20. BÖLÜM (MUSTALİKOĞULLARI GAZVESİ’NDEN ÂLEME MESAJLAR)


Bismillahirrahmanirrahim.


• UHUD’A KATILMAYAN VE FİTNEYE SEBEP OLUP GERİ ÇEKİLEN MÜNAFIKLAR BU GAZVEYE

NİYE KATILDILAR?


Münafık, menfaati neredeyse orada yer alan, riski olan işlere bulaşmayan, bir yerde menfaat

elde edecekse her kılığa girip o menfaati kendi lehine çevirene kadar gayret eden tiptir.

Münafıklar Uhud’da bir risk gördükleri için yarı yolda dönmüşlerdi. Dertleri Allah Resulünü

(s.a.v.) ve sahabeyi bir şekilde sıkıntıya sokmaktı. Fırsat da orada ellerine geçmişti.

Mustalikoğulları Gazvesi’nde gidilecek kabile zengin idi ve elde edilecek ganimetlerinin çok

olduğunu biliyorlardı.


• PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V.) NİYE ONLARI DA GÖTÜRDÜ?


Allah Resulü (s.a.v.) bir nevi risk hesabı yaptı. Münafıkların kendileri ile beraber gelmeleri de

riskti, Medine’de kalmaları da ama Medine’de kalmaları daha büyük bir risk teşkil ediyordu. Bu

yüzden onların gözünün önünde olmasını istedi. Özellikle de İbn Selûl’u her gittiği yerde fitne

oluşturmasına rağmen götürdü. Kendi yanında olması bu riski biraz daha düşürüyordu.

• PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V.) NEDEN İBN SELÛL’Ü ORTADAN KALDIRMADI?

Münafıklar topluma kendilerini çok farklı bir şekilde anlatıyorlardı. Tanımayan bir insan gelip

Mescid-i Nebevi’de İbn Selûl’ü dinlese onu peygamber aşığı zannedebilirdi. Hitabeti kuvvetliydi ve

çevresindeki insanları İslam için bir şeyler yapma maksadı ile etkisi altına alıp kandırıyordu. Efendimiz

(s.a.v.) bu duruma İbn Selûl için değil o kandırdığı adamlar için katlandı. Çünkü onu öldürdüğünde o

insanları kaybedecekti. Bu yüzden Hz. Ömer istemiş olsa bile öldürülmesini istemedi.

İlerleyen zamanlarda olay farklı bir noktaya gelerek İbn Selûl’ün maskesi düştü, kendi kabilesi

onu kınamaya başladı. Böylece Allah Resulünün öldürmesine de gerek kalmamıştı. Ondan sonra Hz.

Ömer “Ya Resulallah! Yaptığın her iş benim söylediğim ve yaptığımdan daha hayırlıdır.” demiş ve

Efendimiz’in ne kadar isabetli olduğunu ikrar etmişti.

Efendimizin karşısında da üç cephe vardı, bugün bizim karşımız da üç cephe var: küfür

cephesi, nifak cephesi ve cehalet cephesi. Allah Resulü (s.a.v.) aynı mücadeleyi vermedi ve hepsiyle

ayrı savaştı. Cehalet cephesine verilecek mücadele merhamet, nifak cephesine verilecek mücadele

tedbir, küfür cephesine verilecek mücadele strateji üzeredir. Efendimiz (s.a.v.) bunu yaptı ve

yaptıklarında isabetli de oldu.


• BU GAZVEYE NİYE İHTİYAÇ DUYULDU?


Hicretin beşinci yılında Efendimizin kurduğu istihbarat ağı oldukça genişlemişti. Her taraftan

haberler geliyordu. Gelen haberlerden birisi de Müstalikoğulllarının Medine’ye saldırmak için hazırlık

yaptıkları idi. Güçlü ve zengin bir kabile idiler. Efendimiz’in ve Müslümanların gücünün büyüyüp

kendilerine ulaşacaklarını düşündüler ve onlardan evvel harekete geçmek istediler. Müreysî oğulları

Medine’ye 96 mil/160 km uzaklığında. Orası kervanlarının geçip geldiği bir yer de olduğu için de

endişelenmişlerdi. Kabile reisleri Hâris b. Ebû Dırâr idi.

Allah Resulü (s.a.v.) bu durumdan haberdar olunca Büreyde b. Husayb el-Eslemî’yi saldırmak

için hazırlandıklarını teyit etmesi için kabileye gitmekle görevlendirdi. Büreyde b. Husayb oraya

gittiğinde daha iyi gözlem yapabilmek için Müslüman olduğunu gizleme adına Efendimiz’den icazet

istedi. Allah Resulü (s.a.v.) bunu onaylayınca kabileye gitti ve Hâris b. Ebu Dırâr ile muhabbet kurmayı

başardı. Ondan bu bilginin doğru olduğunu öğrendi ve Efendimiz’in yanına gelerek durumu onayladı.

Allah Resulü (s.a.v.) haberi teyit ettirince 700 sahabe ile Müreysî sularının olduğu yere doğru

yola çıktı. Medine ile arası 160 km’dir. Yol güzergâhı itibari ile zorlu bir sefer idi ve askeri seferden

ziyade daha büyük hadiseler yaşanmıştı. Müslümanlar kuyunun başında konakladılar. Efendimiz

(s.a.v.) orada gözdağı vermek için ciddi bir operasyon yaptı. Çatışma başladıktan kısa bir süre sonra da

Müslümanlar galip geldi. Kabilenin en ileri gelenlerinin de içinde bulunduğu 500-600 kişiyi esir aldılar.

Aralarında kocası öldürülmüş olan Hâris b. Ebû Dırâr’ın kızı Cüveyriye annemiz de vardı.


• BİR CAHİLİYE DAVASI OLARAK IRKÇILIK


2000 tane deve, 5000 tane koyunun da içinde bulunduğu bol miktarda ganimet elde edildi.

Bu Müslümanların çok hoşuna gitmişti ama münafıkların başka oyunları da vardı. İbn Selûl fitne

çıkarmak için fırsat kolluyordu. Allah (c.c.) ona bu gazve sırasında iki tane fitne ateşi yakma imkânı

verdi. Onlardan biri şöyle gerçekleşti:

Su kuyusunun başında sırayla herkes suyunu çekiyordu. Muhacirlerden Cahcaş b. Mes’ud ile

Ensardan Sinan b. Veber arasında kuyudan su çekme sırasında kovaların birbirine karışması nedeniyle

kavga çıktı. İkisi de aşiretlerini yardıma çağırdılar. Ensar-muhacir kardeşliği bir anda darbe aldı. İbn

Selûl fırsattan yararlanarak olayı karıştırmaya başladı. Ensarın yer yurt vererek muhacirlere fazla yüz

verdiğini, muhacirlerin de bunların karşılığında “Besle kargayı, oysun gözünü.” tabiri ile nankörlük

ettiklerini dile getirdi. Eğer Medine’ye dönerlerse aziz olanların (ensarı kastediyordu) zelil olanları

(muhacirleri kastediyordu) sürüp çıkaracağını söyledi ve insanları kışkırttı. Allah Resulü (s.a.v.)

haberdar olunca olaya müdahale etti. Yapılanın cahiliye kalıntısı olduğunu, onlara ait olmayan ya da

Allah’ın onlara ikram ettiği bir şeyden dolayı üstünlük sağlamanın İslam dışı olduğunu belirtti.

“Irkçılığa çağıran bizden değildir! Irkçılık yolunda kavga veren bizden değildir! Irkçılık yolunda ölen

bizden değildir!” dedi.

Asabiyet ve ırkçılık dediğimizde meseleyi sadece kavmiyetçilik (ırk) olarak algılıyoruz. Bu işin

ana ayağıdır ama buna ilave olarak hemşerilik asabiyeti, yaş asabiyeti, cinsiyet asabiyeti, mensubiyet

asabiyeti gibi başka asabiyetler de mevcut durumda. Ancak Allah Resulü (s.a.v.) üstünlüğün takvada

olduğunu defalarca vurgulamıştır. Takva, gördüğün her mümini kendinden hayırlı zannetmendir!

Sahabe kendi kavimlerini sevmelerinin ırkçılık olup olmadığını sorduğunda Efendimiz (s.a.v.)

hayır cevabını vermiştir. “Irkçılık odur ki senden olan birisi senden olmayan birisine zulüm ettiğinde

sırf senden olduğu için onu görmemendir. Ve sırf senden olduğu için o zulme arka çıkmandır.”

buyurmuştur. Bu tarz asabiyetlerinin hepsinin ayağının altında olduğunu söylemiştir. Onun ayağının

altında olanı başımıza koyduğumuzda başımızı da onun ayağının altına koymuş oluruz. Bugün ne yazık

ki biz de ehli küfre fırsat vermekteyiz.

Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v.) öğle vakti sahabeyi ayaklandırdı ve neredeyse 5-6 saat

boyunca yürüttü. Bir yere gelince tamam dedi ve istirahate çekildiler. Herkes çok yorgundu ve

uyudular. Kalktıklarında ırkçılık noktasında kalplerinde hiçbir şey kalmamıştı. Allah Resulü bunu

yapmakla; eğer mümin boş kalırsa şeytanın oyuncağı olacağını gösterdi. Bunun için mümin kıyamet

kopsa bile elindeki hurma fidanını dikme adına gayret içerisinde olur.


• İFK HADİSESİ


Ordu istirahat ettikten sonra harekete geçeceği bir sırada Aişe annemiz ihtiyacı için ordunun

dışına çıkmıştı. Dönüp geldiğinde kolyesini düşürdüğünü fark etti.

(Bu gazve bazı şeylerin ortaya çıkabilmesi için birçok hadisenin gerçekleştiği bir gazve

olmuştu. Çok önemli mesajlar verdi. O mesajlar için de sahabeden bazıları kurban olmuştu. Hz. Âişe,

Safvan b. Muattal, Zeyd b. Hârise, Zeynep binti Cahş, Zeyd b. Erkam ve Cüveyriye binti Hâris bu

olaylarda kurbanlığı en üst safhada yaşamış sahabilerdi.)

Hz. Âişe annemiz gerdanlığını düşürünce orduya yetişebileceğini düşünerek onu aramaya

koyuldu. Uzun bir arayıştan sonra gerdanlığını buldu ama geri döndüğünde ordu gitmişti. O zamanlar

hanımlar devenin sırtına konan, kadınlara mahsus, hevdec denilen üstü kapalı bir çeşit sandığa

bindiriliyordu. Hz. Âişe annemiz zayıf olduğu için hevdeci taşıyanlar onu hevdecin içerisinde

zannettiler. Bunun üzerine Âişe annemiz ordunun nasıl olsa yokluğunu fark edip geleceğini düşünerek

bulunduğu yerde beklemeye karar verdi ve orada uyuyakaldı. Bir müddet sonra Safvan b. Muattal

yanına geldi.

Safvan b. Muattal’ın hastalık derecesinde uykuya zafiyeti vardı. Resulullah’a (s.a.v.)

uyanamadığını söyledi. Allah Resulü de ona izin verdi ve ne zaman uyanırsa arkadan gelerek artçılık

yapmasını söyledi. Efendimiz onun için böyle bir terbiye yöntemine girdi ve zafiyeti bir kabiliyete

dönüştürmüş oldu. (Safvan b. Muattal (r.a.), Adıyaman Samsat’ta yatmaktadır.)

Safvan b. Muattal (r.a.) bir karartı gördü, biraz yaklaşınca onun insan olduğunu, biraz daha

yaklaşınca onun Âişe annemiz olduğunu anladı. Orada sadece “inna lillâhi ve inna ileyhi raciun” dedi

ve Âişe annemize neden geride kaldığını bile sormadı. Devesini getirip annemizin önüne çöktürdü ve

o bindikten sonra da orduya yetişmek için yola devam ettiler.

Onlar gelene kadar fitne baş göstermişti. İbn Selûl su kuyusunun başında olanlardan dolayı bir

sürü söz söylemişti. O sözleri genç bir delikanlı olan Zeyd b. Erkam duydu ve Allah Resulü’ne

söylemeye karar verdi. Efendimiz (s.a.v.) ona; bunları İbn Selûl’ün söyleyip söylemediğini, aralarında

bir düşmanlık olup olmadığını ve hiçbir ekleme çıkarma yapmadan aynen duyduklarını söyleyip

söylemediğini sordu. Zeyd (r.a.) hepsinde duyduğunu doğruladı. Efendimiz (s.a.v.) hiçbir şey

söylemedi.

Zeyd (r.a.) Efendimiz’in yanından çıkınca İbn Selûl durumu öğrendi ve kendi kabilesinden

birkaç kişiyi de kendisine şahit tutarak Zeyd’in söylediklerini söylemediği dile getirdi. Bunun üzerine

Zeyd b. Erkam Allah’a gerçeğin ortaya çıkması için vahyin inmesi adına dua etti. Onun bu duası

üzerime Münafikûn suresi nazil oldu. Ayetler geldiğinde Efendimiz (s.a.v) Zeyd’i (r.a.) yanına çağırdı ve

“Allah indirdiği ayetlerle seni doğruladı.” müjdesini verdi. Zeyd b. Erkam Allah tarafından doğrulayan

ve doğrulanan bir genç idi.

Ayetler geldikten sonra Efendimiz (s.a.v.) yine hiçbir şey söylemedi. Hz. Ömer gelip İbn Selûl’ü

öldürmek istediği burada söylemişti ama Allah Resulü izin vermedi.

İbn Selûl’ün tam adı Abdullah b. Übey b. Selûl’dür. Oğlunun adı da Abdullah idi ve babasının

aksine o mümindi. Allah Resulüne gelip babasını öldürmek için izin istedi. Eğer başkası öldürürse

şeytanın bunu kendisine ağır gösterip o mümin kardeşine karşı yüreğinde bir kin beslemesinden

endişe ettiğini, bu yüzden kendisi öldürmek istediğini beyan etti. Ama Efendimiz müsaade etmedi.

“Ben başkalarına Muhammed yakınlarını, adamlarını öldürtüyor dedirtmem!” dedi.

Abdullah (r.a.) bunun üzerine Medine’ye yaklaştıklarında bir tepenin üzerinde durup kılıcını

çekti. Babasına eğer şu cümleyi söylemezse onu Medine’ye sokmayacağını söyledi: “Müminler azizdir,

münafıklar ve kâfirler de zelildir. Aziz olanlar Medine’de yer edinecek, zelil olanları da Allah daha da

zelil edecektir.” İbn Selûl oğlundaki kararlılığı görünce bu cümleyi söylemek zorunda kaldı ve Abdullah

da o zaman babasının girmesine müsaade etti. Efendimiz (s.a.v.) bunu duyunca onun için hayır

dualarda bulundu.

Hz. Âişe annemiz ve Safvan b. Muattal (r.a.) saatler sonra döndüklerinde münafıklar iftirayı

açıklıkla lanse etmeyip farklı kalıplarla yaptılar ve bu da insanlar arasında yayıldı. Döndüklerinde

Medine’de dört ayrı tavır ortaya çıkmış oldu:

* Münafık tavrı → Ağızlarında geveleye geveleye fitnenin daha çok yayılmasını sağlayanlar.

* Cahil Müslüman tavrı → Acaba mı? Olabilir mi? diye konuşanlar. Bunlar arasında Hassan b.

Sâbit, Mistah b. Usâse ve Hamne binti Cahş (Mus’ab b. Umeyr’in eşi ve Zeynep binti Cahş’ın

kızkardeşi) yer alıyordu. Olayın sonunda bunlara iftira haddi uygulandı.

* Sessiz Müslüman tavrı → Sessiz kalıp karışmayanlar ama bu zümre de kınanmıştı.

