HERKES İÇİN SİYER - 17. BÖLÜM (ÂİŞE ANNEMİZİN GELİŞİ VE MEDİNE’NİN İLKLERİ)

 


HERKES İÇİN SİYER - 17. BÖLÜM (ÂİŞE ANNEMİZİN GELİŞİ VE MEDİNE’NİN İLKLERİ)


Bismillahirrahmanirrahim.


 BEDİR DÖNÜŞÜ NE OLDU?

Efendimiz (s.a.v.) Bedir’e 313 kişi ile gitti. Kendisi ile beraber sayı 314 idi. Medine’ye dönerken

aralarından 14’ünü şehit vermişler ve yanlarına 70 tane esir almışlardı.

Sahabenin gelirken konuştukları ile dönerken konuştukları aynı değildi. Yüreklerinde sevinçle

hüzün bir arada idi. Sevinçliydiler çünkü Allah İslam’ı aziz, küfrü zelil kılmıştı. Hüzünlüydüler çünkü

daha da kahramanca savaşabilirdik diye düşünüyorlardı. Kardeşlerinden 14’ünü şehadete yolladıkları

için sevinmişler, kendileri şehit olmadıkları için üzülmüşlerdi. Nail oldukları bu büyük şerefe

Medine’de nail olamayan kardeşleri var diye üzgündüler. Bir daha Bedir gibi bir şey yaşanır mı diye

endişeliydiler.

Medine’ye giderlerken Efendimiz (s.a.v.) bu sevinci Medine’de paylaşmaları için iki sahabiyi

görevlendirdi. Medine’ye haber ulaşınca hemen bir sevinç yaşandı ama aynı zamanda bir de hüzün

hâkimdi çünkü Efendimiz’in (s.a.v.) kızı Rukiye annemiz vefat etmişti.

Sahabenin Bedir’den dönüp Medine’ye giriş tarihi 27 Ramazan, Rukiye annemizin vefatı da 20

Ramazan idi. Dolayısıyla Efendimiz (s.a.v.) kızının cenazesine yetişemedi (Yetiştiğine dair rivayetler de

mevcut). Rukiye annemizi Ümmü Eymen annemiz yıkamış, eşi Hz. Osman da cenaze namazını kıldırıp

defnetmişti.

Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye girdiğinde yine sevinci en güzel biçimde yaşayamadı ve kızının

vefatı ile yüreği yandı. Efendimiz (s.a.v.) bu dünyada doya doya gülemedi. (Allah Resulü’nü

güldürmeyen dünya bizi mi güldürsün... Bu dünya imtihan dünyasıdır. Bizler de yüzümüzün akıyla

imtihanları geçmeye bakmalıyız. “Artık bana düşen güzelce sabretmektir.” Yusuf 12/18-83)

Ne olursa olsun büyük bir zafer ve sevinç vardı. O zafere gerçek dostlar sevinirken bazı cahil

dostlar da içlerinde büyük bir haset duydular. (Haset yakınlık arttıkça artan bir hastalıktır. Akrabalarda

o yüzden haset oranı fazladır.)

Münafıklar seviniyormuş gibi yaptılar ama kendi dostları ile baş başa kaldıklarında başka bir

halde idiler. Efendimiz’e ve sahabeye karşı gülüp yüzlerine methiyeler düzerken içlerinde bambaşka

duygular barındırdılar.

Bir başka grup insanlar hırslarından çatladılar çünkü onlar Mekkelilerin onları yenebileceğine

çok inanmışlardı. Oysa ki ölen 70 müşrikten 24’ü küfrün elebaşları idi.

Bir başka zümre de şedîd düşmanlar idi. Onlar da sevinci kursakta bırakmak için uğraştılar,

planlar kurdular. (Düşman uyumaz. Kim düşmanın yattığını zannederse kendi yatıyor demektir. En

büyük darbeyi en sevinçli anımızda yeriz çünkü düşman o anı kollar.)

 HZ. RUKİYYE’NİN VEFATI

Rukiye annemiz ıstıraplı bir hayatın içerisinde iman üzere yaşarken hastalanarak vefat etti. Hz.