* Olgun Müslüman tavrı → “Bu iftirayı işittiğiniz zaman, iman eden erkek ve kadınlar, kendi

(din kardeş)leri hakkında iyi zan besleyip de, “Bu, apaçık bir iftiradır” deselerdi ya!” (Nur 24/12)

İftirayı duyup buna inanmayan ve tarafını belli edenler.

Abdullah İbn Abbas (r.a.) “Dört tane kişiyi Allah ayetleriyle teskiye etti/arındırdı.” demiştir.

Onlar Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Meryem ve Hz. Âişe idi.

Hz. Âişe annemizin hiçbir şeyden haberi olmadı. Seferden döndüğünde hastalandı ve 20 gün

ateşli bir halde yattı. Allah Resulü (s.a.v.) normal zamanda gösterdiği ilgiyi göstermeyince ve odasına

seyrek uğrayınca bir şeyler olduğunu sezmişti ama hakkında yapılan dedikodulardan haberi yoktu.

Allah Resulü (s.a.v.) Âişe annemizin masum olduğuna inanıyordu ama olaya itiraz etse ya da

Hz. Aişe’yi kendiliğinden teskiye etse idi münafıklar hanımı diye olayın üstünü örttüğünü

düşüneceklerdi. Birilerini cezalandırsa yine fitne ateşi sönmeyecekti. İlahi irade müdahale etmeliydi

ve bu yüzden Allah Resulü (s.a.v.) sabretti ve bekledi.

20 gün sonunda Hz. Âişe annemiz dışarıya çıktı. Yanında Mistah b. Usâse’nin annesi vardı.

Ümmü Mistah üç kere üstündeki örtüye basıp düştü ve her kalktığında da “Allah Mistah’ın burnunu

yere sürtsün!” dedi. Âişe annemiz niye böyle söylediğini sorduğunda oğlunun bu dedikoduyu

anlattığını söyledi. Hz. Âişe annesi ile babasının ve Allah Resulü’nün de bundan haberi olduğunu

öğrenince Allah Resulü’ne gönül koydu. Sonra da Hz. Peygamber’den izin alıp babasının evine gitti.

Hz. Ebubekir ve eşi Ümmü Rûman kızlarını teskin etmeye çalıştılar. Aradan bir müddet

geçtikten sonra Allah Resulü de geldi ve Âişe annemize: “Eğer mâsum isen Allah seni temize

çıkaracaktır, bir günah işledinse tövbe et ve affını dile; Allah tövbekârları bağışlar” dedi. Âişe annemiz

bu işi yapmadığını, Allah’ın bu noktada kendisine bir hayır kapısı açacağını, ne söylese şüphe ile

karşılayacağını ifade etmiş ve artık Hz. Ya‘kūb gibi sabredip Allah’tan yardım dilemekten başka

çaresinin bulunmadığını söyledi.

Allah Resulü (s.a.v.) sahabe ile istişare etmek için bir hutbe irât etti ve fitne ateşini

söndürmeleri için onlardan talepte bulundu ancak bu Hazrec ile Evs arasındaki kavganın yeniden

alevlenmesine sebep oldu. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) evine çekildi ve Ümmü Eymen annemiz

ile, Hz. Ali ile, Berîre adlı câriye ile, Zeyneb bint Cahş ile istişareler etti. Her birisi Allah Resulü’nü

rahatlatacak şeyler söylediler.

Hz. Ömer ile istişare ettiğinde o Efendimize bir anılarını hatırlatarak teskinde bulundu: Bir gün

namaz kılarlarken Allah Resulü (s.a.v.) terliklerini çıkarmıştı. Bunun üzerine sahabe de terliklerini

çıkardı. Namaz bitince Allah Resulü terliklerinde necaset bulunduğunu Cebrail (a.s.) haber verdiği için

çıkardığını söylemişti. Hz. Ömer bu olayı hatırlattıktan sonra “Ya Resulallah! Eğer Cebrail (a.s.) senin

terliğine bulaşmış ufacık bir necaset için geldiyse, namusuna bulaşan necaset için de gelecektir. Ve

Allah vahyini indirecek, bu noktada senin gönlündeki fırtınaları dindirecektir.” dedi ve dediği gibi de

oldu.

Efendimiz (s.a.v.) Aişe annemizin yanında iken Nur suresi 11-26. ayetleri nazil oldu. Efendimiz

ayetleri okudu ve Medine’deki ateş söndü. Arkasından Münafikûn suresinin ayetleri ile münafıkların

çevirdikleri oyunlar ve yaptıkları konuşmalar da açığa çıkmış oldu.

Yıllar sonra aynı olay Maria annemizin de başına geldi ama bu sefer bir sahabi bunda

inanmadı çünkü derslerini almışlardı.

(Bir mümin olarak yapmamız gereken birisi hakkında bir şey duyduğumuz ya da gördüğümüz

zaman hüsn-ü zânda bulunmak ve irdelememektir.)

Hz. Ömer (r.a.) yatmayan biriydi ve geceleri Medine’de dolaşırdı. Bir gün bir evden olumsuz

sesler duydu ve yerine gelerek askerlerinden falanca evde zina yapıldığına dair şeyler duyduğunu ileri

sürerek o evdekileri tutuklayıp getirmelerini istedi. Hz. Ali onu durdurdu ve böyle bir sebepten dolay

ceza veremeyeceği söyledi. “Eğer o evin sahiplerinin isimlerini ifşa etseydin, vallahi sana iftira haddi

uygulansın diye sana talepte bulunurdum çünkü dört tane şahidin olana kadar bunu konuşmak caiz

değildir.” diyerek onu uyardı. Hz. Ömer de orada durdu.


• CÜVEYRİYE VALİDEMİZİN GELİŞİ


Cüveyriye validemiz Benî Mustaliḳ kabilesi reisi Hâris b. Ebû Dırâr’ın kızıdır. Esirlerin arasında

idi ve ashaptan birinin hissesine düştü. Esaretten kurtulmak için Hz. Peygamber’in yanına gitti ve

kendisini tanıtarak fidyesinin ödenmesi hususunda yardımcı olmasını istedi. Bunun üzerine fidyesini

ödeyen Hz. Peygamber’in evlilik teklifini kabul ederek “müminlerin annesi” oldu.

O, Allah Resulü ile bunları konuştuğu sırada babası esir düşen kızının fidyesini ödemek için

bazı develeri önüne katarak Medine’ye gelmişti. Ancak develerden iki tanesi çok hoşuna gittiği için

saklamaya karar verdi. Allah Resulü’nün huzuruna geldiğinde geliş sebebini beyan etti ancak kızı

Müslüman olacağını ve Resulallah ile evleneceğini söyledi. Bunun üzerine Hâris b. Ebû Dırâr kızını ikna

etmek için develer getirdiğini söylediğinde Allah Resulü (s.a.v.) iki deveyi gizlediğini söyledi. Hâris b.

Ebû Dırâr bunu duyunca yaptığını kendisinden başkası bilmediği için şaşırdı ve orada iman etti.

Hz. Peygamber’in Cüveyriye ile evlendiğini duyan sahabe Resûl-i Ekrem’i memnun etmek için

Cüveyriye annemizin esir olan akrabalarını azat ettiler. Azat edilen her esir de bu ikramı gördüğü için

Müslüman oldu. Mustalikoğulları’nın tamamı bu evlilikten sonra İslâmiyet’i kabul ettiler.


• TEYEMMÜM AYETİ


Hz. Âişe annemiz gerdanlığı bulup geldikten sonra bir yerde tekrar düşürdü ve yeniden

aramaya koyuldu. Bu sefer ordu ashabını kendisini beklemesi konusunda uyardı. Ordu beklediği

sırada namaz vakti girdi. Bulundukları yerde abdest almak için su da yoktu. Hz. Ebubekir (r.a.) bu

durum üzerine çok sinirlendi ve kızına kızdı. Allah Resulü (s.a.v.) ise hiçbir şey söylememişti.

Saatler geçince Nisa suresinin 43. Ayeti bu mesele hakkında nazil oldu ve teyemmüm

gündeme gelmiş oldu.

“Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de -yolcu olmanız

durumu müstesna- cünüp iken yıkanıncaya kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya

yolculukta bulunursanız veyahut biriniz abdest bozmaktan gelince ya da eşlerinizle cinsel ilişkide

bulunup, su da bulamazsanız o zaman temiz bir toprağa yönelip, (niyet ederek onunla) yüzlerinizi

ve ellerinizi meshedin. Şüphesiz Allah, çok affedicidir, çok bağışlayıcıdır.”

Sahabe sonra gelerek Hz. Ebubekir’e yaptıkları her işte ne kadar hayırlı bir aile olduklarını

söylemişlerdir.


• ZEYNEP BİNT CAHŞ’IN PEYGAMBER HANIMI OLUŞU


Allah Resulü (s.a.v.) birçok evliliğini Allah’ın (c.c.) emretmesi ile yapmıştır. Zeynep bint Cahş

ile evlenmesi de böyle oldu.

Zeynep annemiz Efendimiz’in halasının kızı idi. Annemizin Allah Resulü’nde gönlü vardı ve

Efendimiz talip olsun diye 32-33 yaşına kadar bekledi. Allah Resulü (s.a.v.) de bir gün gelip evlatlığı

Zeyd b. Hârise için Zeynep annemizi istedi. O da kabul etti ama Efendimiz ne kadar uğraşsa da

evlilikleri yürümedi. Bir yıl kadar süre sonunda ayetler meseleye müdahale etti çünkü onların

üzerinden evlatlık hukuku gelecek ve cahiliyeye ait bir gelenek ortadan kalkacaktı.

“Hani sen Allah’ın kendisine nimet verdiği, senin de (azat etmek suretiyle) iyilikte

bulunduğun kimseye, “Eşini nikâhında tut (onu boşama) ve Allah’tan sakın” diyordun. İçinde,

Allah’ın ortaya çıkaracağı bir şeyi gizliyor ve insanlardan çekiniyordun. Oysa kendisinden

çekinmene Allah daha lâyıktı. Zeyd, eşinden yana isteğini yerine getirince (eşini boşayınca), onu

seninle evlendirdik ki, eşlerinden yana isteklerini yerine getirdiklerinde (onları boşadıklarında),

evlatlıklarının eşleriyle evlenmeleri konusunda mü’minlere bir zorluk olmasın. Allah’ın emri

mutlaka yerine getirilmiştir.” (Ahzâb 33/37)

Ayetler inince Zeyd b. Hârise Zeynep annemizi boşadı ve Allah Zeynep validemizi ayetleri ile

Allah Resulü’ne nikâhladı. Hz. Âişe annemiz bununla ilgili iki şey söylemiştir:

- Bu hüküm Efendimiz’e çok ağır gelmişti ama bunu gizleyemezdi, mecburen söyledi. Ayetler

bu konuda Allah Resulü’nü münafıklardan çekinmemesi konusunda uyarmıştı.

- Resulallah’ın eşleri olarak hepsinin nikâhlarının yerde ama Zeynep annemizin nikâhının

göklerde kıyıldığını söylemiştir.

Zeynep binti Cahş annemiz “Ümmü’l Mesâkin (miskinlerin anası)” olarak anılırdı. El işleri

yapar ve ondan kazandığı parayı saymadan infak ederdi. Medine’de onun elinden geçimini sağlayan

onlarca dul kadın ve yetim çocuk vardı.

Hz. Ömer, hilafeti döneminde birçok ganimet geldiğinde 12 bin dirhemi Zeynep annemize

gönderdi. Zeynep annemiz gelen paranın üzerini örttü ve hiç saymadı. Elini daldırıp ne geldiyse

yanındaki hizmetliye veriyor ve dağıtmasını söylüyordu. Hz. Ömer onun dağıtacağını bildiği için ekstra

bin dirhem daha yolladı ve Zeynep annemiz onu da dağıttı. Ama bir yandan da Allah’a bu kadar para

ile imtihan etmemesi için dua etmişti ve ondan sonra da bir daha para gelmedi.

Hz. Aişe annemiz onun hayrı çok yapan birisi olduğunu vefat ettiğinde onun arkasından

ağlayanlardan anladıklarını söylemiştir.


*

KENDİMİZE NOT:


İtikâf Ramazanın en önemli sünnetlerinden biridir. Efendimiz (s.a.v.) itikâfa çok önem verirdi.

Bir yıl yapmazsa diğer yıl telafi ederdi. Mesela hicretin ilk senesi Bedir’de olduğu için yapamamıştı. 8.

Yılda da Mekke’nin fethi gerçekleştiği için yapamadı. Son Ramazanında 20 gün yaparak itikâfın

ehemmiyetini ortaya koydu.

İtikâf, Hira’yı yeniden yaşamaktır. Biraz dünyadan uzaklaşarak kendimizle yüzleşmemiz ve

Allah’la aramızdaki adımları güçlendirmemiz için güzel bir fırsattır. Çünkü “Nefsini tanıyan Rabbini

tanır.” Ondan sonra hayatımızı o yüzleşmeden aldığımız kazanımla devam ettirmeye gayret

göstermeliyiz.

Allah Resulü (s.a.v) itikâfı son 10 günde yapardı ama itikâf bir iki gün, hatta birkaç saat bile

yapılabilir. Bu yüzden itikâfı tecrübe etmek gerekir.


“İtikâfta olan, günahlardan uzaklaşır, her iyiliği işlemiş gibi sevaba kavuşur." (İbni Mace)

"Bir devenin iki sağımı kadar itikâf eden, bir köle azat etmiş gibi sevab kazanır." (Tenvir)

"Ramazan'da on gün itikâf eden, iki defa (nafile) hac yapmış gibi sevab kazanır." (Beyheki)

"Allah rızası için bir gün itikâf, insanı Cehennem'den çok uzaklaştırır." (Taberani)

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 19. BÖLÜM (YENİDEN ŞAHLANIŞIN ADI HAMRÂÜLESED)


 HERKES İÇİN SİYER - 19. BÖLÜM (YENİDEN ŞAHLANIŞIN ADI HAMRÂÜLESED)


Bismillahirrahmanirrahim.


• EFENDİMİZ VE ASHABI MEDİNE’YE DÖNDÜKTEN SONRA NE OLDU?

Efendimiz (s.a.v.) ve sahabe Medine’ye çok zor bir biçimde döndüler çünkü hepsi yaralıydı.

(Bu konuda kaynaklarımızda hangi sahabenin kaç yerinden yaralandığına dair bilgiler bile yer alır.)

Efendimiz (s.a.v.) yoldayken Hassan b. Sabit’ten şiir okumasını istedi. Hassan b. Sabit bir iki satır

Uhud’la ilgili şeyler söyledikten sonra Bedir ile alakalı satırlar okudu çünkü onları ayağa kaldıracak

olan şey Bedir idi.

Günlerden Cumartesi ve akşam vakitleri idi. Allah Resulü (s.a.v.) Mescid i Nebevi’nin önüne

gidecekti ama atından inemedi. O anda Sa’d b. Muâz ve Sa’d b. Ubâde durumu fark edip yardımına

koştular. Allah Resulü (s.a.v.) öyle yaralıydı ki hazırlığını bitirdikten sonra namazı kıldıracak gücü

kendinde bulamadı ve ilk kez oturarak namazı kıldırdı. O varken kimse onun önüne geçmezdi,

mecburen imameti Efendimiz yapmalıydı. Ama acı çekerken bile ümmetini, sahabesini düşündü.

Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali’yi Mekke müşriklerinin peşine düşmesi için görevlendirdi ve onların

develerine mi yoksa atlarına mı bindiklerini gözlemesini istedi. Eğer develerine binip atlarını yanlarına

alıyorlarsa bu Mekke’ye gidiyorlar demekti ama atlarına binip develerini yanlarına alıyorlarsa bu

saldırı için Medine’ye geliyor olduklarına işaretti çünkü bu yönde söylentiler dolaşıyordu. Hz. Ali

denileni yaptı ve onların develerine binip gittiklerini söyledi. Efendimiz (s.a.v.) peygamber kimliğiyle

beraber bir lider olarak o anda Medine’de oluşan tüm olumsuz havaları dağıtması gerekiyordu. Bunun

için Uhud’a katılanların -sadece onlar olmak üzere- ertesi gün hazır olmalarını ve düşmanın peşine

düşeceklerini buyurdu.

• HAMRÂÜLESED

Hamrâülesed düşmana gözdağı, dosta yeniden can suyu vermektir. Dedikoduların önüne set

çekmektir, dertlere derman olmak, düşüşlere yeniden şahlanmaktır. Hamrâülesed olmasaydı insanlar

günlerce Uhud’u konuşup yas tutacaklar, moralleri düşecekti ki münafıklara fırsat doğacaktı. Zaten

İbn Selûl yoldan döndüğü için ‘ben demedim mi’ diyerek kendini haklı göstermeye çalışmıştı bile.

Onun için Allah Resulü (s.a.v.) yeniden onların bütün planlarını alt üst etti. Bir gün sonra da İbn Selûl

“Muhammed bizi bir daha yıktı.” dedi.

Hamrâülesed, Medine’ye 20 km uzaklıktadır (Bedir yol üzerinde) ve kırmızı aslan demektir

(dağ uzaktan öyle göründüğü için Araplar bu ismi kullanmışlar). Buraya gelenler sadece Uhud’a

katılanlar idi. Çok ağır olan birkaç kişi dışında kalanların hepsi vardı. Bunların dışında Efendimiz (s.a.v.)

Uhud’a katılmamış olmasına rağmen -özel bir gerekçeyle- Cabir b. Abdullah’ın katılmasına müsaade

etti.

(İslam medeniyetinin çocukları menkıbe çocuklarıdır. Ama biz onları uyumak için değil,

uyanmak ve yeniden yazmak için dinleriz. Abduleşhel mahallesindeki iki kardeşin menkıbesi gibi.)

Abdullah b. Sehl ve kardeşi Râfi b. Sehl, Allah Resulü (s.a.v.)’nün çağrısını duyunca ağır yaralı

olmalarına rağmen birbirlerini taşıma pahasına bile olsa gideceğiz dediler. Ve yolun birçok yerinde

Abdullah b. Sehl (r.a.) kardeşini sırtında taşımak zorunda kaldı.

Üseyd bin Hudayr (r.a.) kalkacak mecali yokken, ölse bile Efendimizin çağrısına icabet emiş bir

halde ölme arzusuyla yerinden kalktı. “Eğer Allah Resulü bizi hayat verecek bir çağrıya davet ettiğinde

icabet etmezsek yazıklar olsun bize!” dedi. Böylece sahabe Efendimizin çağrısı ile yeniden dirilmiş

oldu.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hamrâülesed’e geldiğinde orada bir adamın uyuduğunu gördü.

Sahabeden adamı uyandırmalarını istedi. Uyuyan kişi Ebu Azze idi (Mekke müşriklerinden bir şair).

Ebu Azze Bedir’e gelmiş, orada esir olarak tutuklanmış ve Allah Resulü’nün huzuruna çıkarıldığında

Efendimiz’e müşrikler tarafından zorla getirildiğini söyleyip serbest bırakılmasını istemişti. Bir daha

gelmeyeceğine dair de sözü vardı. Sahabe onu uyandırdıktan sonra yine kavminin zorla getirdiği öne

sürdü. Efendimiz (s.a.v.) bunun üzerine hakkında yazdığı şiirlerin hesabını sordu çünkü Ebu Azze

şiirlerinde Allah Resulü’nü kandırdığını yazmıştı. Affetmesi için yalvardı. Allah Resulü (s.a.v.) “Ben 

bir daha aynı sevinci sana ve Mekke’deki müşriklere yaşatmam. Mümin, bir delikten iki defa

sokulmaz.(Mümin, iki defa aynı yanılgıya düşmez)" (Buhârî, "Edeb", 83; Müslim, "Zühd", 63)

buyurdu ve öldürülmesine hükmetti.

Sünnetin en güzel tariflerinden birisi doğru işi doğru zamanda yapmaktır. Allah Resulü (s.a.v.)

de bunu yaptı.

Efendimiz (s.a.v.) orada geceledi. Yaklaşık 500 küsur civarında idiler. Efendimiz (s.a.v.)

sahabeden odun toplamalarını, birbirlerinden biraz uzak durmalarını ve düşmana çok görünmek için

her birinin iki ateş yakmalarını buyurdu. Sahabeden biri çıkıp yaktıkları ateşe dışarıdan bakmış ve

görünen manzaradan kendilerinin bile korktuğunu dile getirmiştir.

O anda Huzâ kabilesinden Ma’bed b. Ebî Ma’bed Resulullah’ın huzuruna geldi. Allah

Resulü’ne Uhud’da olanlara çok üzüldüğünü ve eğer müsaade ederse Ebu Sufyan’a gidip

Müslümanların çok güçlü bir ordu ile peşlerini düştüğünü söyleyip onları korkutmak niyetinde

olduğunu beyan etti. Efendimiz (s.a.v.) de buna izin verdi. Ma’bed b. Ebî Ma’bed, Ebu Sufyan’ı bularak

ona Hz. Peygamber’in büyük bir ordu kurduğunu, Müslümanların çok öfkeli olduklarını ve kendisinin

bile korktuğunu söyledi. Ebu Sufyan çok korktu ama belli etmemeye çalıştı ve Mekkelilere hazırlanıp

gitmelerini söyledi.

O anda da Abdulkays oğullarından bir heyet Medine’ye doğru yola çıkıyordu. Ebu Sufyan o

ailenin liderini tutup ondan Hz. Peygamber’e Mekkelilerin başka orduların da katılması ile daha da

güçlü bir hale geldiklerini haber verip Resulullah’ı korkutmasını istedi. Karşılığında da Ukaz panayırına

geldiğinde kuru üzüm vereceğini söyledi. Adam, Resulullah’ın huzuruna giderek Kureyşlilerin

söylediklerinden bahsedince Efendimiz (s.a.v.) ve sahabe hep bir ağızdan “Hasbünallahü ve ni’mel

vekil/Allah bize yeter, O ne güzel vekildir.” dediler.

Müminlerin tavrı böyleydi ve ayetlere konu oldu: “Bazı münâfık kişilerin müslümanlara

‘düşmanlarınız size hücum için hazırlandılar; aman onlardan sakının!’ demeleri, onların imanlarını

bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter, ne güzel vekildir O!’ dediler. Bunun üzerine onlara hiç bir

zarar dokunmadan, Allah’ın nimet ve ikrâmlarıyla döndüler. Böylece Allah’ın rızâsına tâlip oldular.

Allah büyük kerem sahibidir.” (Âl-i İmrân 3/173-174)

Allah Resulü (s.a.v.) Hamrâülesed’de üç gün kaldı ve geri geldi. Böylelikle düşmanın arkasına

düşmesi ile Mekke’deki propagandaları yerle bir etmiş oldu.

Ertesi gün İbn Selûl gelip mihrabın yanındaki yerde konuşma yapacaktı. Ensar da o konuşma

yapmasın diye aralarında anlaştı ve o konuşacağı sırada İbn Selûl’ü bir anda kollarından ve

ayaklarından tutup mescidin dışarısına attılar. İbn Selûl bir daha orada konuşamadı.

• İKİ ACI HADİSE: RECÎ VE Bİ’Rİ MAÛNE VAKASI

İkisi olay da hicretin üçüncü yılında oldu ve İslam tarihinin en acı olaylarındandır.

• RECÎ VAKASI

Civar kabilelerden (Lihyân oğulları, Adel kabilesi ve Kare kabilesi) Efendimize (s.a.v.) zarar

vermek istediler ama güçleri yoktu. Efendimiz (s.a.v.) orada bir saldırı haberi duyunca Abdullah b.

Üneys isimli bir sahabiyi göndererek liderlerden bir tanesinin işini bitirmişti. Hal böyle olunca kabileler

ordu ile Müslümanların karşısına çıkmanın fayda etmeyeceğini anlayınca oyunlar kurmaya başladılar.

Efendimize (s.a.v.) gelerek Müslüman olduklarını ve kendilerine imanı ve Kur’an’ı öğretmek üzere bir

grup muallim göndermesini istediler.

Efendimiz (s.a.v.) her iki olayda da endişelenmesine rağmen tebliğ aşkı endişesine galip geldi

ve ‘ya iman ederlerse’ düşüncesi ile muallimleri göndermeye karar verdi. (Ama ne yazık ki kabileler

onları halkları ile buluşturmayacaktı.) Efendimiz (s.a.v.) muallim olarak gidecek sahabileri gönüllülük

üzere seçti. Sahabe bu noktada çok hevesliydi.

Allah Resulü (s.a.v.) bir rivayete göre 10, doğru ve sağlam olan diğer bir rivayete göre ise 7

kişiyi başlarında bir rivayete göre Mersed b. Ebî Mersed ile, sağlam olan bir diğer rivayete göre de

Âsım b. Sâbit ile heyeti belirleyip kabileyle beraber gönderdi. Kabileden 200 kişi Recî kuyularının

başına geldiklerinde pusu kurup Müslümanları ok yağmuruna tuttular. Önce teslim olmalarını

istediler ama Müslümanlar karşı koydukları için çatışma çıktı. Müslümanlardan 4 tanesi orada şehit

oldu, 3 tanesi de yakalandı.

Recî kuyusu Mekke’ye 60-65 km uzaklıktaki bir yerdir.

Bu, 7 sahabenin (Mersed b. Ebî Mersed (r.a.), Halid b. Bükeyr (r.a.), Asım b. Sabit (r.a.),

Hubeyb b. Adîyy (r.a.), Zeyd b. Dessine (r.a.), Abdullah b. Tarık (r.a.), Muattıb b. Übeyd (r.a.)) dâhil

olduğu bir seriyye idi. Dört tanesi şehit olduktan sonra geriye Hubeyb b. Adîyy (r.a.), Zeyd b. Dessine

(r.a.), Abdullah b. Tarık (r.a.) kalmıştı.

Şehit olanlardan Asım b. Sabit (r.a.) Uhud’da Mekke’nin ileri gelen kadınlardan birisinin iki

oğlunu öldürmüş, kadın da ah ettiği için başına 100 deve koymuştu. Kabiledekiler bunu bildikleri için

onun ölüsünü Mekke’ye götürmek istediler. Asım b. Sabit’in naaşını almak için yaklaştıklarında

nereden geldiklerini bilemedikleri bir arı sürüsü etraflarını sardı. Allah arılarla Asım b. Sabit’i

koruyordu çünkü Asım b. Sabit “Allah’ım! Bana müşrik eli değdirme.” diye dua etmişti. Şirkten ve

müşriklerden nefret ediyordu. Bu yüzden de onların kendisine dokunmamasını Allah’tan istemişti.

Kabiledeki adamlar arılardan yaklaşamadıkları için akşamı beklemeye karar verdiler ama akşam

olunca da şimşekler çaktı ve çok kuvvetli bir yağmur yağmaya başladı. Göz gözü görmez bir ortam

oluştu ve Allah Asım b. Sabit’in (r.a.) naaşını ortadan kaldırdı. Nasıl olduğunu ve nereye gittiğini kimse

bulamamıştır.

Asım b. Sabit’i götüremeyince kalan üçü ile devam etmeye karar verdiler. Yolda Abdullah b.

Tarık (r.a.) bir fırsatını bularak birinin kılıcını aldı ve orada mücadele ederek şehit oldu.

Geriye sadece Hubeyb b. Adîyy (r.a.) ile Zeyd b. Dessine (r.a.) kalmıştı. Namaz vakti girdiğinde

ellerinin çözülmesini istediler ve namaz kılacaklarını söylediler. Abdestleri olsa ima ile kılacakları ama

abdestleri yoktu. Teyemmüm ayeti de daha nazil olmamıştı ama ellerini toprağa sürüp abdest almayı

düşündüler ve o hallerde bile ima ile namazlarını kıldılar.

İkisini Mekke’ye götürdüklerinde iki ayrı eve hapsettiler ama haram ayında oldukları için

hemen cezalandırmadılar. (Hubeyb b. Adîyy (r.a.)’in kaldığı evde yaptıklarının üzerinden bile ahlaka,

savaş hukukuna ve ahlakına, mücadele ruhuna ait birçok ders çıkarabiliriz.) Hubeyb b. Adîyy (r.a.)

hapis olarak tutulduğu evdeki Mâviyye isimli hizmetliden kendisine putlar adına kesilmiş etlerden

getirmemesini ve ne zaman öldüreceklerse haber vermesini istedi. Mâviyye öldürüleceği zaman gelip

haber verdiğinde ondan tıraş olmak için bir ustura göndermesini istedi çünkü şehadet taçlı bir gelin, o

da şehadet düğününün damadı idi. Allah’ın huzuruna gideceği için güzel bir biçimde hazırlanmak

istemişti. Mâviyye boş bulunarak usturayı çocuğu ile yolladı. Sonra Hubeyb b. Adîyy (r.a.)’in

özgürlüğüne kavuşmak için çocuğa bir şey yapabileceği endişesi ile gidip baktı ki Hubeyb b. Adîyy

(r.a.) çocuk ile şakalaşarak oynuyordu.

(İnsanları etkileyen Müslümanların ahlakı idi. Her kim mücadelede ahlaksızlık yapıyorsa o

adamın yaptığı iş Allah Resulü’nün (s.a.v.) memnun olacağı iş değildir. Her şart ve durumda

değerlerimize ve ilkelerimize uygun hareket etmek zorundayız. Sonunda mağlup olsak bile kazanırız.

Bizim düşmana benzeme gibi bir hakkımız olamaz. Hubeyb b. Adîyy (r.a.)’in yaptığı da buydu.)

Hubeyb b. Adîyy darağacına çekileceği zaman (insanlar direk asmıyorlar, cezalıyı kütüğe

bağlayıp mızrakları batıra batıra öldürüyorlardı) sükûnetle duruşu ile Ebu Sufyan’ın dikkatini çekti.

Amaçları insanlara Hz. Peygamber’e inananların sonunu göstererek içlerinde Müslüman olmaya

meyilli olanlar varsa vazgeçmelerini sağlamaktı ama Hubeyb b. Adîyy’in duruşu ile etkindiler. Orada

bulunanların çoğu daha sonra Müslüman oldu. Ebu Sufyan son bir isteği olup olmadığını sorduğunda

iki rekât namaz kılmak istediğini söyledi. Acele acele namazını kıldı ama o namazdan öyle lezzet aldı 

ki düşmanlarının ölümden korkarak namazı uzattığını zannetmeyecekler olsa namazını uzatacağını dile

getirmişti. Bağlanınca eziyet etmeye başladılar ve bir yerde Ebu Sufyan tekrar gelerek “Benim

yerimde Muhammed olsun!” derse serbest bırakılacağını söyledi. Hubeyb b. Adîyy (r.a.) da ona “Ben

Muhammed aleyhisselâmın değil benim yerimde olmasını, Medîne'de yürürken ayağına bir diken

bile batmasına asla râzı olmam! Bin tane başım olsa/saçlarım kadar başım olsa ve her gün biri

kurban edilse ben yine de bundan başka bir şey söylemem!” cevabını verdi.

Hubeyb b. Adîyy (r.a.) kendisine işkenceler yapılırken Allah’a yakardı ve “Allah’ım! Şuracıkta

düşman yüzünden başka yüz görmüyorum... Allah’ım! Resûlüne selâmımı ulaştır. Bize yapılan bu işi ve

ona iman üzere olduğumu Resûlüne bildir.” diyerek dua etti. Allah Resulü (s.a.v.) o anda Mescid-i

Nebevi’de oturmuş halde iken bir anda doğrulup “Ve aleykeselam ya Hubeyb!” dedi ve şehit

olduğunu ashaba duyurdu.