Osman (r.a.) onun gidişi ile çok üzüldü. Üzüntüsü hem eşini kaybettiği için hem de Allah Resulü’ne

damat olma şerefi ile nasiplendiği aile bağı koptuğu içindi.

Efendimiz (s.a.v.) bir baba olarak iki erkek evladını toprağa vermiş iken kalan dört kızından

birini de kaybetmenin acısını yaşadı. Ama Hz. Osman’ı (.r.a.) kendisinden daha üzgün görünce onu

teskin etmeye başladı. Aradan bir müddet geçtikten sonra diğer kızı Ümmü Gülsüm ile evlenmesini

kendisi teklif etti. Hz. Osman Ümmü Gülsüm ile de güzel bir yuva kurdu. Yıllar sonra Ümmü Gülsüm

annemiz de vefat edince Efendimiz (s.a.v.) bir rivayete göre “Bir kızım daha olsaydı Osman’a onu da

verirdim.”; diğer bir rivayete göre “40 tane kızım olsaydı ve peşi sıra hepsi vefat etseydi yine Osman’a

verirdim.” dedi. Hz. Osman iki defa peygamber evine damat olduğu için Allah Resulü (s.a.v.) ona “iki

nur sahibi” anlamında “zinnureyn” demiştir.

Yıllar sonra Hz. Osman’ın 12 yıllık hilafet döneminin son 6 yılında devlet yönetimde bazı

olumsuzluklar yaşandı. Bunun üzerine onun hakkında ileri geri konuşmaya başlayan insanlar ortaya

çıktı. (Sahabenin fazilet sıralamasında en başta Hz. Ebubekir (r.a.), en sonda ise Hz. Vahşi (r.a.) gelir.

Başından sonuna kadar bütün sahabe hatasız, günahsız insanlar değildi ama biz hepsine “Radıyallâhu

anhüm ecmain: Allah onların hepsinden râzı olsun, razı da olmuştur.” deriz. Kimi anarsak analım onlar

da hatalarıyla birlikte insandılar.)

Hz. Osman hakkında ileri geri konuşulunca Müslümanlardan birisi o konuşanlardan birine

ders vermek için onun yanına giderek kızına bir başkası adına -aracı olarak- talip olmak istediğini

söyledi. Sonra da aracı olmak istediği kişinin özellikleri olarak o adamın Hz. Osman’ın aleyhine

söylediği sözleri söyledi ve böyle bir adama kızını verip vermeyeceğini sordu. Adam şaşırıp böyle bir

adama kız verilmeyeceğini söyledi. Onun bu tepkisi üzerine o Müslüman “Ey Allah’tan korkmaz! Sen

Hz. Osman için bunları söylüyorsun, Allah Resulü böyle birine kızlarını verdi.” diyerek o adama 

haddini bildirdi. Sahabe hakkında konuşurken bunun için dikkatli olmalıyız çünkü sahabe bizim için 

anahtar nesildir, köprü nesildir; bizi Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve Kur’an’a bağlar.

 UMEYR B. VEHB’İN SUİKAST GİRİŞİMİ

Umeyr b. Vehb’in oğlu da esirler arasında idi. Fidye verip oğlunu geri almayı kendisine

yediremedi. Şeytan gibiydi, zekasıyla inanılmaz şeyler yapan birisi olduğu için Kureyş’in içerisinde

“şeytanü’l kureyş” lakabı ile anılıyordu. Kabe’nin avlusunda oturmuş konuşurlarken eğer borçları

olmasa, ailesini de düşünmese, zehirli kılıcı ile Medine’ye gidip hem Hz. Muhammed’i öldüreceğini

hem de oğlunu alıp geleceğini, alamasa bile bu yolda ölmeye razı olduğunu dile getirdi. Mekke’nin

ileri gelenlerinden Safvân b. Ümeyye bunu duyunca heyecanlandı çünkü bu olmasını istediği bir şeydi.