Aynı tavrı Zeyd b. Dessine (r.a.) de koymuştu. Mekkeliler ona da imandan ve Hz. Peygamber’e

itaatten dönmesi konusunda teklifler yaptılar ama o da Hubeyb b. Adîyy (r.a.) gibi cevaplar verecek

duruşunu bozmadı ve o şekilde şehadete ulaştı.

• Bİ’Rİ MAÛNE VAKASI

Recî hadisesi daha Medine’de duyulmadan Efendimiz (s.a.v.) Bi’ri Maûne’ye de muallimler

göndermişti. Tebliğ aşkından dolayı muallimleri aynı zamanda göndermişti.

Allah Resulü (s.a.v.) bir rivayete göre 70, daha doğru bir rivayete göre 40 sahabiyi gönderdi.

Muallimleri Benî Âmir kabilesinin reisi Ebû Bera Âmir b. Mâlik istemişti ve niyeti kötülük yapmak

değildi, samimiydi. Ama yeğeni Amr b. Tufeyl Müslümanları pusuya düşürdü ve 38 tanesini orada

şehit etti. Şehit olanlardan birisi de Harâm b. Milhân (Enes b. Mâlik’in dayısı) idi ve mızrakla

yaralandığı zaman aynen Amr b. Füheyre’nin dediği gibi “Fuztu vallahi bi Rabbil Kaaba/Kâbe’nin

rabbine yemin ederim ki ben kurtuldum.” diye bağırdı.

Kalan iki kişi hayvanlarını otlatmak için heyetten ayrılmışlardı, geri döndüklerinde

kardeşlerinin şehit edildiklerini gördüler ve ne yapacaklarını şaşırdılar. Gidip savaşmaya karar verdiler

ve bir tanesi daha şehit oldu. Kalan diğer sahabiyi Efendimiz’e (s.a.v.) haber vermesi için bıraktılar.

Allah Resulü (s.a.v.) duyduklarını büyük bir sabırla karşıladı çünkü o an doğru iş sabretmekti. Tam bir

ay, bir başka rivayete göre 40 gün sabah namazından sonra şehit olanlar için afiyet selamet diledi,

ihaneti yapanlara da beddua etti.

• HZ. HÜSEYİN’İN DOĞUMU

Efendimiz (s.a.v.) hiçbir zaman acının altında ezilmedi. O acıları yönetmişti. Bu acıların

arasında Hz. Hüseyin’in gelişi mahzun yüreklere şifa oldu ve Efendimiz çok sevindi. Onları kendi

dünyasının nasipleri olarak sevdi.

• ÜMMÜ SELEME ANNEMİZİN GELİŞİ

Ümmü Seleme’nin eşi Ebu Seleme b. Abdülesed gazvelerde yaralanmıştı. O vefat edince

Efendimiz (s.a.v.) Ümmü Seleme annemize talip oldu. Ümmü Seleme annemiz üç şeyden dolayı Hz.

Peygamber ile evlenme noktasında endişe ettiği dile getirdi:

- Resulullah beni ne yapsın, ben zaten yaşlı birisiyim diye endişe etti. (31-32 yaşlarında

olmasına rağmen kendisi yaşlı bulmuştu.)

- Çocukları vardı ve evlenirse onların ne olacağı konusunda endişe etti.

- Kıskanç birisi olduğunu söyleyerek Allah Resulü’nü rahatsız etme ve incitme konusunda

endişe etti.

Allah Resulü (s.a.v.) Ümmü Seleme annemizin endişelerine teker teker cevap verdi:

- Kendisinin de yaşlı olduğunu, hatta Ümmü Seleme’den daha yaşı olduğunu dile getirdi.

- Çocuklarını (Ömer b. Ebi Seleme, Seleme b. Ebi Seleme, Zeynep binti Ebi Seleme) kendi

çocukları sayacağını söyledi ve güzel bir şekilde de onları yetiştirdi. ( Özellikle Zeynep binti

Ebi Seleme Medine’nin yedi fakihe olmuş kadınlarından birisidir. İlimde zirveye erişmiştir

çünkü muallimesi Efendimiz (s.a.v.) idi.)

- Kıskançlık insanın kendi elindekini başkasından sakınmasıdır. Dengeli olduğunda mahzur

yoktur. Haset ise başkasının elindekine göz dikmektir, haramdır. Efendimiz (s.a.v.) bunun

çaresi olarak onun için dua edeceğini söyledi.

Kıskançlık ve hasetlik için duanın üç boyutu vardır: Kişinin kendisine dua etmesi, kendisi için

dua istemesi ve kime ve hangi özelliğine haset ediyorsa onun için dua etmektir. Eğer haset kalpte

hastalığa sebebiyet verecek kadar derinleşmişe ilk başta dua edilemeyebilir ama sabırla dua edilmeye

devam edilirse bu aşılabilir.

Efendimiz (s.a.v.) Ümmü Seleme annemize bunları söyleyince annemiz kabul etti ve Hücret-i

saadete geldi. Ümmü Seleme annemiz o evin en fazla hadis rivayet eden ikinci şahsı idi. Aişe annemiz

2210, Ümmü Seleme annemiz 378 hadis rivayet etti. Efendimiz (s.a.v.) onun dirayetine çok güvendiği

için defalarca onunla istişare etmiş ve onun dediğini yapmıştır.

Ümmü Seleme annemiz tavrı ile Hudeybiye’de binlerce sahabenin itibarını korudu.

Hücre-i Saadetin en uzun ömürlü eşidir.

Kim genelleme yapıp kadınlar ya da erkekler şöyledir böyledir derse kesinlikle Allah Resulü’ne

muhalefet ediyor demektir çünkü Efendimiz (s.a.v.) ikisi hakkında da hayır konuşulmasını istemiştir.

• BENİ NÂDİR’İN İHANETİ

Beni Nâdir Yahudileri rahat durmayıp tekrar fitneye başlamışlardı. Efendimiz (s.a.v.) birkaç

kere onları uyardı. Bir olay üzerine Efendimiz (s.a.v.) onların yanına gittiğinde suikast girişiminde

bulundular. Allah Resulü (s.a.v.) bir duvarın önünde otururken üzerine taş devirmek istediler lakin

Allah Resulü Cebrail (a.s.) tarafından bilgilendirildi.

Bu, moralleri bozulmuş olan Müslümanlar için iyi bir fırsat oldu, yeniden şahlanış gerçekleşti.

Allah Resulü (s.a.v.) sahabeyi toplayıp mahallelerini kuşatma altına aldı. Biraz direndikten sonra

mecburen teslim oldular ve bir sürü ganimet bırakarak gittiler.

İslam’dan önce Ensar, çocuklarını iyi yetişsin diye Yahudilere vermişlerdi. Beni Nâdir

Yahudileri sürgün edildiğinde çocukları da onların arasındaydı ve bunun için endişendiler. Bunun

üzerine “Dinde zorlama yoktur. Çünkü doğruluk sapıklıktan iyice ayrılmıştır. O hâlde, kim tâğûtu

tanımayıp Allah’a inanırsa, kopmak bilmeyen sapasağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah, hakkıyla

işitendir, hakkıyla bilendir.” (Bakara 2/256) ayeti nazil oldu.

Bu hadisenin arkasından Müslümanlar yeniden güçlendi çünkü tarım sektörü Beni Nâdir’in

elindeydi ve bir sürü tarla, bahçe, bir sürü şey bırakarak gitmişlerdi.

İçkinin haram kılınması da bu döneme denk gelmişti. İçki dört aşamada (tedrîcilik) haram

kılındı:

1. Allah (c.c.) Mekke döneminde iken Nahl suresinin 67. Ayeti ile bunu Müslümanların

gündemine koymuştu: “Hurma ağaçlarının meyvelerinden ve üzümlerden hem içki, hem de

güzel bir rızık edinirsiniz. Elbette bunda aklını kullanan bir toplum için bir ibret vardır.”

2. Bakara suresi 219. Ayet: “Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: “Onlarda hem büyük günah,

hem de insanlar için (bazı zahirî) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından büyüktür.”

Yine sana Allah yolunda ne harcayacaklarını soruyorlar. De ki: “İhtiyaçtan arta kalanı.”

Allah, size âyetleri böyle açıklıyor ki düşünesiniz.”

3. Nisa suresi 43. Ayet: “Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi bilinceye kadar namaza

yaklaşmayın. Cünüb iken de yolcu olanlar müstesna gusül edinceye kadar namaza

yaklaşmayın. Eğer hasta olur, veya yolculukta bulunursanız veyahut biriniz abdest

bozmaktan gelince veya cinsî münasebette bulunup, su da bulamazsanız o zaman tertemiz

bir toprak ile teyemmüm edin. Niyetle yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz ki Allah çok

affedicidir, çok bağışlayıcıdır.”

4. Maide suresi 90-91. Ayetler (nihai ayetlerdir): “Ey iman edenler! (Aklı örten) içki (ve benzeri

şeyler), kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kaçının ki

kurtuluşa eresiniz (90). Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi

Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçiyor musunuz? (91)”

Maide suresinin ilgili ayetleri nazil olduktan sonra Medine’de kimin evinde ne varsa hepsi

sokaklara saçıldı. Öyle ki kaynaklarda Medine’de adeta küçük bir çay oluştuğunu belirtilmiştir. Bu

sahabenin teslimiyetidir, anında ittiba etmişlerdir.

Günah ve haram meselesinde “bir defa yaptıktan sonra bir şey olma” gibi sözler şeytanın

vesvesesidir. Mümin anında itaat ve ittiba eder, gereğini yerine getirir.


*


KENDİMİZE NOT:


Ramazan heyecanın artarak zirvede bitirilmesi gereken bir şeydir.

Efendimiz (s.a.v.) Kadir gecesini son 10 günde ve tekli gecelerde aramamızı söylemiştir.

Kadir gecesinin en büyük ibadeti Aişe annemizin bize öğrettiği üzere duadır. O Allah

Resulü’ne Kadir gecesine erişirse nasıl dua edeceğini sormuştur. Bu son 10 günde dualarımızı

artırmamız gerek. Efendimiz (s.a.v.) şöyle dua etmesini buyurmuştur: “Allahümme inneke afüvvün

kerîmün tuhibbül afve fa'fü anni/Allah’ım sen Afuvsun, Kerimsin, affetmeyi seversin, beni de affet.”

Günahlarımızı Allah’a itiraf etmeliyiz yani geriye dönüp hayatımızın muhasebesini yapmalıyız.

Yaptığımız hatalar için af dilememiz gerek.

Kadir gecesi öyle bir gece ki bin aydan hayırlı çünkü bin ay 83 yıla tekabül eder yani bir ömre

bedeldir. O affı kazandıracak ve o mağfirete eriştirecek olan şey nasuh tövbedir (gönülden tövbe).

Efendimiz’in 9 tane Ramazanı vardı; bunlarda beş tanesi 30 gün, dört tanesi 29 gün idi ve

Ramazanlarını cihatla, cenkle, cehdle (gayretle) geçirdi.

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 18. BÖLÜM (MAĞLUBİYETİN ZAFERİ UHUD)


 HERKES İÇİN SİYER - 18. BÖLÜM (MAĞLUBİYETİN ZAFERİ UHUD)


Bismillahirrahmanirrahim.


 MAĞLUBİYETİN ZAFERİ

Bazen galibiyetin veremediği dersleri mağlubiyet verir. Eğer bu mağlubiyeti iyi okumasını

bilirsek canımızı acıtan şeylerden istifade edebiliriz çünkü acı adamı yoğuran bir muallimdir, adamı

pişirir, kıvama getirir. İnsan acıyı iyi yönetirse o acı onun muallimi olur. Acıyı yönetemeyen insan da

bir nevi trajedi yaşar. Aslında acılar büyük bir nimettir bize ve biz bunlarla barışmak durumundayız.

Efendimiz (s.a.v.) Uhud’da 70 tane en seçkin sahabeyi şehit verdi. Kendisi de dâhil olmak

üzere kalan 630 kişi ise yaralıydı. Yaralı olmayan kimse yoktu. Efendimiz (s.a.v.) de en fazla

yaralılardan biriydi ama Uhud’u çok güzel bir derse çevirdi.

Bedir’e yönelik doğrudan Kur’an’da geçen ayet sayısı 14 iken, Uhud’dan sonra gelen ayet

sayısı 70 idi. Allah mağlubiyet üzerinden terbiye etti ve ümmet o mağlubiyetin üzerinden

“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.” (Âl-i

İmrân 3/139) ayetini doğru bir şekilde kavradıkları için ayağa kalktı.

Uhud’un aslında galibi de yoktu. Her ne kadar müşrikler Müslümanlara ağır bedeller ödetmiş

olsalar da Efendimiz (s.a.v.) o savaşı iyi okuduğu ve acıları iyi bir şekilde yönettiği için Uhud’un en

karlısı yine Müslümanlar çıkmıştı.

Bugün ümmet de her tarafta Uhudlar yaşıyor. Eğer biz bunları yönetebilirsek bilmeliyiz ki

arkasında zaferler var çünkü aydınlık, karanlığın en şiddetli olduğu andan sonra gelir. Şu an ümmet de

karanlığı yaşıyor ama yönetebilirsek o aydınlığa ulaşabiliriz. Yeter ki oturup ağlamayalım. Efendimiz

(s.a.v.)’in ve sahabenin yaptığı gibi yapabilelim, bunun üzerinden bir şeyler alalım ve dönüşümü

sağlayacak adımlar atabilelim.

Efendimiz (s.a.v.) Bedir ile savaş hukukunu ve ahlakını öğretti. Uhud’da ise temelde beş ahlak

tipi öğretti:

 İstişare ahlakını öğretti. Allah Resulü (s.a.v.) istişare etti ve kendi görüşü öyle olmamasına

rağmen istişareye uydu.

 İtaat ahlakını öğretti. Efendimiz (s.a.v.) istişarede alınan kararlara itaat edilmesini istedi.

 Mağlubiyetin ahlakını öğretti.

 Muhabbet ahlakını öğretti. Öyle sevdim demekle olmaz, sevgi ispat ister. Uhud da bunun

ispatı idi. O meydan gerçekten sevenlerle sadece bunu sözde söyleyenlerin birbirinden ayrıldığı bir

meydandı.

 Telafi ahlakını öğretti. Hata yapabilirsin ama asıl önemli olan o hatadan sonra yaptığındır,

onu nasıl telafi edeceğindir. Güzel telafi edersen o işlediğin belki de senin için rahmet olur. Sahabe

Uhud’da Allah Resulü (s.a.v.)’in emrine itaat etmedi. Hz. Muhammed’in öldüğü şaibesi yayıldığında da

hata edenler oldu ama bu hatadan hemen rücu ettiler (döndüler). Bir ömür Uhud’un kefaretini

ödeyen ve telafi etmek için kendisini hep hayra teşvik eden sahabeler de vardı.


İnsan bir günah işlediğinde şeytan türlü türlü oyunlar oynayarak onu o günahın altında ezer.

Hiçbirimiz Hamza’nın katili değiliz! Onun katili bile bu kapıda yerini aldı. O bile “Radıyallâhu anhüm”

ile anılır. Biz ne günah işlersek işleyelim, telafi etmesini bilirsek Allah’ın o kapısı bize de açık olacaktır.

Şeytanın çağrısına değil Rahman’ın çağrısına icabet etmeliyiz.


 UHUD’UN SEBEPLERİ NEYDİ?

Mekkeliler Bedir’in intikamı almak istediler ama tek sebepleri bu değildi. Uhud’un dört ana

sebebi vardı:

→ Dini sebep: Mekkeliler Bedir’i kaybettikten sonra çevrelerindeki insanlar “Muhammed’in

(s.a.v.) Rabbi sizin putlarınızı yendi.” demeye başladılar. Gençler müşriklerin imanını sorgulamaya

başladı. Bu öyle bir hale geldi ki insanlar içinde bulundukları durumlardan şüphe eder oldu.

Mekkeliler de bu noktada bir şeyleri kurtarma adına girişimde bulundular. Onlara göre; çevrelerindeki

insanları dini anlamda ikna edebilmek için bir savaş ve galibiyet olmalıydı.

→ Sosyal sebep: Mekke’de her evde Bedir’in acısı vardı. Bunun için intikam almak istediler.

→ İktisadi sebep: Mekkelilerin kervanları hep Bedir tarafından geçiyordu. Ebu Sufyan’ın yolu

birden değiştirmesi sonucu kervanı kurtarmışlardı ama bir daha sefere ne olacağı belli olmazdı.

→ İtibari sebep: Kureyş’in bölgede büyük bir itibarı vardı. Bedirle birlikte bu, yerle bir oldu.

Hicaz, içlerinde ayak takımı diye alaya aldıkları Müslümanların öyle olmadıklarını gördü. Onun için

itibarlarını kurtarabilme adına yeni bir harbe girme gereksinimi duydular.


 MEKKE TARAFI VE HAZIRLIKLARI

Bu sebeplerden dolayı özellikle aile büyükleri ölen gençler arasında yeni bir savaş

gündemdeydi. Mekke’nin ileri gelenleri öldüğü için Ebu Sufyan otomatikman siyasi lider oldu. Gençler

ailelerinin intikamını almak için bir savaş konusunda Ebu Sufyan’a ısrar ettiler.

Kureyş kervanından elde edilen kâr bir havuzda toplandı ve bir ordu hazırlandı. Civar Arap

kabilelerinden de (özellikle Ehâbîş kabileleri) destek verenler olunca 3000 kişilik bir ordu toplandı.

Bu ordu Medine’ye hareket edeceği zaman Efendimiz (s.a.v.) ya amcası Hz. Abbas sayesinde

ya da kurduğu istihbarat ağı sayesinde bundan haberdar oldu.

 PEYGAMBERİMİZİN İSTİŞARELERİ VE UHUD’A HAREKET

Günlerden Cuma ve Şevval aylarının başı idi. Allah Resulü (s.a.v.) sahabeyi istişare etmek için

topladı. Kendisinin, sahabede yaşları olgun olanların ve Medine’yi çok iyi bilenlerin görüşü şehirde

kalıp şehir savunması yapmak idi. Ama Bedir’e katılmayan gençler bir meydan savaşı istediler.

Aralarında Hz. Hamza gibi yiğit olanlar da vardı ve Hz. Hamza’nın çarpışmaya yönelik reyi de bunda

etkili oldu. Efendimiz (s.a.v.) istişare sonucu çıkan bu kararı kabul etti.

Daha sonra Cuma namazı için hutbeye çıktı. Hutbesinde sahabeyi cihada teşvik etti. Sonra

hücre-i saadetine çekildi ve biraz istirahat ettikten sonra bir rüya gördü. Rüyasında kendisinin bir zırh

giydiğini, sonra o zırhın çatladığını, yanı başında bir sığırın ve koyunun boğazlandığını gördü. Bu

rüyadan etkilenmiş bir halde uyanınca yanındaki annelerimizden birisi O’na bu halinin sebebini sordu.

Efendimiz (s.a.v.) rüyasını anlattı ve yorumladı: O zırh Medine idi ve çatlaması Medine’nin

çatlamasına işaretti. Sığırın boğazlanması ehli beytinden birinin şehadetine, koyunun boğazlanması

ise ashabından bazılarının şehadetine işaret idi.

Sahabe, Efendimiz’e savaş konusunda ısrar ettikleri için pişman oldu. İstişarede olmayan

Ensarlardan bazıları meseleden haberdar olunca keşke Efendimiz’in dediği olsaydı diyerek gençlere

kızmıştı. Gençler bu yüzden Allah Resulü’nün çıkmasını bekliyorlardı ve Efendimiz (s.a.v.) savaş günü

iki zırh giymiş olarak dışarı çıktı. Sahabeden biri pişmanlıklarını arz etti ve görüşüne uyacaklarını

söyledi. Efendimiz (s.a.v.) istişarede bir karar alındığı için bunu kabul etmedi. İstişare ahlakı bu

demekti. “Bir peygambere giydiği zırhı çıkarmak yakışmaz.” dedi ve Allah’a tevekkül ederek devam

edeceklerini buyurdu.

Akşamüstü Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabe, münafıklara ve Yahudilere fark ettirmeden

Mescid-i Nebevi’den çıkıp farklı yolları kullanarak Uhud’a doğru yol aldı. 1000 kişiydiler. İbni Selûl

(Abdullah b. Übey b. Selûl, Hazrec kabilesinin reisi, Medine’nin idaresi kendisine verilmek üzere iken

Hz. Peygamber’in hicretiyle bundan vazgeçilince Efendimiz’e düşman olan kişi) yolun bir yerinde fitne

çıkardı ve 300 kişinin aklına girerek yoldan çevirdi.

Ordunun üçte biri gitmişti ama Allah Resulü (s.a.v.) risaletin ahlakını çok iyi bildiği için geri

adım atmadı. Bu aslında bir rahmetti. Allah hamlarla hasları ayırmıştır. (Bu davada arkaya bakmak

yok! Önde yürüyen büyüklerin izlerini takip ederek yürüyebilirsin ama Allah’a değil de arkanda

olanlara güvenirsen kaybettin demektir.)


 UHUD’DA YAŞANANLAR

Efendimiz (s.a.v.) hedefleri doğrultusunda yola devam etti ve o gün Uhud’da geceledi.

Şevvalin ilk günleri ve günlerden Cumartesi idi. Mekkelilerden önce gelip Uhud’a yerleşmişlerdi ve

Efendimiz (s.a.v.) askerleri konumlandırmak için bölgeyi kolaçan etti.

Karşıdaki ordu 3000, sahabe 700 kişi idi. Teçhizatlar konusunda da şartlar Bedir’deki gibi yine

eşit değildi. Efendimiz (s.a.v.) Mekkelilerin 200 süvarisi olduğunu öğrenince Ayneyn (Okçuklar Tepesi)

Tepesi’ne 50 okçu yerleştirdi (çünkü bizim bir okçumuz dört tane süvariyi durdururdu). O tepenin

korunması lazımdı ki süvariler ile İslam askerleri arasındaki denge korunmuş olsun.

Abdullah b. Cübeyr (r.a.) Ayneny tepesini bırakmayıp orada şehit olan 10 sahabeden birisidir.

40 tanesi ne yazık ki tepeyi bırakmıştı. (Bugün biz onların isimlerini bilmeyiz çünkü sonraki nesillerin

gönüllerinde kötü bir intiba oluşmaması için rivayetlerle isimleri açık bir şekilde aktarılmamıştır.)

Efendimiz (s.a.v.) onların bu hatalarını yüzlerine vurmadı ve tepeyi terk etmiş olsalar bile onlardan

bazılarını daha sonraki önemli görevler için görevlendirdi. Hatayı büyütmedi çünkü bu peygamberin

merhametine sığmazdı.

Allah Resulü (s.a.v.), Abdullah b. Cübeyr komutasında elli okçuyu tepeye yerleştirdiğinde:

“Ne şart ve durum olursa olsun asla burayı terk etmeyeceksiniz. Bizlerin cesetlerinin yaban

kuşlar(akbabalar) tarafından parçalandığını görseniz bile yerinizi bırakmayacaksınız.” (İbn Sa’d,

Tabakât, c. 2, s. 47; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 293) buyurdu.

Çok açık bir talimat ile Efendimiz (s.a.v.) sahabeleri uyarmış, bir yönü ile savaşın neticesinin o

tepenin korunmasından geçtiğini onlara beyan etmişti.

Allah Resulü (s.a.v.) ordusunu Uhud’u arkasına alarak konumlandırdı. Efendimiz (s.a.v.) eğer

bir dağ varsa onu arkasına alır, düşmanın önünü açık bırakırdı. Bunu, düşman saldırırsa sığınacak bir

yerleri olması ve düşmana saldırdıklarında düşmanın kaçıp gitmesi için yapardı. En az zayiatla işin

neticelenmesini arzu ederdi.

Efendimiz (s.a.v.) Mekke tarafında sancakların Abdüddâr oğullarında olduğunu gördü ve kendi

sancaklarının da Mus’ab b. Umeyr’in elinde olmasını istedi (Bedir’de de sancaktar oydu). Beyaz

sancak Mus’ab b. Umeyr’e teslim edildi. Efendimiz (s.a.v.) üzerindeki hırkayı çıkarıp Mus’ab’a (r.a.)

giydirdi. Mus’ab b. Umeyr böyle bir şerefe yeniden mazhar olduğuna sevinmişti. Efendimiz (s.a.v.)

onun arkasında farklı bir nazarla bakmış, Hz. Ebubekir de bu bakışı yakalamış ve manasını anlamıştı.

Mus’ab b. Umeyr, Efendimiz (s.a.v.)’ e çok benzerdi. O gün Resulullah’ın hırkasını da giyince

dışarıdan görenler onu Allah Resulü (s.a.v.) zannettiler. Mekke ordusunda görevi sadece Allah

Resulü’nü öldürmek olan dört kişi vardı. Onlardan bir tanesi İbn Kamîe idi ve sürekli Allah Resulü’nü

arıyordu.

Efendimiz (s.a.v.) askerlerini konumlandırdıktan sonra mübâreze için karşı ordudan Hanzale b.

Ebu Âmir’in babası olan Ebû Âmir er-Râhib (münafıkların reisi, Mescid-i Dırâr’ın bânisi/kurucusu) çıktı.

Hanzale b. Ebu Âmir çıkıp babasıyla savaşmak istedi ama Allah Resulü buna izin vermedi.

Talha b. Ebî Talha çıktı ve naralar atarak Müslümanlardan kendisine bir rakip çıkmasını istedi.

Bunun üzerine Hz. Ali atıldı ve aralarında mübareze başladıktan kısa bir süre sonra darbe alarak yere

düştü. Yere düşünce üstü açıldı, avret yerleri görününce geriye çekildi. Son bir darbe vurmaya

çalışırken Talha b. Ebi Talha hiç mi akrabalık bağlarının hatırı olmadığını öne sürünce Hz. Ali onu yaralı

bir biçimde bırakarak döndü. Talha b. Ebi Talha da sonra o yaradan öldü. Allah Resulü (s.a.v.) ve

sahabe Hz. Ali’ye onu neden bıraktıklarını sordu. Hz. Ali sebebini söyleyince Allah Resulü iyi yaptığını

dile getirdi.

Sancakları Abdüddâr oğulları almıştı ve savaş sırasında da sancağı hep onlardan biri taşıdı. Hz.

Ali sancağı kim alırsa alsın hepsini yere devirdi. (O gün meydanda Hz. Ali ve Hz. Hamza Uhud’ın

kahramanlarından biri oldu.)

Savaşın ilk aşaması II. Bedir mahiyetinde gerçekleşmişti. Sahabe bir anda Mekke ordusunu

yerle bir etti. İnsanlar kaçmaya başladılar. Mekke ordusu o gün kadınları da getirmişti. Kadınlar

kaçmamaları için erkekleri tutmaya çalışmış ve yaptıklarından dolayı onları kınamışlarsa da kimseye

engel olamadılar.

Okçular tepesindeki 40 sahabe Mekkeliler kaçmaya başlayınca savaşın kendi lehlerine bittiğini

düşündü. Hz. Peygamber’in talimatını unutarak meydana inmeye karar verdiler. Abdullah b. Cübeyr

(r.a.), askerlerin bazılarında bu kararı görünce onları uyardı ama çok fazla etkili olamadı.

Meydana inen sahabilerin amacı bugün hep anlatıldığı gibi sadece ganimet toplamak değildi.

O güne kadar faiz henüz haram kılınmadığı için cihada katılabilmek adına Medine’deki Yahudilerden

faizle borç almışlardı. O parayla da savaş teçhizatı alınmıştı. Ganimetleri alıp borçlarını ödemek

istemişlerdi. Niyetleri dünyalık adına kazanç elde etmek değildi. (Âl-i İmrân suresinde Uhud

anlatılırken faiz meselesi de bu yüzden gündeme gelmiştir.)

O ana kadar, tepeyi gözleyen ve orası korunduğu müddetçe İslam ordusuna arkadan

saldırılamayacağını bilen Mekkelilerin süvari birliğinin komutanları Halid b. Velid ve İkrime b. Ebî

Cehil, geriye dönme hazırlıkları yaparken aralarından birinin sesi ile sarsıldılar. Seslenen kişi onlara

okçuların tepeyi terk ettiklerinin müjdesini verdi. Bu haber üzerine hemen Mekkeli süvariler tepeye

doğru hücuma geçtiler, geriye kalan on okçuyu şehit ettiler ve Müslümanları arkadan kuşattılar.

Beklenmeyen bu saldırı üzerine Müslümanlar neye uğradıklarını şaşırdılar. O anlarda kaçmaya çalışan

diğer Mekkeliler de geri dönerek saldırıya geçtiler. Böylelikle İslam askerleri iki ateş arasında kalarak

ciddi sıkıntılar yaşadılar.


 HZ. HAMZA’NIN ŞEHADETİ

O anlar içerisinde Hz. Hamza, Vahşi b. Harb tarafından şehit edildi. Vahşi b. Harb, Cübeyr b.

Mut’im’in kölesi idi. Cübeyr b. Mut’im’in babası ve amcası Bedir’de öldürüldüğü için onların 

intikamını almak istiyordu. Ebu Sufyan’ın hanımı Hind de babası, amcası ve kardeşi Hz. Hamza 

tarafından öldürüldüğü için intikam peşindeydi. Cübeyr b. Mut’im Hz. Hamza’yı öldürmesi için Hz. 

Vahşi’ye özgürlüğünü vaat etti. Hind binti Utbe de mücevherlerle ve altınlarla vaatte bulundu.

Hz. Vahşi, elinde mızrakla dakikalarca Hz. Hamza’nın etrafında dolaştı ama kendisinin

anlatımıyla ona yaklaşmak mümkün değildi. Hz. Hamza o sırada Sibâ’ b. Abdüluzzâ ile çarpışarak onu

öldürdü. Kılıcını kaldırıp “Allahu Ekber!” dediği anda Hz. Vahşi mızrağı sırtından sapladı. Aldığı emre

göre de işaret olsun diye ciğerini çıkardı ve Hind binti Utbe’ye götürdü. Hind binti Utbe’nin intikamı

yine sönmedi ve Hz. Hamza’nın olduğu yere gelerek müsle âdetini uyguladılar.

(Müsle; savaşta karşı tarafı öldüren birinin, kendisinin yüceliğini, düşmanın ise zelil oluşunu

gösterme adına, öldürdüğü düşmanının organlarını kesmesidir. Cesedi paramparça ederek

yakınlarının acılarını daha da ziyadeleştirirlerdi.)

Hz. Vahşî daha sonra Müslüman olunca hürriyetine kavuşabilmek için Hamza’yı öldürmekten

başka çaresinin bulunmadığını ve Uhud’a sadece bunun için katıldığını söylemiştir (İbn Hişâm, III, 35;

İbn Kesîr, IV, 19).