Umeyr b. Vehb’e borçlarını ödeyeceğini, başına bir şey gelirse de ailesini koruyacağını söyleyerek onu

Medine’ye gidip planını uygulaması konusunda teşvik etti. Aralarında sözleşince Umeyr b. Vehb

zehirli kılıcını alarak doğruca Medine’ye gitti.

Mescid-i Nebevi’nin önünde onu ilk Hz. Ömer gördü. Hz. Ömer onu görünce ‘hayra gelmezsin

sen’ diyerek boğazından tuttuğu gibi Allah Resulü’nün huzuruna götürdü. Allah Resulü (s.a.v.) Umeyr

b. Vehb’i nezaketle karşıladı ve gelme sebebini sordu. Umeyr b. Vehb oğlu için geldiğini söylediğinde

Efendimiz (s.a.v.) başka bir amacının olup olmadığını sual etti. Umeyr b. Vehb hayır yok diye cevap

verince Efendimiz (s.a.v.) boynundaki zehirli kılıcın orada ne işi olduğunu sordu ve isterse Safvân b.

Ümeyye ile ne konuştuklarını da söyleyebileceğini beyan etti. Umeyr b. Vehb’in orada dili tutuldu.

Allah Resulü’nün konuştukları hakkında bilgi sahibi olması onu şaşırtmıştı. Efendimiz (s.a.v.) tam

olarak neler konuştuklarını ona söyleyince Umeyr b. Vehb orada şehadet getirerek Müslüman oldu.

Hz. Ömer o iman edince ona kemiklerini kırarcasına sarıldı. Çünkü Hz. Ömer şahsa değil küfre

düşman idi. (İslam budur!.)

Umeyr b. Vehb Mekke’ye döndüğünde hemen tebliğ faaliyetlerine başladı. (Çünkü

Müslümana yatmak yoktur!)

Medine’de hapishane yoktu çünkü İslam’da hapis cezası diye bir şey yoktu. Tahkikat için

sadece nezarethane olurdu. (İslam ceza hukukunda cezalar caydırıcı ve ağırdır. İç mahkeme vicdandır.

O kuruldu mu diğerine ihtiyaç kalmaz. İslam hukuku önce doyurur, bilinç uyandırır, ikna eder,

şuurlandırır, cezayı ondan sonra koyar.) Bu yüzden Bedir’den gelen esirleri misafir gibi evlere

dağıttılar. Allah Resulü (s.a.v.) kimini ensarın evine kimini muhacirin evine gönderdi. Efendimiz’in

(s.a.v.) amacı o esirlerin önyargılarını kırmaktı çünkü Müslümanları tanımıyorlardı. Onların aile

ortamını, sahabenin mescid hayatını, gece ibadetlerini, Kur’an okuyuşlarını görmelerini istedi. Esirler

bu şekilde etkilendiler ve hepsi Müslüman oldular. (Efendimiz (s.a.v.) görüp düzelsinler diye acaba

bugün esirleri bizim evlerimize gönderir miydi ?!)


 BÖYLE BİR ATMOSFERDE BAYRAMI NASIL YAŞAMIŞLARDI?

Bütün bu olaylar Ramazan ayında gerçekleşmişti. Dolayısıyla sahabenin gözleri Efendimiz

(s.a.v.)’in üzerindeydi çünkü Allah Resulü ilk kez Ramazan ayına dair onlara bir şeyler anlatmıştı.

Arapların yıllar yılı kutladıkları iki tane bayram vardı. Bayrama bir gün kala Efendimiz (s.a.v.),

Allah’ın o bayramların yerine onlardan daha hayırlı iki bayram verdiğini açıkladı: Ramazan bayramı ve

kurban bayramı. (Ramazan bayramı aslında fıtr, fıtrat bayramıdır çünkü fıtrat vergisi vardır.) Bayram

sabahı yapacakları ilk işin namaz olduğunu ve nerede kılınacağını söyledi (Bayram namazla başlar).

Efendimiz (s.a.v.) bayram namazlarını -eğer çok yağmur yağmazsa- Musalla denilen yerde kıldırırdı

çünkü orası mescid hükmünde değildi ve sevince ortak olmaları için herkes gelebilirdi. Efendimiz

(s.a.v.) fitre sadakasından da ilk kez bahsetti. Araplar ilk kez böyle bir bayrama şahit oldular.

Aradan 2 ay 10 gün geçtikten sonra Kurban bayramı geldiğinde Efendimiz (s.a.v.) onlara bu

bayramın önemini anlattı. Allah’a ulaşanın sunulan kurbanın eti ve kanı olmadığını, takva olduğunu

açıkladı.

“Kurban ettiğiniz hayvanların ne etleri ne de kanları asla Allah’a ulaşmaz; sizden O’na

ulaşacak tek şey, takvadır.” (Hac 22/37)

Sahabeden bazıları bilmedikleri ve Allah Resulü’ne de sormadan hareket ettikleri için

kurbanlarını namazdan önce kestiler. Efendimiz (s.a.v.) namazı kıldırmak için Musalla’ya doğru

giderken onları görüp güldü ve daha sonra kurbanın hükümlerini açıkladı. Sahabenin öğrenmesi için

her şeyin en doğrusunu söyledi. Yapılmış bir doğru varsa onu sükutu ile tasdikledi, yapılan bir yanlış

varsa onu düzeltti, eğer kimse doğruyu yapmamışsa da kendisi en doğrusunu yaptı.

Efendimiz (s.a.v.) bütün kurban bayramlarında iki kurban kesti. Bunlardan birisi kendisi ve ehli

beyti içindi, ikincisi ise ümmetinden kurban kesemeyenler içindi. (Bu bir sünnettir. Durumu olan o

mutluluğu yaşamaları için kesemeyenler adına kurban kesebilir.)

Efendimiz (s.a.v.) Medine’de 9 tane Ramazan bayramı, 9 tane de Kurban bayramı geçirdi.

Ramazan bayramlarının beş tanesi 30 gün, dört tanesi 29 gün idi.


HZ. ALİ’NİN FATIMA İLE EVLENMESİ

Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın yaşları, soyları birbirlerine uyuyordu ve birbirlerine denktiler

(küfüv/denklik). Fatıma annemizin büyümesi ile birlikte talipleri de arttı ama Efendimiz (s.a.v.)

gelenleri hep gönderdi. Hz. Ali’nin (r.a.) kalbinde Fatıma annemize karşı bir meyil vardı ama Allah

Resulü’ne bu konuyla gitmek için cesaret bulamıyordu. Efendimiz’in (s.a.v.) yakınlarından olan bir

hanım Hz. Ali’yi bu konuda cesaretlendirdi. Hz. Ali bir şekilde cesaretini toplayıp Efendimiz’in

huzuruna gitti ama konuşamadı. Efendimiz ona neden geldiğini sorduğunda kendisinin rivayeti ile

söyleyecek sözü yoktu. Sonra Allah Resulü onu getirenin ne olduğunu bildiğini, konunun kızı Fatıma

(r.a.) olduğunu anladığını ama kızı Fatıma ile konuştuktan sonra haber vereceğini söyledi. (Efendimiz

burada Hz. Ali’yi rahatlatmıştır. Büyük olmak bunu gerektirir. Ariflerden biri demiştir ki: “Bardak değil

sürahi eğilir doldurmak için. Doldurmak istiyorsan eğileceğin yeri bilmen lazım.”)

Allah Resulü (s.a.v.) kızı Fatıma ile konuştu ama Fatıma annemiz de konuşamadı çünkü onun

da Hz. Ali’ye karşı gönlünde bir meyil vardı.

Efendimiz (s.a.v.) kızı ile konuştuktan sonra Hz. Ali’den mehir olarak bazı şeyler istedi. Niyeti

Hz. Ali’ye bedel ödetmek idi. Hz. Ali bu uğurda zırhını sattı. Hz. Osman daha sonra o zırhı sattığı

adamdan satın aldı ve Hz. Ali’ye düğün hediyesi olarak verdi. (Asr-ı saadetin aslı da saadet idi.)