 MUS’AB B. UMEYR’İN ŞEHADETİ

Hz. Mus’ab’ın şehit olması da bu sırada gerçekleşti. Hz. Mus’ab sancağı sağ elinde tutarken

İbn Kamîe ona sağından bir darbe yaptı. Hz. Mus’ab düşürmemek için sancağı sol eline alınca İbn

Kamîe bu sefer onu solundan yaraladı. Hz. Mus’ab elleriyle tutamayınca sancağı bacaklarının arasında

tutmaya çalıştı. Son bir darbeyi de alınca yüzükoyun toprağa düştü ama o anda bile sancak düşmesin

diye gayret etti. Hz. Ali yetişip sancağı aldı.

Hz. Mus’ab yüzünü toprağa iyice gömmüştü. Onun böyle yapmasının nedenini Allah Resulü

(s.a.v.) söylemiştir: İbn Kamîe, Hz. Mus’ab’ın Hz. Peygamber olduğunu zannetmiş ve o vurdukça Hz.

Mus’ab tanınmamak için yüzünü gizlemiştir. Bir taraftan da sancağı düşürdüğü için mahcubiyetinden

yüzünü saklamıştır. Ve orada şehit olmuştur.

İbn Kamîe, Hz. Mus’ab’ı öldürüp Efendimiz’i öldürdüğünü zannedince “Muhammed’i (s.a.v.)

öldürdüm!” diye bağırdı. Bu haber Uhud’da yankılandığında üç tane tavır ortaya çıktı:

- Sahabeden bazıları peygamber öldüyse bu işin bittiğini düşünerek Medine’ye döndü.

- Bazıları olduğu yerde donakaldı, ne yapacağını bilemedi.

- Bazıları ise (Enes b. Nadr (Enes b. Malik’in amcası), Sa’d b. Rebî gibi) elinde kılıçla sonuna

kadar gayret etti.

Enes b. Nadr, bir grup sahabenin Hz. Peygamber’in vefat ettiğini ileri sürüp bir köşede çaresiz

bir şekilde oturduklarını görünce onlara Resûlullah neyin uğrunda öldüyse aynı şey uğrunda ölmek

gerektiğini söyleyerek kendilerini toparlamalarına vesile oldu. Düşmanın içerisine daldı ve

paramparça oldu. Kız kardeşi Rubeyyi onu elindeki bir izden güçlükle tanıyabildi.


 SIĞINILAN MAĞARA VE YAPILAN KONUŞMALAR

Allah Resulü (s.a.v.) bu sıralarda Ebû Âmir er-Râhib’in kazdığı bir çukura düşüp ciddi bir

şekilde yaralanmıştı. Kan revan içerisinde acılar çekerek yavaş yavaş dağa doğru çekildi. Yanında

birkaç sahabe vardı. Mağaraya doğru çekildiği anda Efendimiz’i görenler de ona doğru gelmeye

başladılar. Allah Resulü (s.a.v.) orada iki şey yapabilirdi:

- Sessiz kalıp bekleyebilirdi.

- Dağılan orduyu toparlayabilirdi. Bunun için de bağırması ve yaşadığını belli etmesi

lazımdı.

Allah Resulü (s.a.v.), sahabe yapmaması konusunda ısrar etmesine rağmen ikinci seçeneği

yaptı. Ka’b b. Malik onu görünce hemen yaşadığını Müslümanlara haber verdi. Duyanlar bir anda

koşup geldi ve Efendimiz’in etrafında 20-30 kişi oldular. Ama Ka’b b. Malik’in çağrısı ile Mekke

müşrikleri de geldi. Uhud’un üçüncü aşaması da burada gerçekleşti. Bu aşama hem toparlanma hem

de bir can pazarının yaşandığı aşamadır çünkü Efendimiz (s.a.v.)’in ölmediğini duyunca Mekkeliler

orayı ok yağmuruna tutup saldırmaya başladı.

Efendimiz (s.a.v.)’i korumak için sahabe büyük bir gayret gösterdi. Ziyad b. Seken birçok

arkadaşı ile bu esnada şehit oldu. Talha b. Ubeydullah Resulullah’a siper ettiği için elini kaybetti ve

orada “Nahruke nahrî, demuke demî Ya Resulullah! / Canım canına, kanım kanına feda olsun Ya

Resulullah!” dedi.

O anlarda Nesîbe annemiz (r.a.) de oradaydı. Allah Resulü (s.a.v.) onun için “Sağımda o vardı,

solumda Cebrail (a.s.) vardı. Nereye baktıysam onu gördüm.” demiştir. Efendimiz (s.a.v.) Nesime

annemizin kahramanca savaştığını görüp bir sahabi efendimizin yorulduğunu görünce ona

“Ödeyemiyorsan o kılıcın hakkını, ver Nesibe’ye! Nesibe bugün kahramanca bir mücadele veriyor.”

diyerek o kılıcı Nesibe (r.a.)’ye verdirmiştir. Nesibe annemiz birçok yerinden yaralanmasına rağmen o

meydanda Efendimiz’i korumuştur.

Mekkeliler artık başka bir şey yapamayacaklarını anlayınca bu bize yeter diyerek çekilmeye

başladılar. Tam o anlarda Ebu Sufyan da mağaranın önüne doğru geldi ve bağırarak Hz. Ebubekir’in,

Hz. Peygamber’in ve Hz. Ömer’in hayatta olup olmadığını sordu ama bir cevap alamadı. Ebu Sufyan

üçünden de ses gelmeyince “Üçü de öldüyse tamamdır. Yaşasın Hubel!” dedi. Onun bu sevincine

karşılık Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Ömer’e cevap vermeyecek misin diye sordu. Hz. Ömer de kendisini

Efendimiz’in susturduğu için konuşmadığını söylediğinde Efendimiz (s.a.v.) ona “Ben bizi söyleyince

susturdum. Şimdi Allah’ın hukuku söz konusu. Allah’ın hukuku söz konusu olunca susmak yoktur!

Cevap ver ona! Ona de ki Allah’tır en yüce olan ve sadece yüce olarak kalacak olan da Allah’tır!”

buyurdu. Hz. Ömer denildiği gibi seslendi Ebu Sufyan’a. Ebu Sufyan sesi duyunca sahibini tanıdı ve

üçünün de hayatta olduğunu anladı ve “Bu Bedir’in intikamıdır. Siz Bedir’de kazandınız, biz de

Uhud’da kazandık. Siz Bedir’de bizim adamlarımızı öldürdünüz, biz de Uhud’da sizin adamlarınızı

öldürdük. Ölülerimiz ölülerinize, zaferimiz de zaferinize denktir.” dedi. Bunu duyunca Allah Resulü

(s.a.v.) tekrar Hz. Ömer’e cevap vermeyecek misin diye sordu çünkü mesele din meselesi idi.

(Efendimiz (s.a.v.) bir yerde dine ait bir durum söz konusuysa savunma gerektiğini vurgulamaktadır.)

Hz. Ömer yine Efendimiz’in söylediklerini aktararak: “Asla bizimkilerle sizinkiler bir değildir! Bizim

ölülerimiz cennette, sizin ölüleriniz cehennemdedir. Onun için bizimle sizin aranızda eşit olabilecek

bir şey yoktur!” cevabını verdi. Ebu Sufyan bunun üzerine bir sene sonra yine aynı vakitte ve aynı

yerde buluşmayı teklif etti ve Allah Resulü de bunu kabul edince çekip gitti.

Bu sırada Medine savunmasız bir haldeydi ama Mekkeliler oraya bulaşmadılar çünkü

korkuyorlardı. Allah onların yüreklerine bir korku salmıştı. Bu bize yeter diyerek zaten kaçmıştılar.

Uhud, tek bir dağ olduğu için Ahad kökünden gelir. 110 m yüksekliğindedir. Cennet

dağlarından bir dağdır. Allah Resulü (s.a.v.) “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” demiştir.

(Buhârî, “Meġāzî”, 27; Müslim, “Ḥac”, 503-504). Uhud kendisinin hem yoldaşı hem sırdaşı olmuştur.

Allah Resulü (s.a.v.) mağaraya geldiğinde yaralıydı. Yüzüne halkalar saplanmıştı. Hz. Ebubekir

çıkarmak için müsaade istedi. O anda Ebu Ubeyde b. Cerrah gelerek bu şerefe mazhar olmak için Hz.

Ebubekir’den izin istedi ve sonra o halkaları Efendimiz’i acıtmadan dişleri ile kavrayıp çıkarmaya

çalıştı. Çıkarırken dişleri kırıldı ve hayatının sonuna kadar dişsiz dolaştı. Araplar ön dişleri olmayana

‘hetem’ derlerdi ama Hz. Ebubekir “O, hetemlerin en güzelidir.” demiş; ashabdan bazıları da: “Dişsizlik

insanı çirkinleştirirdi ama Ebu Ubeyde Uhud’da kaybettiği dişlerinden ötürü daha fazla güzelleşti.”

demişlerdir.

Allah Resulü (s.a.v.) o mağaraya çıkarken biraz yüksek olduğu için çıkamadı. O anda Talha b.

Ubeydullah sırtına basıp çıkması için Efendimiz’in önüne yattı. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.)

“Cennet Talha’ya vacib oldu.” dedi. Talha b. Ubeydullah bu kadar basit bir amelle mi olacağını

sorunca Allah Resulü (s.a.v.) “Allah katında amelin basiti yok. Allah içinse eğer karşılığı budur.”

dedi.

Allah Resulü (s.a.v.) orada biraz istirahat edince Hâris b. Dimme’yi Hz. Hamza’dan haber

getirmesi için gönderdi. Hâris b. Dimme Hz. Hamza’yı buldu ve halini görünce başında ağlamaya

başladı. Efendimiz’e bunu nasıl söyleyeceğini düşündü. Efendimiz (s.a.v.) Hâris b. Dimme dönmeyince

Hz. Ali’yi de gönderdi. Hz. Ali de vaziyeti görünce kötü oldu ama kendisini toparlayınca dönüp

Efendimiz’e durumu anlattı; amcasını son gördüğü bir şekilde hatırlaması için Efendimiz’e

gitmemesini tavsiye etti. Allah Resulü (s.a.v.) gitmek istediğini beyan etti. Amcasını o halde görünce

dayanamayıp ağlamaya başladı ve orada yüreği yanan bir beşer olarak “Sana bunları yapanları elime

geçirdiğimde 70 tanesinden intikamını alacağım.” dedi. Bunun üzerine Nahl suresi 126. ayet uyarı

mahiyetinde nazil oldu: “Cezalandırmak isterseniz size yapıldığı kadarıyla cezalandırın, fakat sabır

gösterirseniz bilin ki sabırlı davrananlar için bu muhakkak daha hayırlıdır.” Bu ayet ile adaletten

ödün verilmeyeceği hatırlatılmıştır. Allah Resulü (s.a.v.) sonra amcasına bunu yapanları affetti ve

onlar Müslüman olarak tarihe geçtiler. Onlara bu konuda sonradan bedel bile ödetmedi.

Allah Resulü (s.a.v.) amcasını öyle görünce çok etkilendi. Artık dönüp toparlanacakları bir

sırada Hz. Safiye’nin de geldiğini gördüler. Hz. Ali ile Hz. Zübeyr onu engellemeye çalıştılar ancak 

ikna edemediler. Hz. Safiye kardeşinin yanına gitti ve orada “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” ayetini

okuyarak ağladı. Efendimiz (s.a.v.) yanına gelerek onu teskin etmeye çalıştı, sarılıp beraber ağladılar.

Allah Resulü (s.a.v.) daha sonra şehitlerin naaşlarını toplattırdı ve şehitlerin öldükleri yere

defnedileceğini buyurdu. Kabirler kazıldı ama şehitlerin sayısı kabirlere göre fazla idi. Bu yüzden

Efendimiz (s.a.v.) birbirlerini seven iki şehidin birlikte, Kur’an’ı en fazla bilenin ondan daha az bilenle

birlikte ve bunun gibi her birine bu noktada eşleştirmeler yaparak gömülmelerini söyledi.

Şehitler defnedilirken Hz. Hamza bekletildi. Her şehit için cenaze namazı kılındığında sahabe

onu da defnetmek için izin istiyordu ama Allah Resulü amcasını bekleterek defalarca üzerine cenaze

namazı kılınmasını sağlamıştı. En son Hz. Hamza ile Abdullah b. Cahş (birbirleriyle akrabaydılar)

birlikte defnedildi.

Hz. Mus’ab’ın naaşı getirildiğinde sahabe, üzerindeki elbisenin ona kefen olarak yetmediğini;

başına doğru çektiklerinde ayaklarının, ayaklarına doğru çektiklerinde başının açıkta kaldığını söyledi.

Efendimiz (s.a.v.) elbisesini başına doğru çekmelerini ve açıkta kalan ayaklarını da bir ot demeti ile

kapatmalarını buyurdu. Mekke’nin yakışıklı delikanlısı Mus’ab b. Umeyr bu şekilde defnedildi.

Efendimiz (s.a.v.) yüreğinde koca bir acı ile Medine’ye döndü. Ensardan çokça şehit olduğu

için Ensar halkı birbirlerine taziye gidiyorlardı. Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Hamza’nın evinin önünde hiç

kimsenin olmadığını görünce Hz. Ebubekir’e “Hamza’nın ağlayanı bile yok.” dedi ve Hz. Ebubekir

ağlamaya başladı. O anda Sa’d b. Muâz durumdan haberdar olunca Ensara gidip Allah Resulü’nün

böyle söylediğini anlattı. Ensar da kendi taziyelerini bırakıp Hz. Hamza’nın kapısında toplandılar ve

Efendimiz’i teskin etmeye çalıştılar.

Allah Resulü (s.a.v.) Uhud’u hiç unutturmadı. Her zaman ziyaret etti ve “Ey Uhud şehitleri! O

gün burada sizinle beraber şehit olmayı ve burada bu dağın eteklerine defnolunmayı ne kadar

isterdim.” derdi. Bu şehitlere şahitlik etmektir. Allah Resulü (s.a.v.) gidenlerin uğruna can verdikleri

büyük davanın ne kadar önemli olduğunu söylemiş ve kalanlara da bir sorumluluk yüklemiştir.

Uhud’dan sonra nazil olan ayetlerden biri de şudur: “Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki,

Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit

olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.”

(Ahzâb 33/23)

Şehitlerin bize emanet ettiği bir dava var! Davaya talip olmak bize de nasip olduğuna göre bu

davaya sahip çıkıp onu korumalıyız çünkü şehitler gitti ama şahitler kaldı. Şahitler şehitlerin davasına

sahip çıktığı kadar şahit olabilirler. Allah bizi o şahitlerden eylesin. Âmin.


*


NOT: Tefsir kitabı tavsiyeleri: Tefsirli Kur’an Meali (3 Cilt) – Hasan Basri Çantay. Safvetü't Tefasir /

Tefsirlerin Özü – Muhammed Ali Es-Sabuni. Hak Dini Kur’an Dili – Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır.

Devamını Oku »

Siyer dersleri 11-15.bölüm sorularla tekrar edip öğrenelim

 




Siyerin ruhunda Peygamber Efendimizin kâmilen bir şahsiyeti var ve o şahsiyet içerisinde aslında biz

varız. Siyer her ne kadar bir insanın hayatı olsa da bütün bir beşeriyetin hayatıdır çünkü Efendimiz

tüm beşeriyet için bir örnek teşkil eder. Tüm insanlık için adeta fabrika ayarı niteliğindedir.

Derslerimizden neler öğrendik ? 

Aşağıdaki soruları cevaplamaya çalışarak öğrenmeye çalışalım inşaallah ...


https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSdYQA_VWlpNNi0MxQGg2Ej7ZHTbzU2jJ74LxAzB3Ces2tZ3IA/viewform?vc=0&c=0&w=1&flr=0




Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 17. BÖLÜM (ÂİŞE ANNEMİZİN GELİŞİ VE MEDİNE’NİN İLKLERİ)

 


HERKES İÇİN SİYER - 17. BÖLÜM (ÂİŞE ANNEMİZİN GELİŞİ VE MEDİNE’NİN İLKLERİ)


Bismillahirrahmanirrahim.


 BEDİR DÖNÜŞÜ NE OLDU?

Efendimiz (s.a.v.) Bedir’e 313 kişi ile gitti. Kendisi ile beraber sayı 314 idi. Medine’ye dönerken

aralarından 14’ünü şehit vermişler ve yanlarına 70 tane esir almışlardı.

Sahabenin gelirken konuştukları ile dönerken konuştukları aynı değildi. Yüreklerinde sevinçle

hüzün bir arada idi. Sevinçliydiler çünkü Allah İslam’ı aziz, küfrü zelil kılmıştı. Hüzünlüydüler çünkü

daha da kahramanca savaşabilirdik diye düşünüyorlardı. Kardeşlerinden 14’ünü şehadete yolladıkları

için sevinmişler, kendileri şehit olmadıkları için üzülmüşlerdi. Nail oldukları bu büyük şerefe

Medine’de nail olamayan kardeşleri var diye üzgündüler. Bir daha Bedir gibi bir şey yaşanır mı diye

endişeliydiler.

Medine’ye giderlerken Efendimiz (s.a.v.) bu sevinci Medine’de paylaşmaları için iki sahabiyi

görevlendirdi. Medine’ye haber ulaşınca hemen bir sevinç yaşandı ama aynı zamanda bir de hüzün

hâkimdi çünkü Efendimiz’in (s.a.v.) kızı Rukiye annemiz vefat etmişti.

Sahabenin Bedir’den dönüp Medine’ye giriş tarihi 27 Ramazan, Rukiye annemizin vefatı da 20

Ramazan idi. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.v.) kızının cenazesine yetişemedi (Yetiştiğine dair rivayetler de

mevcut). Rukiye annemizi Ümmü Eymen annemiz yıkamış, eşi Hz. Osman da cenaze namazını kıldırıp

defnetmişti.

Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye girdiğinde yine sevinci en güzel biçimde yaşayamadı ve kızının

vefatı ile yüreği yandı. Efendimiz (s.a.v.) bu dünyada doya doya gülemedi. (Allah Resulü’nü

güldürmeyen dünya bizi mi güldürsün... Bu dünya imtihan dünyasıdır. Bizler de yüzümüzün akıyla

imtihanları geçmeye bakmalıyız. “Artık bana düşen güzelce sabretmektir.” Yusuf 12/18-83)

Ne olursa olsun büyük bir zafer ve sevinç vardı. O zafere gerçek dostlar sevinirken bazı cahil

dostlar da içlerinde büyük bir haset duydular. (Haset yakınlık arttıkça artan bir hastalıktır. Akrabalarda

o yüzden haset oranı fazladır.)

Münafıklar seviniyormuş gibi yaptılar ama kendi dostları ile baş başa kaldıklarında başka bir

halde idiler. Efendimiz’e ve sahabeye karşı gülüp yüzlerine methiyeler düzerken içlerinde bambaşka

duygular barındırdılar.

Bir başka grup insanlar hırslarından çatladılar çünkü onlar Mekkelilerin onları yenebileceğine

çok inanmışlardı. Oysa ki ölen 70 müşrikten 24’ü küfrün elebaşları idi.

Bir başka zümre de şedîd düşmanlar idi. Onlar da sevinci kursakta bırakmak için uğraştılar,

planlar kurdular. (Düşman uyumaz. Kim düşmanın yattığını zannederse kendi yatıyor demektir. En

büyük darbeyi en sevinçli anımızda yeriz çünkü düşman o anı kollar.)

 HZ. RUKİYYE’NİN VEFATI

Rukiye annemiz ıstıraplı bir hayatın içerisinde iman üzere yaşarken hastalanarak vefat etti. Hz.

Osman (r.a.) onun gidişi ile çok üzüldü. Üzüntüsü hem eşini kaybettiği için hem de Allah Resulü’ne

damat olma şerefi ile nasiplendiği aile bağı koptuğu içindi.

Efendimiz (s.a.v.) bir baba olarak iki erkek evladını toprağa vermiş iken kalan dört kızından

birini de kaybetmenin acısını yaşadı. Ama Hz. Osman’ı (.r.a.) kendisinden daha üzgün görünce onu

teskin etmeye başladı. Aradan bir müddet geçtikten sonra diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmesini

kendisi teklif etti. Hz. Osman Ümmü Gülsüm ile de güzel bir yuva kurdu. Yıllar sonra Ümmü Gülsüm

annemiz de vefat edince Efendimiz (s.a.v.) bir rivayete göre “Bir kızım daha olsaydı Osman’a onu da

verirdim.”; diğer bir rivayete göre “40 tane kızım olsaydı ve peşi sıra hepsi vefat etseydi yine Osman’a

verirdim.” dedi. Hz. Osman iki defa peygamber evine damat olduğu için Allah Resulü (s.a.v.) ona “iki

nur sahibi” anlamında “zinnureyn” demiştir.

Yıllar sonra Hz. Osman’ın 12 yıllık hilafet döneminin son 6 yılında devlet yönetimde bazı

olumsuzluklar yaşandı. Bunun üzerine onun hakkında ileri geri konuşmaya başlayan insanlar ortaya

çıktı. (Sahabenin fazilet sıralamasında en başta Hz. Ebubekir (r.a.), en sonda ise Hz. Vahşi (r.a.) gelir.

Başından sonuna kadar bütün sahabe hatasız, günahsız insanlar değildi ama biz hepsine “Radıyallâhu

anhüm ecmain: Allah onların hepsinden râzı olsun, razı da olmuştur.” deriz. Kimi anarsak analım onlar

da hatalarıyla birlikte insandılar.)

Hz. Osman hakkında ileri geri konuşulunca Müslümanlardan birisi o konuşanlardan birine

ders vermek için onun yanına giderek kızına bir başkası adına -aracı olarak- talip olmak istediğini

söyledi. Sonra da aracı olmak istediği kişinin özellikleri olarak o adamın Hz. Osman’ın aleyhine

söylediği sözleri söyledi ve böyle bir adama kızını verip vermeyeceğini sordu. Adam şaşırıp böyle bir

adama kız verilmeyeceğini söyledi. Onun bu tepkisi üzerine o Müslüman “Ey Allah’tan korkmaz! Sen

Hz. Osman için bunları söylüyorsun, Allah Resulü böyle birine kızlarını verdi.” diyerek o adama 

haddini bildirdi. Sahabe hakkında konuşurken bunun için dikkatli olmalıyız çünkü sahabe bizim için 

anahtar nesildir, köprü nesildir; bizi Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve Kur’an’a bağlar.

 UMEYR B. VEHB’İN SUİKAST GİRİŞİMİ

Umeyr b. Vehb’in oğlu da esirler arasında idi. Fidye verip oğlunu geri almayı kendisine

yediremedi. Şeytan gibiydi, zekasıyla inanılmaz şeyler yapan birisi olduğu için Kureyş’in içerisinde

“şeytanü’l kureyş” lakabı ile anılıyordu. Kabe’nin avlusunda oturmuş konuşurlarken eğer borçları

olmasa, ailesini de düşünmese, zehirli kılıcı ile Medine’ye gidip hem Hz. Muhammed’i öldüreceğini

hem de oğlunu alıp geleceğini, alamasa bile bu yolda ölmeye razı olduğunu dile getirdi. Mekke’nin

ileri gelenlerinden Safvân b. Ümeyye bunu duyunca heyecanlandı çünkü bu olmasını istediği bir şeydi.

Umeyr b. Vehb’e borçlarını ödeyeceğini, başına bir şey gelirse de ailesini koruyacağını söyleyerek onu

Medine’ye gidip planını uygulaması konusunda teşvik etti. Aralarında sözleşince Umeyr b. Vehb

zehirli kılıcını alarak doğruca Medine’ye gitti.

Mescid-i Nebevi’nin önünde onu ilk Hz. Ömer gördü. Hz. Ömer onu görünce ‘hayra gelmezsin

sen’ diyerek boğazından tuttuğu gibi Allah Resulü’nün huzuruna götürdü. Allah Resulü (s.a.v.) Umeyr

b. Vehb’i nezaketle karşıladı ve gelme sebebini sordu. Umeyr b. Vehb oğlu için geldiğini söylediğinde

Efendimiz (s.a.v.) başka bir amacının olup olmadığını sual etti. Umeyr b. Vehb hayır yok diye cevap

verince Efendimiz (s.a.v.) boynundaki zehirli kılıcın orada ne işi olduğunu sordu ve isterse Safvân b.

Ümeyye ile ne konuştuklarını da söyleyebileceğini beyan etti. Umeyr b. Vehb’in orada dili tutuldu.

Allah Resulü’nün konuştukları hakkında bilgi sahibi olması onu şaşırtmıştı. Efendimiz (s.a.v.) tam

olarak neler konuştuklarını ona söyleyince Umeyr b. Vehb orada şehadet getirerek Müslüman oldu.

Hz. Ömer o iman edince ona kemiklerini kırarcasına sarıldı. Çünkü Hz. Ömer şahsa değil küfre

düşman idi. (İslam budur!.)

Umeyr b. Vehb Mekke’ye döndüğünde hemen tebliğ faaliyetlerine başladı. (Çünkü

Müslümana yatmak yoktur!)

Medine’de hapishane yoktu çünkü İslam’da hapis cezası diye bir şey yoktu. Tahkikat için

sadece nezarethane olurdu. (İslam ceza hukukunda cezalar caydırıcı ve ağırdır. İç mahkeme vicdandır.

O kuruldu mu diğerine ihtiyaç kalmaz. İslam hukuku önce doyurur, bilinç uyandırır, ikna eder,

şuurlandırır, cezayı ondan sonra koyar.) Bu yüzden Bedir’den gelen esirleri misafir gibi evlere

dağıttılar. Allah Resulü (s.a.v.) kimini ensarın evine kimini muhacirin evine gönderdi. Efendimiz’in

(s.a.v.) amacı o esirlerin önyargılarını kırmaktı çünkü Müslümanları tanımıyorlardı. Onların aile

ortamını, sahabenin mescid hayatını, gece ibadetlerini, Kur’an okuyuşlarını görmelerini istedi. Esirler

bu şekilde etkilendiler ve hepsi Müslüman oldular. (Efendimiz (s.a.v.) görüp düzelsinler diye acaba

bugün esirleri bizim evlerimize gönderir miydi ?!)


 BÖYLE BİR ATMOSFERDE BAYRAMI NASIL YAŞAMIŞLARDI?

Bütün bu olaylar Ramazan ayında gerçekleşmişti. Dolayısıyla sahabenin gözleri Efendimiz

(s.a.v.)’in üzerindeydi çünkü Allah Resulü ilk kez Ramazan ayına dair onlara bir şeyler anlatmıştı.

Arapların yıllar yılı kutladıkları iki tane bayram vardı. Bayrama bir gün kala Efendimiz (s.a.v.),

Allah’ın o bayramların yerine onlardan daha hayırlı iki bayram verdiğini açıkladı: Ramazan bayramı ve

kurban bayramı. (Ramazan bayramı aslında fıtr, fıtrat bayramıdır çünkü fıtrat vergisi vardır.) Bayram

sabahı yapacakları ilk işin namaz olduğunu ve nerede kılınacağını söyledi (Bayram namazla başlar).

Efendimiz (s.a.v.) bayram namazlarını -eğer çok yağmur yağmazsa- Musalla denilen yerde kıldırırdı

çünkü orası mescid hükmünde değildi ve sevince ortak olmaları için herkes gelebilirdi. Efendimiz

(s.a.v.) fitre sadakasından da ilk kez bahsetti. Araplar ilk kez böyle bir bayrama şahit oldular.

Aradan 2 ay 10 gün geçtikten sonra Kurban bayramı geldiğinde Efendimiz (s.a.v.) onlara bu

bayramın önemini anlattı. Allah’a ulaşanın sunulan kurbanın eti ve kanı olmadığını, takva olduğunu

açıkladı.

“Kurban ettiğiniz hayvanların ne etleri ne de kanları asla Allah’a ulaşmaz; sizden O’na

ulaşacak tek şey, takvadır.” (Hac 22/37)

Sahabeden bazıları bilmedikleri ve Allah Resulü’ne de sormadan hareket ettikleri için

kurbanlarını namazdan önce kestiler. Efendimiz (s.a.v.) namazı kıldırmak için Musalla’ya doğru

giderken onları görüp güldü ve daha sonra kurbanın hükümlerini açıkladı. Sahabenin öğrenmesi için

her şeyin en doğrusunu söyledi. Yapılmış bir doğru varsa onu sükutu ile tasdikledi, yapılan bir yanlış

varsa onu düzeltti, eğer kimse doğruyu yapmamışsa da kendisi en doğrusunu yaptı.

Efendimiz (s.a.v.) bütün kurban bayramlarında iki kurban kesti. Bunlardan birisi kendisi ve ehli

beyti içindi, ikincisi ise ümmetinden kurban kesemeyenler içindi. (Bu bir sünnettir. Durumu olan o

mutluluğu yaşamaları için kesemeyenler adına kurban kesebilir.)

Efendimiz (s.a.v.) Medine’de 9 tane Ramazan bayramı, 9 tane de Kurban bayramı geçirdi.

Ramazan bayramlarının beş tanesi 30 gün, dört tanesi 29 gün idi.


HZ. ALİ’NİN FATIMA İLE EVLENMESİ

Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın yaşları, soyları birbirlerine uyuyordu ve birbirlerine denktiler

(küfüv/denklik). Fatıma annemizin büyümesi ile birlikte talipleri de arttı ama Efendimiz (s.a.v.)

gelenleri hep gönderdi. Hz. Ali’nin (r.a.) kalbinde Fatıma annemize karşı bir meyil vardı ama Allah

Resulü’ne bu konuyla gitmek için cesaret bulamıyordu. Efendimiz’in (s.a.v.) yakınlarından olan bir

hanım Hz. Ali’yi bu konuda cesaretlendirdi. Hz. Ali bir şekilde cesaretini toplayıp Efendimiz’in

huzuruna gitti ama konuşamadı. Efendimiz ona neden geldiğini sorduğunda kendisinin rivayeti ile

söyleyecek sözü yoktu. Sonra Allah Resulü onu getirenin ne olduğunu bildiğini, konunun kızı Fatıma

(r.a.) olduğunu anladığını ama kızı Fatıma ile konuştuktan sonra haber vereceğini söyledi. (Efendimiz

burada Hz. Ali’yi rahatlatmıştır. Büyük olmak bunu gerektirir. Ariflerden biri demiştir ki: “Bardak değil

sürahi eğilir doldurmak için. Doldurmak istiyorsan eğileceğin yeri bilmen lazım.”)

Allah Resulü (s.a.v.) kızı Fatıma ile konuştu ama Fatıma annemiz de konuşamadı çünkü onun

da Hz. Ali’ye karşı gönlünde bir meyil vardı.

Efendimiz (s.a.v.) kızı ile konuştuktan sonra Hz. Ali’den mehir olarak bazı şeyler istedi. Niyeti

Hz. Ali’ye bedel ödetmek idi. Hz. Ali bu uğurda zırhını sattı. Hz. Osman daha sonra o zırhı sattığı

adamdan satın aldı ve Hz. Ali’ye düğün hediyesi olarak verdi. (Asr-ı saadetin aslı da saadet idi.)

Netice itibariyle düğün hazırlıkları başladı. Ümmü Eymen annemiz o düğünün en önemli ismi

idi çünkü o Efendimiz’in annesinden sonra annesi idi. Efendimiz (s.a.v.) ona, kızı Fatıma’yı damadın

evine götürmesini ama kendisi gelene kadar beklemelerini söyledi. Efendimiz (s.a.v.) insanlar

dağıldıktan sonra damat evine gidip “Nerede kardeşim?” diyerek Hz. Ali’yi sordu. Ümmü Eymen

annemiz bunun üzerine "Babam anam sana feda olsun ey Allah'ın Resulü, senin kardeşin

kimdir?" dedi. Efendimiz, “Ali b. Ebi Talib’tir.” deyince Ümmü Eymen: “Senin kızın ona 

nikahlandığına göre o senin nasıl kardeşin oluyor?" dedi. Allah Resulü (s.a.v.) Ali’nin (r.a.) dünya 

ahiret kardeşi olduğunu ve bu kardeşlikten dolayı Fatıma ile evlenmesinde dinen sakınca olmadığını 

açıkladı. Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali’yi sağına, kızı Fatıma’yı soluna oturtarak ellerini avuçlarının içine 

aldı ve onlar için “Allah ikinizin arasını bereketlendirsin, bereketini daim etsin, ikinizin arasını 

hayırlarla birleştirsin.” diyerek dualar etti.

Ensar bugüne kadar birçok düğün gördüklerini ama Fatıma (r.a.)’nın düğünü kadar güzel bir

düğün görmediklerini söylemişlerdi çünkü Hz. Fatıma’nın düğününü güzel kılan iki önemli şey vardı:

- Ayaklarını yorganlarına göre uzattılar, borçlarla düğün yapmadılar.

- Riyaya kapılmadılar. (Bir kere evleniyorum mantığıyla aşırıya kaçmadılar.)

(Düğün bize Rabbimizin bahşettiği önemli bir nimettir ve o günde Allah’ın razı olmayacağı bir

iş olmamalıdır! Her şey O’nun rızasını gözeterek yapılmalıdır! Eğer aşırıya kaçılmış, bir takım hatalar

yapılmış ise tövbe edip yeni bir sayfa açmak gerekir çünkü tövbe ettikten sonra büyük günah yoktur.

Müslümana günahın altında ezilmek de yakışmaz.)

 AİŞE VALİDEMİZİN HÜCRE-İ SAADET’E GELİŞİ

Hicret esnasında Efendimiz (s.a.v.) ile Hz. Aişe annemiz nişanlı idiler. Hz. Aişe (r.a.) Efendimiz

(s.a.v.) ile nişanlanmadan evvel Mut’im b. Adî’nin oğlu Cübeyr b. Mut’im ile nişanlanmıştı. Hz.

Ebubekir ile Mut’im b. Adî cahiliyye döneminde çok yakın arkadaştılar ve çocukları olursa

evlendireceklerine dair anlaşmışlardı. Hz. Ebubekir, Efendimiz (s.a.v.)’den söz vermenin ehemmiyetini

bildiği için sözünde durdu.

Efendimiz (s.a.v.) 50 yaşında iken eşi Hatice’yi (r.a.) kaybetmişti ve 2 yıl dul kaldı. Havle binti

Hakîm’in ısrarları doğrultusunda Hz. Sevde annemiz ile evlendi, Hz. Aişe annemize olan meylini de 

dile getirdi. Havle binti Hakîm bu konuyu Hz. Ebubekir’e açtı. Hz. Ebubekir çok sevinmesine rağmen

verdiği sözden dolayı evet diyemedi. Kalkıp Mut’im b. Adî’nin yanına gitti ve hala kızı Aişe’yi alma

konusunda bir isteğinin olup olmadığını sordu. Mut’im’in hanımı bir anda celallendi ve onlar Hz.

Muhammed’e inandıkları için bu işe rıza göstermediğini söyledi. Hz. Ebubekir bunun üzerine Mut’im

b. Adî’ye eşine katılıp kayılmadığını sordu ve Mut’im b. Adî de bunu onaylayınca Hz. Ebubekir oradan

sevinçle ayrıldı. Eve gelince onayını Havle (r.a.) annemize bildirdi, Havle annemiz de gidip 

Efendimiz’e haber verdi.

Efendimiz ile Aişe annemiz iki yıl nişanlı kaldılar ve hicretten sonra Şevval ayında evlendiler.

(İki bayram arası evlenilmez inancı batıldır.) Hz. Aişe annemizin Efendimiz’in eve gelişiyle birlikte 

evde bambaşka bir hava oluştu çünkü onu Aişe annemizi Aişe anne yapan ne Resulullah’ın eşi olması 

ne de Hz. Ebubekir’in kızı olmasıydı, bizzat onun şahsiyetiydi.

Hz. Âişe ilim noktasında çok iştiyaklı idi. Bugün onun merakı sayesinde bizler birçok bilgiye

erişmiş durumdayız, eğer o sormasaydı Efendimiz’de olan nice bilgiye ulaşamayacaktık. Hz. Aişe

annemiz 2210 tane hadis rivayet etti. Efendimiz (s.a.v.) onu işaret ederek “Dininizin üçte

birini/yarısını bu Humeyra'dan öğreniniz.” buyurmuştur. Resulullah (s.a.v.) Hz. Aişe'ye yanakları

kırmızı kırmızı olduğu için "Humeyra" derdi, bazen Aiş, bazense Uveyş derdi.

Allah Resulü (s.a.v.) kendisinde olan bilgileri ümmete ulaştırsın diye Hz. Aişe’ye adeta farklı bir

alan açmıştı. Bizler bugün birçok sahabe efendimizden istifa etmekteyiz ama Hz. Âişe annemizin

istifade alanı bütün sahabenin istifade alanlarının ötesindedir çünkü Âişe annemiz bir bakıma mihenk

taşı gibiydi. Sahabenin rivayet ettiği çoğu hadisler bile onun onayında geçip geldi. Birçok konuda bilgi

sahibi idi.

Allah (c.c.) kronolojik olarak annelerimizi hikmetli bir şekilde sahneye çıkarmıştır. Mesela

Allah Resulü’nün (s.a.v.) Mekke’de kendisine liman olacak bir Hatice’ye ihtiyacı vardı. Medine

döneminde ise bütün bu hadisleri ve olayları zihninde tutabilecek genç bir dimağa ihtiyaç vardı, orda

da Âişe annemiz Efendimizin hayatına girmiş oldu.


 BENÛ KAYNUKA’NIN İHANETİ

Bedir’den dolayı Yahudiler rahatsız oldular. Efendimiz (s.a.v.) ile yaptıkları Medine Vesikası’na

uymaları gerekirken fitne çıkardılar. İlk fitneyi çıkaran da bunlar oldu. Zengin bir zümreydiler. Sağlam

kaleleri (bir şey olduğu zaman içerisine girerler ve kendilerini korurlardı), birçok savaşçıları vardı ve

buna güvenerek sahabeyi sürekli kışkırttılar. Efendimiz (s.a.v.) bir gerginlik oluşmaması için hep alttan

aldı ama bardağı taşıran en son olayları pazarlarına gelen Müslüman bir hanımın örtüsüne dokunarak

onu gülünç bir hale getirmeleri oldu. Orada duruma müdahale etmek isteyen bir sahabiyi de şehit

ettiler. Allah Resulü (s.a.v.) bunun üzerine sahabeyi hemen toplayıp Benî Kaynuka mahallesini kuşattı

ve onları 15 gün kadar kuşatma altında tuttu.

Efendimiz (s.a.v.) Mekke’de sabretmişti ama Medine’de İslam bir devlet haline geldi.

Kazanılan bu güçle de Müslümanların hakkına, hukukuna girenlere, izzetini çiğneyenlere -eğer

yaptıklarından geri dönmemişlerse- hemen bedeli ödetildi.

Kuşatmada Yahudiler, Efendimiz’in (s.a.v.) kararlılığını görünce teslim olmak zorunda kaldılar.

Teslim oldukları zaman Efendimiz onlara çok daha ağır cezalar verebilirdi ama önemli bir adım atarak

onları sürgün etti. İlk sürgün edilen kabile de Benî Kaynuka oldu.

Eğer anlaşmaya sadık kalsalardı Müslümanlar da sadık olarak kalacaktı. Kalmadıkları için

Müslümanlar da böyle bir beladan kurtulmuş oldu.


 KA’B B. EŞREF’İN ÖLDÜRÜLMESİ

Ka’b b. Eşref bir şairdi. (Asr-ı Saadette şair denildiğinde bunu medya patronu olarak

anlamalıyız.) Güçlü ve etkili bir biçimde Müslümanların aleyhine fitneler üretti ve bir çete lideri idi.

Müslümanların pazarını yaktı, karanlık işler çevirdi. Tehlikeli bir noktaya gelince Efendimiz (s.a.v.)

sahabeye bunu kimin bertaraf edeceğini sordu. Muhammed b. Mesleme (r.a.) atıldı ve çok iyi bir

strateji ile Ka’b b. Eşref’in kalesine girip onu dışarı çıkardı. Onu öldürerek bu fitnenin bitmesini

sağlamış oldu.

Ne Mekke’de ne de Medine’de asr-ı saadetten kalan bir yapı yoktur ama o günlerden kalan

tek yapı Ka’b b. Eşref’in kalesinin kalıntılarıdır.

 OSMAN B. MAZ’ÛN’UN VEFATI

Osman b. Maz’ûn Cumah oğullarından ve Hz. Ömer’in de kayınbiraderi idi (Hz. Ömer’in eşi

Zeynep binti Ma’zun’un kardeşi). Dolayısı ile Osman b. Maz’ûn hem Hafsa validemizin hem de

Abdullah b. Ömer’in dayısıydı. Havle binti Hakîm’in de eşi idi.

Efendimiz (s.a.v.), Osman b. Maz’ûn’u çok seviyordu. Havle binti Hakîm, Resulullah’ın yanında

değeri ve itibarı olan bir kadındı, bu değer ve itibar biraz da Osman b. Maz’ûn’dan

kaynaklanmaktaydı.

Osman b. Maz’ûn hicret eden, malını ve servetini İslam yolunda feda eden, mücadele eden

bir insandı. Bedir’den sonra hastalanmıştı ve Efendimiz başucundayken vefat etti. Onun vefatı ile

Efendimiz (s.a.v.) çok üzüldü. Öyle ki göz yaşları sakalından Osman b. Maz’ûn’un üzerine düşmüştü.

İşte bu manzarayı gören bir kadın “Ne mutlu Osman’a ki kuş oldu cennete uçtu.” deyince Efendimiz

(s.a.v.) ona Allah’ın peygamberi olarak bunu kendisinin bile bilmediğini ve “Kardeşleriniz için, ehli

iman için, sevdikleriniz için iyi temennilerde bulunun, Allah’ın hukukunu koruyun.” buyurdu.

Efendimiz (s.a.v.) onun için “Osman bizim selefimizdir (öncümüz).” dedi. Osman b. Maz’ûn,

Bakî kabristanlığına defnedilen ilk muhacirdi. (İlk ensar Es’ad b. Zürâre idi.) Efendimiz (s.a.v.) kabrini

kazdırmış, kendisi bizzat ilgilenmiş, kabrine koydurmuş ve kendisi kabri düzeltmişti. Kabir yeri

kaybolmaması için de bir alamet istedi. (Ölçü; mezar olduğu belli olması için yerden bir karış yüksek

olması, kimin yattığının belli olması için başında bir alametin olmasıdır.)

Osman b. Maz’ûn’dan sonra kim vefat etse sahabe nereye defnedeceklerini sorduklarında

Efendimiz (s.a.v.) “Selefimiz olan Osman’ın yanına” dedi.

 HZ. HASAN’IN DOĞUMU

Fatıma annemiz düğünün hemen ardından hamile kaldı. Hz. Hasan hicretin üçüncü yılının

başlarında dünyaya geldi. Efendimiz (s.a.v.) bu güzel haberi alınca çok sevindi ve “Oğlumu bana

getirin!” dedi. Hz. Hasan sarı bir kundağın içerisinde Efendimiz’e (s.a.v.) takdim edildi. Efendimiz

kundağı görünce “Başka renk bulamadınız mı?” dedi çünkü renklerin dili vardır ve Efendimiz o rengi

erkek çocuğuna yakıştırmadı.

Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali’ye oğlunun ismini ne koyacağını sorduğunda Hz. Ali “Harb”

koyacağını dile getirdi. Efendimiz (s.a.v.) bu kadar güzel bir çocuğa Harb isminin konmayacağını

belirterek “Benim oğlumun adı Hasan olsun.” dedi ve ezanını okuyup tahnîkini yaptı. (Tahnîk bir

sünnettir. Çocuğun damağına hurma ya da hurma gibi tatlı bir şeyi sürüp dua etmektir. Efendimiz

(s.a.v.) genelde bunu yapardı ki çocuk salih bir insanın nefesinden nasiplensin.)

Aradan bir müddet geçtikten sonra Hz. Hüseyin doğdu. Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali’ye oğlunun

ismini ne koyacağını sorduğunda Hz. Ali yine “Harb” cevabını verdi. Efendimiz (s.a.v.) de yine bu 

kadar güzel bir çocuğa Harb isminin konmayacağını belirterek adının Hüseyin olmasını istedi.

Aradan bir müddet geçtikten sonra Muhassin dünyaya geldi. Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali’ye

oğlunun ismini ne koyacağını sorduğunda Hz. Ali yine “Harb” cevabını verdi. Bu sefer Efendimiz

(s.a.v.) “Ben Harun’un çocuklarına koyduğu isimler gibi çocuklarıma isim koyarım.” dedi. Hz. Harun

çocuklarına Şeber, Şübeyir, Mübeşşir gibi aynı kökten gelen isimler koymuştu. Efendimiz (s.a.v.) de

aynı kökten gelen ve anlamları da aynı olan Hasan, Hüseyin, Muhassin isimlerini tercih etti. (Hz.

Muhassin bebekken vefat etmiştir.)

Hz. Ali’nin daha sonra da çocukları oldu. İnsanlar ona “Harb” ismini koymasını söylediler. O ise

“Resulullah’ın üç defa reddettiği bir ismi ben nasıl koyarım.” dedi ve o ismi bir daha koymadı.

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin cennet gençlerinin efendileridirler. Efendimiz (s.a.v.) onları

dünyanın kendisine verilmiş en güzel nimetleri olarak anlamış, “Siz bana dünyanın nimetlerisiniz.”

demiştir. Onlar için bazen hutbeden bile aşağıya inmiştir. Onları sırtlarına almış ve onlarla farklı bir

münasebet kurmuştur çünkü onlar dedelerinin şeriatını korumak adına dinin muhafazasında bir rol

oynayacaklardı.

Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın Zeynep ve Ümmü Gülsüm adlarında iki tane de kızları vardı. Dünya

bu evlatlardan Hz. Hasan’dan vahdeti, Hz. Hüseyin’den şehadeti, Hz. Zeynep’ten izzeti, Hz. Ümmü

Gülsüm’den dirayeti öğrenmiştir. Onlar vahdeti, kişinin hakkı olmasına rağmen ümmetin selameti için

ondan vazgeçebilmeyi ve durmayı öğrettiler.

Hz. Hasan bize durma ahlakını öğretti.

Hz. Hüseyin bize şehadeti öğretti. “Seyyid’üş Şüheda” ifadesi tarihte iki isim için kullanılır: Hz.

Hamza ve Hz. Hüseyin.

Hz. Zeynep “Gidenler Hüseyin gibi gitsin, kalanlar hiç değilse benim gibi kalsın.” diyerek bize

izzeti öğretti.

Hz. Ümmü Gülsüm de bize dirayeti öğretti.

Ehl-i Beyt’in evi böyle bir ev idi.


NOT: Hz. Âişe annemiz ile Efendimiz (s.a.v.) arasındaki eş ilişkisine dair örnekleri araştıralım. Uhud’u

anlamaya çalışalım.

Devamını Oku »