Netice itibariyle düğün hazırlıkları başladı. Ümmü Eymen annemiz o düğünün en önemli ismi

idi çünkü o Efendimiz’in annesinden sonra annesi idi. Efendimiz (s.a.v.) ona, kızı Fatıma’yı damadın

evine götürmesini ama kendisi gelene kadar beklemelerini söyledi. Efendimiz (s.a.v.) insanlar

dağıldıktan sonra damat evine gidip “Nerede kardeşim?” diyerek Hz. Ali’yi sordu. Ümmü Eymen

annemiz bunun üzerine "Babam anam sana feda olsun ey Allah'ın Resulü, senin kardeşin

kimdir?" dedi. Efendimiz, “Ali b. Ebi Talib’tir.” deyince Ümmü Eymen: “Senin kızın ona 

nikahlandığına göre o senin nasıl kardeşin oluyor?" dedi. Allah Resulü (s.a.v.) Ali’nin (r.a.) dünya 

ahiret kardeşi olduğunu ve bu kardeşlikten dolayı Fatıma ile evlenmesinde dinen sakınca olmadığını 

açıkladı. Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali’yi sağına, kızı Fatıma’yı soluna oturtarak ellerini avuçlarının içine 

aldı ve onlar için “Allah ikinizin arasını bereketlendirsin, bereketini daim etsin, ikinizin arasını 

hayırlarla birleştirsin.” diyerek dualar etti.

Ensar bugüne kadar birçok düğün gördüklerini ama Fatıma (r.a.)’nın düğünü kadar güzel bir

düğün görmediklerini söylemişlerdi çünkü Hz. Fatıma’nın düğününü güzel kılan iki önemli şey vardı:

- Ayaklarını yorganlarına göre uzattılar, borçlarla düğün yapmadılar.

- Riyaya kapılmadılar. (Bir kere evleniyorum mantığıyla aşırıya kaçmadılar.)

(Düğün bize Rabbimizin bahşettiği önemli bir nimettir ve o günde Allah’ın razı olmayacağı bir

iş olmamalıdır! Her şey O’nun rızasını gözeterek yapılmalıdır! Eğer aşırıya kaçılmış, bir takım hatalar

yapılmış ise tövbe edip yeni bir sayfa açmak gerekir çünkü tövbe ettikten sonra büyük günah yoktur.

Müslümana günahın altında ezilmek de yakışmaz.)

 AİŞE VALİDEMİZİN HÜCRE-İ SAADET’E GELİŞİ

Hicret esnasında Efendimiz (s.a.v.) ile Hz. Aişe annemiz nişanlı idiler. Hz. Aişe (r.a.) Efendimiz

(s.a.v.) ile nişanlanmadan evvel Mut’im b. Adî’nin oğlu Cübeyr b. Mut’im ile nişanlanmıştı. Hz.

Ebubekir ile Mut’im b. Adî cahiliyye döneminde çok yakın arkadaştılar ve çocukları olursa

evlendireceklerine dair anlaşmışlardı. Hz. Ebubekir, Efendimiz (s.a.v.)’den söz vermenin ehemmiyetini

bildiği için sözünde durdu.

Efendimiz (s.a.v.) 50 yaşında iken eşi Hatice’yi (r.a.) kaybetmişti ve 2 yıl dul kaldı. Havle binti

Hakîm’in ısrarları doğrultusunda Hz. Sevde annemiz ile evlendi, Hz. Aişe annemize olan meylini de 

dile getirdi. Havle binti Hakîm bu konuyu Hz. Ebubekir’e açtı. Hz. Ebubekir çok sevinmesine rağmen

verdiği sözden dolayı evet diyemedi. Kalkıp Mut’im b. Adî’nin yanına gitti ve hala kızı Aişe’yi alma

konusunda bir isteğinin olup olmadığını sordu. Mut’im’in hanımı bir anda celallendi ve onlar Hz.

Muhammed’e inandıkları için bu işe rıza göstermediğini söyledi. Hz. Ebubekir bunun üzerine Mut’im

b. Adî’ye eşine katılıp kayılmadığını sordu ve Mut’im b. Adî de bunu onaylayınca Hz. Ebubekir oradan

sevinçle ayrıldı. Eve gelince onayını Havle (r.a.) annemize bildirdi, Havle annemiz de gidip 

Efendimiz’e haber verdi.

Efendimiz ile Aişe annemiz iki yıl nişanlı kaldılar ve hicretten sonra Şevval ayında evlendiler.

(İki bayram arası evlenilmez inancı batıldır.) Hz. Aişe annemizin Efendimiz’in eve gelişiyle birlikte 

evde bambaşka bir hava oluştu çünkü onu Aişe annemizi Aişe anne yapan ne Resulullah’ın eşi olması 

ne de Hz. Ebubekir’in kızı olmasıydı, bizzat onun şahsiyetiydi.

Hz. Âişe ilim noktasında çok iştiyaklı idi. Bugün onun merakı sayesinde bizler birçok bilgiye

erişmiş durumdayız, eğer o sormasaydı Efendimiz’de olan nice bilgiye ulaşamayacaktık. Hz. Aişe

annemiz 2210 tane hadis rivayet etti. Efendimiz (s.a.v.) onu işaret ederek “Dininizin üçte

birini/yarısını bu Humeyra'dan öğreniniz.” buyurmuştur. Resulullah (s.a.v.) Hz. Aişe'ye yanakları

kırmızı kırmızı olduğu için "Humeyra" derdi, bazen Aiş, bazense Uveyş derdi.

Allah Resulü (s.a.v.) kendisinde olan bilgileri ümmete ulaştırsın diye Hz. Aişe’ye adeta farklı bir

alan açmıştı. Bizler bugün birçok sahabe efendimizden istifa etmekteyiz ama Hz. Âişe annemizin

istifade alanı bütün sahabenin istifade alanlarının ötesindedir çünkü Âişe annemiz bir bakıma mihenk

taşı gibiydi. Sahabenin rivayet ettiği çoğu hadisler bile onun onayında geçip geldi. Birçok konuda bilgi

sahibi idi.

Allah (c.c.) kronolojik olarak annelerimizi hikmetli bir şekilde sahneye çıkarmıştır. Mesela

Allah Resulü’nün (s.a.v.) Mekke’de kendisine liman olacak bir Hatice’ye ihtiyacı vardı. Medine

döneminde ise bütün bu hadisleri ve olayları zihninde tutabilecek genç bir dimağa ihtiyaç vardı, orda

da Âişe annemiz Efendimizin hayatına girmiş oldu.


 BENÛ KAYNUKA’NIN İHANETİ

Bedir’den dolayı Yahudiler rahatsız oldular. Efendimiz (s.a.v.) ile yaptıkları Medine Vesikası’na

uymaları gerekirken fitne çıkardılar. İlk fitneyi çıkaran da bunlar oldu. Zengin bir zümreydiler. Sağlam

kaleleri (bir şey olduğu zaman içerisine girerler ve kendilerini korurlardı), birçok savaşçıları vardı ve

buna güvenerek sahabeyi sürekli kışkırttılar. Efendimiz (s.a.v.) bir gerginlik oluşmaması için hep alttan

aldı ama bardağı taşıran en son olayları pazarlarına gelen Müslüman bir hanımın örtüsüne dokunarak

onu gülünç bir hale getirmeleri oldu. Orada duruma müdahale etmek isteyen bir sahabiyi de şehit

ettiler. Allah Resulü (s.a.v.) bunun üzerine sahabeyi hemen toplayıp Benî Kaynuka mahallesini kuşattı

ve onları 15 gün kadar kuşatma altında tuttu.

Efendimiz (s.a.v.) Mekke’de sabretmişti ama Medine’de İslam bir devlet haline geldi.

Kazanılan bu güçle de Müslümanların hakkına, hukukuna girenlere, izzetini çiğneyenlere -eğer

yaptıklarından geri dönmemişlerse- hemen bedeli ödetildi.

Kuşatmada Yahudiler, Efendimiz’in (s.a.v.) kararlılığını görünce teslim olmak zorunda kaldılar.

Teslim oldukları zaman Efendimiz onlara çok daha ağır cezalar verebilirdi ama önemli bir adım atarak

onları sürgün etti. İlk sürgün edilen kabile de Benî Kaynuka oldu.

Eğer anlaşmaya sadık kalsalardı Müslümanlar da sadık olarak kalacaktı. Kalmadıkları için

Müslümanlar da böyle bir beladan kurtulmuş oldu.


 KA’B B. EŞREF’İN ÖLDÜRÜLMESİ

Ka’b b. Eşref bir şairdi. (Asr-ı Saadette şair denildiğinde bunu medya patronu olarak

anlamalıyız.) Güçlü ve etkili bir biçimde Müslümanların aleyhine fitneler üretti ve bir çete lideri idi.

Müslümanların pazarını yaktı, karanlık işler çevirdi. Tehlikeli bir noktaya gelince Efendimiz (s.a.v.)

sahabeye bunu kimin bertaraf edeceğini sordu. Muhammed b. Mesleme (r.a.) atıldı ve çok iyi bir

strateji ile Ka’b b. Eşref’in kalesine girip onu dışarı çıkardı. Onu öldürerek bu fitnenin bitmesini

sağlamış oldu.

Ne Mekke’de ne de Medine’de asr-ı saadetten kalan bir yapı yoktur ama o günlerden kalan

tek yapı Ka’b b. Eşref’in kalesinin kalıntılarıdır.

 OSMAN B. MAZ’ÛN’UN VEFATI

Osman b. Maz’ûn Cumah oğullarından ve Hz. Ömer’in de kayınbiraderi idi (Hz. Ömer’in eşi

Zeynep binti Ma’zun’un kardeşi). Dolayısı ile Osman b. Maz’ûn hem Hafsa validemizin hem de

Abdullah b. Ömer’in dayısıydı. Havle binti Hakîm’in de eşi idi.

Efendimiz (s.a.v.), Osman b. Maz’ûn’u çok seviyordu. Havle binti Hakîm, Resulullah’ın yanında

değeri ve itibarı olan bir kadındı, bu değer ve itibar biraz da Osman b. Maz’ûn’dan

kaynaklanmaktaydı.

Osman b. Maz’ûn hicret eden, malını ve servetini İslam yolunda feda eden, mücadele eden

bir insandı. Bedir’den sonra hastalanmıştı ve Efendimiz başucundayken vefat etti. Onun vefatı ile

Efendimiz (s.a.v.) çok üzüldü. Öyle ki göz yaşları sakalından Osman b. Maz’ûn’un üzerine düşmüştü.

İşte bu manzarayı gören bir kadın “Ne mutlu Osman’a ki kuş oldu cennete uçtu.” deyince Efendimiz

(s.a.v.) ona Allah’ın peygamberi olarak bunu kendisinin bile bilmediğini ve “Kardeşleriniz için, ehli

iman için, sevdikleriniz için iyi temennilerde bulunun, Allah’ın hukukunu koruyun.” buyurdu.

Efendimiz (s.a.v.) onun için “Osman bizim selefimizdir (öncümüz).” dedi. Osman b. Maz’ûn,

Bakî kabristanlığına defnedilen ilk muhacirdi. (İlk ensar Es’ad b. Zürâre idi.) Efendimiz (s.a.v.) kabrini

kazdırmış, kendisi bizzat ilgilenmiş, kabrine koydurmuş ve kendisi kabri düzeltmişti. Kabir yeri

kaybolmaması için de bir alamet istedi. (Ölçü; mezar olduğu belli olması için yerden bir karış yüksek

olması, kimin yattığının belli olması için başında bir alametin olmasıdır.)

Osman b. Maz’ûn’dan sonra kim vefat etse sahabe nereye defnedeceklerini sorduklarında

Efendimiz (s.a.v.) “Selefimiz olan Osman’ın yanına” dedi.

 HZ. HASAN’IN DOĞUMU

Fatıma annemiz düğünün hemen ardından hamile kaldı. Hz. Hasan hicretin üçüncü yılının

başlarında dünyaya geldi. Efendimiz (s.a.v.) bu güzel haberi alınca çok sevindi ve “Oğlumu bana

getirin!” dedi. Hz. Hasan sarı bir kundağın içerisinde Efendimiz’e (s.a.v.) takdim edildi. Efendimiz

kundağı görünce “Başka renk bulamadınız mı?” dedi çünkü renklerin dili vardır ve Efendimiz o rengi

erkek çocuğuna yakıştırmadı.

Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali’ye oğlunun ismini ne koyacağını sorduğunda Hz. Ali “Harb”

koyacağını dile getirdi. Efendimiz (s.a.v.) bu kadar güzel bir çocuğa Harb isminin konmayacağını

belirterek “Benim oğlumun adı Hasan olsun.” dedi ve ezanını okuyup tahnîkini yaptı. (Tahnîk bir

sünnettir. Çocuğun damağına hurma ya da hurma gibi tatlı bir şeyi sürüp dua etmektir. Efendimiz

(s.a.v.) genelde bunu yapardı ki çocuk salih bir insanın nefesinden nasiplensin.)

Aradan bir müddet geçtikten sonra Hz. Hüseyin doğdu. Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali’ye oğlunun

ismini ne koyacağını sorduğunda Hz. Ali yine “Harb” cevabını verdi. Efendimiz (s.a.v.) de yine bu 

kadar güzel bir çocuğa Harb isminin konmayacağını belirterek adının Hüseyin olmasını istedi.

Aradan bir müddet geçtikten sonra Muhassin dünyaya geldi. Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali’ye

oğlunun ismini ne koyacağını sorduğunda Hz. Ali yine “Harb” cevabını verdi. Bu sefer Efendimiz

(s.a.v.) “Ben Harun’un çocuklarına koyduğu isimler gibi çocuklarıma isim koyarım.” dedi. Hz. Harun

çocuklarına Şeber, Şübeyir, Mübeşşir gibi aynı kökten gelen isimler koymuştu. Efendimiz (s.a.v.) de

aynı kökten gelen ve anlamları da aynı olan Hasan, Hüseyin, Muhassin isimlerini tercih etti. (Hz.

Muhassin bebekken vefat etmiştir.)

Hz. Ali’nin daha sonra da çocukları oldu. İnsanlar ona “Harb” ismini koymasını söylediler. O ise

“Resulullah’ın üç defa reddettiği bir ismi ben nasıl koyarım.” dedi ve o ismi bir daha koymadı.

Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin cennet gençlerinin efendileridirler. Efendimiz (s.a.v.) onları

dünyanın kendisine verilmiş en güzel nimetleri olarak anlamış, “Siz bana dünyanın nimetlerisiniz.”

demiştir. Onlar için bazen hutbeden bile aşağıya inmiştir. Onları sırtlarına almış ve onlarla farklı bir

münasebet kurmuştur çünkü onlar dedelerinin şeriatını korumak adına dinin muhafazasında bir rol

oynayacaklardı.

Hz. Ali ile Hz. Fatıma’nın Zeynep ve Ümmü Gülsüm adlarında iki tane de kızları vardı. Dünya

bu evlatlardan Hz. Hasan’dan vahdeti, Hz. Hüseyin’den şehadeti, Hz. Zeynep’ten izzeti, Hz. Ümmü

Gülsüm’den dirayeti öğrenmiştir. Onlar vahdeti, kişinin hakkı olmasına rağmen ümmetin selameti için

ondan vazgeçebilmeyi ve durmayı öğrettiler.

Hz. Hasan bize durma ahlakını öğretti.

Hz. Hüseyin bize şehadeti öğretti. “Seyyid’üş Şüheda” ifadesi tarihte iki isim için kullanılır: Hz.

Hamza ve Hz. Hüseyin.

Hz. Zeynep “Gidenler Hüseyin gibi gitsin, kalanlar hiç değilse benim gibi kalsın.” diyerek bize

izzeti öğretti.

Hz. Ümmü Gülsüm de bize dirayeti öğretti.

Ehl-i Beyt’in evi böyle bir ev idi.


NOT: Hz. Âişe annemiz ile Efendimiz (s.a.v.) arasındaki eş ilişkisine dair örnekleri araştıralım. Uhud’u

anlamaya çalışalım.

Hiç yorum yok: