HERKES İÇİN SİYER - 18. BÖLÜM (MAĞLUBİYETİN ZAFERİ UHUD)
Bismillahirrahmanirrahim.
MAĞLUBİYETİN ZAFERİ
Bazen galibiyetin veremediği dersleri mağlubiyet verir. Eğer bu mağlubiyeti iyi okumasını
bilirsek canımızı acıtan şeylerden istifade edebiliriz çünkü acı adamı yoğuran bir muallimdir, adamı
pişirir, kıvama getirir. İnsan acıyı iyi yönetirse o acı onun muallimi olur. Acıyı yönetemeyen insan da
bir nevi trajedi yaşar. Aslında acılar büyük bir nimettir bize ve biz bunlarla barışmak durumundayız.
Efendimiz (s.a.v.) Uhud’da 70 tane en seçkin sahabeyi şehit verdi. Kendisi de dâhil olmak
üzere kalan 630 kişi ise yaralıydı. Yaralı olmayan kimse yoktu. Efendimiz (s.a.v.) de en fazla
yaralılardan biriydi ama Uhud’u çok güzel bir derse çevirdi.
Bedir’e yönelik doğrudan Kur’an’da geçen ayet sayısı 14 iken, Uhud’dan sonra gelen ayet
sayısı 70 idi. Allah mağlubiyet üzerinden terbiye etti ve ümmet o mağlubiyetin üzerinden
“Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer hakikaten inanıyorsanız, muhakkak üstün olan sizsinizdir.” (Âl-i
İmrân 3/139) ayetini doğru bir şekilde kavradıkları için ayağa kalktı.
Uhud’un aslında galibi de yoktu. Her ne kadar müşrikler Müslümanlara ağır bedeller ödetmiş
olsalar da Efendimiz (s.a.v.) o savaşı iyi okuduğu ve acıları iyi bir şekilde yönettiği için Uhud’un en
karlısı yine Müslümanlar çıkmıştı.
Bugün ümmet de her tarafta Uhudlar yaşıyor. Eğer biz bunları yönetebilirsek bilmeliyiz ki
arkasında zaferler var çünkü aydınlık, karanlığın en şiddetli olduğu andan sonra gelir. Şu an ümmet de
karanlığı yaşıyor ama yönetebilirsek o aydınlığa ulaşabiliriz. Yeter ki oturup ağlamayalım. Efendimiz
(s.a.v.)’in ve sahabenin yaptığı gibi yapabilelim, bunun üzerinden bir şeyler alalım ve dönüşümü
sağlayacak adımlar atabilelim.
Efendimiz (s.a.v.) Bedir ile savaş hukukunu ve ahlakını öğretti. Uhud’da ise temelde beş ahlak
tipi öğretti:
İstişare ahlakını öğretti. Allah Resulü (s.a.v.) istişare etti ve kendi görüşü öyle olmamasına
rağmen istişareye uydu.
İtaat ahlakını öğretti. Efendimiz (s.a.v.) istişarede alınan kararlara itaat edilmesini istedi.
Mağlubiyetin ahlakını öğretti.
Muhabbet ahlakını öğretti. Öyle sevdim demekle olmaz, sevgi ispat ister. Uhud da bunun
ispatı idi. O meydan gerçekten sevenlerle sadece bunu sözde söyleyenlerin birbirinden ayrıldığı bir
meydandı.
Telafi ahlakını öğretti. Hata yapabilirsin ama asıl önemli olan o hatadan sonra yaptığındır,
onu nasıl telafi edeceğindir. Güzel telafi edersen o işlediğin belki de senin için rahmet olur. Sahabe
Uhud’da Allah Resulü (s.a.v.)’in emrine itaat etmedi. Hz. Muhammed’in öldüğü şaibesi yayıldığında da
hata edenler oldu ama bu hatadan hemen rücu ettiler (döndüler). Bir ömür Uhud’un kefaretini
ödeyen ve telafi etmek için kendisini hep hayra teşvik eden sahabeler de vardı.
İnsan bir günah işlediğinde şeytan türlü türlü oyunlar oynayarak onu o günahın altında ezer.
Hiçbirimiz Hamza’nın katili değiliz! Onun katili bile bu kapıda yerini aldı. O bile “Radıyallâhu anhüm”
ile anılır. Biz ne günah işlersek işleyelim, telafi etmesini bilirsek Allah’ın o kapısı bize de açık olacaktır.
Şeytanın çağrısına değil Rahman’ın çağrısına icabet etmeliyiz.
UHUD’UN SEBEPLERİ NEYDİ?
Mekkeliler Bedir’in intikamı almak istediler ama tek sebepleri bu değildi. Uhud’un dört ana
sebebi vardı:
→ Dini sebep: Mekkeliler Bedir’i kaybettikten sonra çevrelerindeki insanlar “Muhammed’in
(s.a.v.) Rabbi sizin putlarınızı yendi.” demeye başladılar. Gençler müşriklerin imanını sorgulamaya
başladı. Bu öyle bir hale geldi ki insanlar içinde bulundukları durumlardan şüphe eder oldu.
Mekkeliler de bu noktada bir şeyleri kurtarma adına girişimde bulundular. Onlara göre; çevrelerindeki
insanları dini anlamda ikna edebilmek için bir savaş ve galibiyet olmalıydı.
→ Sosyal sebep: Mekke’de her evde Bedir’in acısı vardı. Bunun için intikam almak istediler.
→ İktisadi sebep: Mekkelilerin kervanları hep Bedir tarafından geçiyordu. Ebu Sufyan’ın yolu
birden değiştirmesi sonucu kervanı kurtarmışlardı ama bir daha sefere ne olacağı belli olmazdı.
→ İtibari sebep: Kureyş’in bölgede büyük bir itibarı vardı. Bedirle birlikte bu, yerle bir oldu.
Hicaz, içlerinde ayak takımı diye alaya aldıkları Müslümanların öyle olmadıklarını gördü. Onun için
itibarlarını kurtarabilme adına yeni bir harbe girme gereksinimi duydular.
MEKKE TARAFI VE HAZIRLIKLARI
Bu sebeplerden dolayı özellikle aile büyükleri ölen gençler arasında yeni bir savaş
gündemdeydi. Mekke’nin ileri gelenleri öldüğü için Ebu Sufyan otomatikman siyasi lider oldu. Gençler
ailelerinin intikamını almak için bir savaş konusunda Ebu Sufyan’a ısrar ettiler.
Kureyş kervanından elde edilen kâr bir havuzda toplandı ve bir ordu hazırlandı. Civar Arap
kabilelerinden de (özellikle Ehâbîş kabileleri) destek verenler olunca 3000 kişilik bir ordu toplandı.
Bu ordu Medine’ye hareket edeceği zaman Efendimiz (s.a.v.) ya amcası Hz. Abbas sayesinde
ya da kurduğu istihbarat ağı sayesinde bundan haberdar oldu.
PEYGAMBERİMİZİN İSTİŞARELERİ VE UHUD’A HAREKET
Günlerden Cuma ve Şevval aylarının başı idi. Allah Resulü (s.a.v.) sahabeyi istişare etmek için
topladı. Kendisinin, sahabede yaşları olgun olanların ve Medine’yi çok iyi bilenlerin görüşü şehirde
kalıp şehir savunması yapmak idi. Ama Bedir’e katılmayan gençler bir meydan savaşı istediler.
Aralarında Hz. Hamza gibi yiğit olanlar da vardı ve Hz. Hamza’nın çarpışmaya yönelik reyi de bunda
etkili oldu. Efendimiz (s.a.v.) istişare sonucu çıkan bu kararı kabul etti.
Daha sonra Cuma namazı için hutbeye çıktı. Hutbesinde sahabeyi cihada teşvik etti. Sonra
hücre-i saadetine çekildi ve biraz istirahat ettikten sonra bir rüya gördü. Rüyasında kendisinin bir zırh
giydiğini, sonra o zırhın çatladığını, yanı başında bir sığırın ve koyunun boğazlandığını gördü. Bu
rüyadan etkilenmiş bir halde uyanınca yanındaki annelerimizden birisi O’na bu halinin sebebini sordu.
Efendimiz (s.a.v.) rüyasını anlattı ve yorumladı: O zırh Medine idi ve çatlaması Medine’nin
çatlamasına işaretti. Sığırın boğazlanması ehli beytinden birinin şehadetine, koyunun boğazlanması
ise ashabından bazılarının şehadetine işaret idi.
Sahabe, Efendimiz’e savaş konusunda ısrar ettikleri için pişman oldu. İstişarede olmayan
Ensarlardan bazıları meseleden haberdar olunca keşke Efendimiz’in dediği olsaydı diyerek gençlere
kızmıştı. Gençler bu yüzden Allah Resulü’nün çıkmasını bekliyorlardı ve Efendimiz (s.a.v.) savaş günü
iki zırh giymiş olarak dışarı çıktı. Sahabeden biri pişmanlıklarını arz etti ve görüşüne uyacaklarını
söyledi. Efendimiz (s.a.v.) istişarede bir karar alındığı için bunu kabul etmedi. İstişare ahlakı bu
demekti. “Bir peygambere giydiği zırhı çıkarmak yakışmaz.” dedi ve Allah’a tevekkül ederek devam
edeceklerini buyurdu.
Akşamüstü Allah Resulü (s.a.v.) ve sahabe, münafıklara ve Yahudilere fark ettirmeden
Mescid-i Nebevi’den çıkıp farklı yolları kullanarak Uhud’a doğru yol aldı. 1000 kişiydiler. İbni Selûl
(Abdullah b. Übey b. Selûl, Hazrec kabilesinin reisi, Medine’nin idaresi kendisine verilmek üzere iken
Hz. Peygamber’in hicretiyle bundan vazgeçilince Efendimiz’e düşman olan kişi) yolun bir yerinde fitne
çıkardı ve 300 kişinin aklına girerek yoldan çevirdi.
Ordunun üçte biri gitmişti ama Allah Resulü (s.a.v.) risaletin ahlakını çok iyi bildiği için geri
adım atmadı. Bu aslında bir rahmetti. Allah hamlarla hasları ayırmıştır. (Bu davada arkaya bakmak
yok! Önde yürüyen büyüklerin izlerini takip ederek yürüyebilirsin ama Allah’a değil de arkanda
olanlara güvenirsen kaybettin demektir.)
UHUD’DA YAŞANANLAR
Efendimiz (s.a.v.) hedefleri doğrultusunda yola devam etti ve o gün Uhud’da geceledi.
Şevvalin ilk günleri ve günlerden Cumartesi idi. Mekkelilerden önce gelip Uhud’a yerleşmişlerdi ve
Efendimiz (s.a.v.) askerleri konumlandırmak için bölgeyi kolaçan etti.
Karşıdaki ordu 3000, sahabe 700 kişi idi. Teçhizatlar konusunda da şartlar Bedir’deki gibi yine
eşit değildi. Efendimiz (s.a.v.) Mekkelilerin 200 süvarisi olduğunu öğrenince Ayneyn (Okçuklar Tepesi)
Tepesi’ne 50 okçu yerleştirdi (çünkü bizim bir okçumuz dört tane süvariyi durdururdu). O tepenin
korunması lazımdı ki süvariler ile İslam askerleri arasındaki denge korunmuş olsun.
Abdullah b. Cübeyr (r.a.) Ayneny tepesini bırakmayıp orada şehit olan 10 sahabeden birisidir.
40 tanesi ne yazık ki tepeyi bırakmıştı. (Bugün biz onların isimlerini bilmeyiz çünkü sonraki nesillerin
gönüllerinde kötü bir intiba oluşmaması için rivayetlerle isimleri açık bir şekilde aktarılmamıştır.)
Efendimiz (s.a.v.) onların bu hatalarını yüzlerine vurmadı ve tepeyi terk etmiş olsalar bile onlardan
bazılarını daha sonraki önemli görevler için görevlendirdi. Hatayı büyütmedi çünkü bu peygamberin
merhametine sığmazdı.
Allah Resulü (s.a.v.), Abdullah b. Cübeyr komutasında elli okçuyu tepeye yerleştirdiğinde:
“Ne şart ve durum olursa olsun asla burayı terk etmeyeceksiniz. Bizlerin cesetlerinin yaban
kuşlar(akbabalar) tarafından parçalandığını görseniz bile yerinizi bırakmayacaksınız.” (İbn Sa’d,
Tabakât, c. 2, s. 47; Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, c. 4, s. 293) buyurdu.
Çok açık bir talimat ile Efendimiz (s.a.v.) sahabeleri uyarmış, bir yönü ile savaşın neticesinin o
tepenin korunmasından geçtiğini onlara beyan etmişti.
Allah Resulü (s.a.v.) ordusunu Uhud’u arkasına alarak konumlandırdı. Efendimiz (s.a.v.) eğer
bir dağ varsa onu arkasına alır, düşmanın önünü açık bırakırdı. Bunu, düşman saldırırsa sığınacak bir
yerleri olması ve düşmana saldırdıklarında düşmanın kaçıp gitmesi için yapardı. En az zayiatla işin
neticelenmesini arzu ederdi.
Efendimiz (s.a.v.) Mekke tarafında sancakların Abdüddâr oğullarında olduğunu gördü ve kendi
sancaklarının da Mus’ab b. Umeyr’in elinde olmasını istedi (Bedir’de de sancaktar oydu). Beyaz
sancak Mus’ab b. Umeyr’e teslim edildi. Efendimiz (s.a.v.) üzerindeki hırkayı çıkarıp Mus’ab’a (r.a.)
giydirdi. Mus’ab b. Umeyr böyle bir şerefe yeniden mazhar olduğuna sevinmişti. Efendimiz (s.a.v.)
onun arkasında farklı bir nazarla bakmış, Hz. Ebubekir de bu bakışı yakalamış ve manasını anlamıştı.
Mus’ab b. Umeyr, Efendimiz (s.a.v.)’ e çok benzerdi. O gün Resulullah’ın hırkasını da giyince
dışarıdan görenler onu Allah Resulü (s.a.v.) zannettiler. Mekke ordusunda görevi sadece Allah
Resulü’nü öldürmek olan dört kişi vardı. Onlardan bir tanesi İbn Kamîe idi ve sürekli Allah Resulü’nü
arıyordu.
Efendimiz (s.a.v.) askerlerini konumlandırdıktan sonra mübâreze için karşı ordudan Hanzale b.
Ebu Âmir’in babası olan Ebû Âmir er-Râhib (münafıkların reisi, Mescid-i Dırâr’ın bânisi/kurucusu) çıktı.
Hanzale b. Ebu Âmir çıkıp babasıyla savaşmak istedi ama Allah Resulü buna izin vermedi.
Talha b. Ebî Talha çıktı ve naralar atarak Müslümanlardan kendisine bir rakip çıkmasını istedi.
Bunun üzerine Hz. Ali atıldı ve aralarında mübareze başladıktan kısa bir süre sonra darbe alarak yere
düştü. Yere düşünce üstü açıldı, avret yerleri görününce geriye çekildi. Son bir darbe vurmaya
çalışırken Talha b. Ebi Talha hiç mi akrabalık bağlarının hatırı olmadığını öne sürünce Hz. Ali onu yaralı
bir biçimde bırakarak döndü. Talha b. Ebi Talha da sonra o yaradan öldü. Allah Resulü (s.a.v.) ve
sahabe Hz. Ali’ye onu neden bıraktıklarını sordu. Hz. Ali sebebini söyleyince Allah Resulü iyi yaptığını
dile getirdi.
Sancakları Abdüddâr oğulları almıştı ve savaş sırasında da sancağı hep onlardan biri taşıdı. Hz.
Ali sancağı kim alırsa alsın hepsini yere devirdi. (O gün meydanda Hz. Ali ve Hz. Hamza Uhud’ın
kahramanlarından biri oldu.)
Savaşın ilk aşaması II. Bedir mahiyetinde gerçekleşmişti. Sahabe bir anda Mekke ordusunu
yerle bir etti. İnsanlar kaçmaya başladılar. Mekke ordusu o gün kadınları da getirmişti. Kadınlar
kaçmamaları için erkekleri tutmaya çalışmış ve yaptıklarından dolayı onları kınamışlarsa da kimseye
engel olamadılar.
Okçular tepesindeki 40 sahabe Mekkeliler kaçmaya başlayınca savaşın kendi lehlerine bittiğini
düşündü. Hz. Peygamber’in talimatını unutarak meydana inmeye karar verdiler. Abdullah b. Cübeyr
(r.a.), askerlerin bazılarında bu kararı görünce onları uyardı ama çok fazla etkili olamadı.
Meydana inen sahabilerin amacı bugün hep anlatıldığı gibi sadece ganimet toplamak değildi.
O güne kadar faiz henüz haram kılınmadığı için cihada katılabilmek adına Medine’deki Yahudilerden
faizle borç almışlardı. O parayla da savaş teçhizatı alınmıştı. Ganimetleri alıp borçlarını ödemek
istemişlerdi. Niyetleri dünyalık adına kazanç elde etmek değildi. (Âl-i İmrân suresinde Uhud
anlatılırken faiz meselesi de bu yüzden gündeme gelmiştir.)
O ana kadar, tepeyi gözleyen ve orası korunduğu müddetçe İslam ordusuna arkadan
saldırılamayacağını bilen Mekkelilerin süvari birliğinin komutanları Halid b. Velid ve İkrime b. Ebî
Cehil, geriye dönme hazırlıkları yaparken aralarından birinin sesi ile sarsıldılar. Seslenen kişi onlara
okçuların tepeyi terk ettiklerinin müjdesini verdi. Bu haber üzerine hemen Mekkeli süvariler tepeye
doğru hücuma geçtiler, geriye kalan on okçuyu şehit ettiler ve Müslümanları arkadan kuşattılar.
Beklenmeyen bu saldırı üzerine Müslümanlar neye uğradıklarını şaşırdılar. O anlarda kaçmaya çalışan
diğer Mekkeliler de geri dönerek saldırıya geçtiler. Böylelikle İslam askerleri iki ateş arasında kalarak
ciddi sıkıntılar yaşadılar.
HZ. HAMZA’NIN ŞEHADETİ
O anlar içerisinde Hz. Hamza, Vahşi b. Harb tarafından şehit edildi. Vahşi b. Harb, Cübeyr b.
Mut’im’in kölesi idi. Cübeyr b. Mut’im’in babası ve amcası Bedir’de öldürüldüğü için onların
intikamını almak istiyordu. Ebu Sufyan’ın hanımı Hind de babası, amcası ve kardeşi Hz. Hamza
tarafından öldürüldüğü için intikam peşindeydi. Cübeyr b. Mut’im Hz. Hamza’yı öldürmesi için Hz.
Vahşi’ye özgürlüğünü vaat etti. Hind binti Utbe de mücevherlerle ve altınlarla vaatte bulundu.
Hz. Vahşi, elinde mızrakla dakikalarca Hz. Hamza’nın etrafında dolaştı ama kendisinin
anlatımıyla ona yaklaşmak mümkün değildi. Hz. Hamza o sırada Sibâ’ b. Abdüluzzâ ile çarpışarak onu
öldürdü. Kılıcını kaldırıp “Allahu Ekber!” dediği anda Hz. Vahşi mızrağı sırtından sapladı. Aldığı emre
göre de işaret olsun diye ciğerini çıkardı ve Hind binti Utbe’ye götürdü. Hind binti Utbe’nin intikamı
yine sönmedi ve Hz. Hamza’nın olduğu yere gelerek müsle âdetini uyguladılar.
(Müsle; savaşta karşı tarafı öldüren birinin, kendisinin yüceliğini, düşmanın ise zelil oluşunu
gösterme adına, öldürdüğü düşmanının organlarını kesmesidir. Cesedi paramparça ederek
yakınlarının acılarını daha da ziyadeleştirirlerdi.)
Hz. Vahşî daha sonra Müslüman olunca hürriyetine kavuşabilmek için Hamza’yı öldürmekten
başka çaresinin bulunmadığını ve Uhud’a sadece bunun için katıldığını söylemiştir (İbn Hişâm, III, 35;
İbn Kesîr, IV, 19).
MUS’AB B. UMEYR’İN ŞEHADETİ
Hz. Mus’ab’ın şehit olması da bu sırada gerçekleşti. Hz. Mus’ab sancağı sağ elinde tutarken
İbn Kamîe ona sağından bir darbe yaptı. Hz. Mus’ab düşürmemek için sancağı sol eline alınca İbn
Kamîe bu sefer onu solundan yaraladı. Hz. Mus’ab elleriyle tutamayınca sancağı bacaklarının arasında
tutmaya çalıştı. Son bir darbeyi de alınca yüzükoyun toprağa düştü ama o anda bile sancak düşmesin
diye gayret etti. Hz. Ali yetişip sancağı aldı.
Hz. Mus’ab yüzünü toprağa iyice gömmüştü. Onun böyle yapmasının nedenini Allah Resulü
(s.a.v.) söylemiştir: İbn Kamîe, Hz. Mus’ab’ın Hz. Peygamber olduğunu zannetmiş ve o vurdukça Hz.
Mus’ab tanınmamak için yüzünü gizlemiştir. Bir taraftan da sancağı düşürdüğü için mahcubiyetinden
yüzünü saklamıştır. Ve orada şehit olmuştur.
İbn Kamîe, Hz. Mus’ab’ı öldürüp Efendimiz’i öldürdüğünü zannedince “Muhammed’i (s.a.v.)
öldürdüm!” diye bağırdı. Bu haber Uhud’da yankılandığında üç tane tavır ortaya çıktı:
- Sahabeden bazıları peygamber öldüyse bu işin bittiğini düşünerek Medine’ye döndü.
- Bazıları olduğu yerde donakaldı, ne yapacağını bilemedi.
- Bazıları ise (Enes b. Nadr (Enes b. Malik’in amcası), Sa’d b. Rebî gibi) elinde kılıçla sonuna
kadar gayret etti.
Enes b. Nadr, bir grup sahabenin Hz. Peygamber’in vefat ettiğini ileri sürüp bir köşede çaresiz
bir şekilde oturduklarını görünce onlara Resûlullah neyin uğrunda öldüyse aynı şey uğrunda ölmek
gerektiğini söyleyerek kendilerini toparlamalarına vesile oldu. Düşmanın içerisine daldı ve
paramparça oldu. Kız kardeşi Rubeyyi onu elindeki bir izden güçlükle tanıyabildi.
SIĞINILAN MAĞARA VE YAPILAN KONUŞMALAR
Allah Resulü (s.a.v.) bu sıralarda Ebû Âmir er-Râhib’in kazdığı bir çukura düşüp ciddi bir
şekilde yaralanmıştı. Kan revan içerisinde acılar çekerek yavaş yavaş dağa doğru çekildi. Yanında
birkaç sahabe vardı. Mağaraya doğru çekildiği anda Efendimiz’i görenler de ona doğru gelmeye
başladılar. Allah Resulü (s.a.v.) orada iki şey yapabilirdi:
- Sessiz kalıp bekleyebilirdi.
- Dağılan orduyu toparlayabilirdi. Bunun için de bağırması ve yaşadığını belli etmesi
lazımdı.
Allah Resulü (s.a.v.), sahabe yapmaması konusunda ısrar etmesine rağmen ikinci seçeneği
yaptı. Ka’b b. Malik onu görünce hemen yaşadığını Müslümanlara haber verdi. Duyanlar bir anda
koşup geldi ve Efendimiz’in etrafında 20-30 kişi oldular. Ama Ka’b b. Malik’in çağrısı ile Mekke
müşrikleri de geldi. Uhud’un üçüncü aşaması da burada gerçekleşti. Bu aşama hem toparlanma hem
de bir can pazarının yaşandığı aşamadır çünkü Efendimiz (s.a.v.)’in ölmediğini duyunca Mekkeliler
orayı ok yağmuruna tutup saldırmaya başladı.
Efendimiz (s.a.v.)’i korumak için sahabe büyük bir gayret gösterdi. Ziyad b. Seken birçok
arkadaşı ile bu esnada şehit oldu. Talha b. Ubeydullah Resulullah’a siper ettiği için elini kaybetti ve
orada “Nahruke nahrî, demuke demî Ya Resulullah! / Canım canına, kanım kanına feda olsun Ya
Resulullah!” dedi.
O anlarda Nesîbe annemiz (r.a.) de oradaydı. Allah Resulü (s.a.v.) onun için “Sağımda o vardı,
solumda Cebrail (a.s.) vardı. Nereye baktıysam onu gördüm.” demiştir. Efendimiz (s.a.v.) Nesime
annemizin kahramanca savaştığını görüp bir sahabi efendimizin yorulduğunu görünce ona
“Ödeyemiyorsan o kılıcın hakkını, ver Nesibe’ye! Nesibe bugün kahramanca bir mücadele veriyor.”
diyerek o kılıcı Nesibe (r.a.)’ye verdirmiştir. Nesibe annemiz birçok yerinden yaralanmasına rağmen o
meydanda Efendimiz’i korumuştur.
Mekkeliler artık başka bir şey yapamayacaklarını anlayınca bu bize yeter diyerek çekilmeye
başladılar. Tam o anlarda Ebu Sufyan da mağaranın önüne doğru geldi ve bağırarak Hz. Ebubekir’in,
Hz. Peygamber’in ve Hz. Ömer’in hayatta olup olmadığını sordu ama bir cevap alamadı. Ebu Sufyan
üçünden de ses gelmeyince “Üçü de öldüyse tamamdır. Yaşasın Hubel!” dedi. Onun bu sevincine
karşılık Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Ömer’e cevap vermeyecek misin diye sordu. Hz. Ömer de kendisini
Efendimiz’in susturduğu için konuşmadığını söylediğinde Efendimiz (s.a.v.) ona “Ben bizi söyleyince
susturdum. Şimdi Allah’ın hukuku söz konusu. Allah’ın hukuku söz konusu olunca susmak yoktur!
Cevap ver ona! Ona de ki Allah’tır en yüce olan ve sadece yüce olarak kalacak olan da Allah’tır!”
buyurdu. Hz. Ömer denildiği gibi seslendi Ebu Sufyan’a. Ebu Sufyan sesi duyunca sahibini tanıdı ve
üçünün de hayatta olduğunu anladı ve “Bu Bedir’in intikamıdır. Siz Bedir’de kazandınız, biz de
Uhud’da kazandık. Siz Bedir’de bizim adamlarımızı öldürdünüz, biz de Uhud’da sizin adamlarınızı
öldürdük. Ölülerimiz ölülerinize, zaferimiz de zaferinize denktir.” dedi. Bunu duyunca Allah Resulü
(s.a.v.) tekrar Hz. Ömer’e cevap vermeyecek misin diye sordu çünkü mesele din meselesi idi.
(Efendimiz (s.a.v.) bir yerde dine ait bir durum söz konusuysa savunma gerektiğini vurgulamaktadır.)
Hz. Ömer yine Efendimiz’in söylediklerini aktararak: “Asla bizimkilerle sizinkiler bir değildir! Bizim
ölülerimiz cennette, sizin ölüleriniz cehennemdedir. Onun için bizimle sizin aranızda eşit olabilecek
bir şey yoktur!” cevabını verdi. Ebu Sufyan bunun üzerine bir sene sonra yine aynı vakitte ve aynı
yerde buluşmayı teklif etti ve Allah Resulü de bunu kabul edince çekip gitti.
Bu sırada Medine savunmasız bir haldeydi ama Mekkeliler oraya bulaşmadılar çünkü
korkuyorlardı. Allah onların yüreklerine bir korku salmıştı. Bu bize yeter diyerek zaten kaçmıştılar.
Uhud, tek bir dağ olduğu için Ahad kökünden gelir. 110 m yüksekliğindedir. Cennet
dağlarından bir dağdır. Allah Resulü (s.a.v.) “Uhud bizi sever, biz de Uhud’u severiz.” demiştir.
(Buhârî, “Meġāzî”, 27; Müslim, “Ḥac”, 503-504). Uhud kendisinin hem yoldaşı hem sırdaşı olmuştur.
Allah Resulü (s.a.v.) mağaraya geldiğinde yaralıydı. Yüzüne halkalar saplanmıştı. Hz. Ebubekir
çıkarmak için müsaade istedi. O anda Ebu Ubeyde b. Cerrah gelerek bu şerefe mazhar olmak için Hz.
Ebubekir’den izin istedi ve sonra o halkaları Efendimiz’i acıtmadan dişleri ile kavrayıp çıkarmaya
çalıştı. Çıkarırken dişleri kırıldı ve hayatının sonuna kadar dişsiz dolaştı. Araplar ön dişleri olmayana
‘hetem’ derlerdi ama Hz. Ebubekir “O, hetemlerin en güzelidir.” demiş; ashabdan bazıları da: “Dişsizlik
insanı çirkinleştirirdi ama Ebu Ubeyde Uhud’da kaybettiği dişlerinden ötürü daha fazla güzelleşti.”
demişlerdir.
Allah Resulü (s.a.v.) o mağaraya çıkarken biraz yüksek olduğu için çıkamadı. O anda Talha b.
Ubeydullah sırtına basıp çıkması için Efendimiz’in önüne yattı. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.)
“Cennet Talha’ya vacib oldu.” dedi. Talha b. Ubeydullah bu kadar basit bir amelle mi olacağını
sorunca Allah Resulü (s.a.v.) “Allah katında amelin basiti yok. Allah içinse eğer karşılığı budur.”
dedi.
Allah Resulü (s.a.v.) orada biraz istirahat edince Hâris b. Dimme’yi Hz. Hamza’dan haber
getirmesi için gönderdi. Hâris b. Dimme Hz. Hamza’yı buldu ve halini görünce başında ağlamaya
başladı. Efendimiz’e bunu nasıl söyleyeceğini düşündü. Efendimiz (s.a.v.) Hâris b. Dimme dönmeyince
Hz. Ali’yi de gönderdi. Hz. Ali de vaziyeti görünce kötü oldu ama kendisini toparlayınca dönüp
Efendimiz’e durumu anlattı; amcasını son gördüğü bir şekilde hatırlaması için Efendimiz’e
gitmemesini tavsiye etti. Allah Resulü (s.a.v.) gitmek istediğini beyan etti. Amcasını o halde görünce
dayanamayıp ağlamaya başladı ve orada yüreği yanan bir beşer olarak “Sana bunları yapanları elime
geçirdiğimde 70 tanesinden intikamını alacağım.” dedi. Bunun üzerine Nahl suresi 126. ayet uyarı
mahiyetinde nazil oldu: “Cezalandırmak isterseniz size yapıldığı kadarıyla cezalandırın, fakat sabır
gösterirseniz bilin ki sabırlı davrananlar için bu muhakkak daha hayırlıdır.” Bu ayet ile adaletten
ödün verilmeyeceği hatırlatılmıştır. Allah Resulü (s.a.v.) sonra amcasına bunu yapanları affetti ve
onlar Müslüman olarak tarihe geçtiler. Onlara bu konuda sonradan bedel bile ödetmedi.
Allah Resulü (s.a.v.) amcasını öyle görünce çok etkilendi. Artık dönüp toparlanacakları bir
sırada Hz. Safiye’nin de geldiğini gördüler. Hz. Ali ile Hz. Zübeyr onu engellemeye çalıştılar ancak
ikna edemediler. Hz. Safiye kardeşinin yanına gitti ve orada “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn” ayetini
okuyarak ağladı. Efendimiz (s.a.v.) yanına gelerek onu teskin etmeye çalıştı, sarılıp beraber ağladılar.
Allah Resulü (s.a.v.) daha sonra şehitlerin naaşlarını toplattırdı ve şehitlerin öldükleri yere
defnedileceğini buyurdu. Kabirler kazıldı ama şehitlerin sayısı kabirlere göre fazla idi. Bu yüzden
Efendimiz (s.a.v.) birbirlerini seven iki şehidin birlikte, Kur’an’ı en fazla bilenin ondan daha az bilenle
birlikte ve bunun gibi her birine bu noktada eşleştirmeler yaparak gömülmelerini söyledi.
Şehitler defnedilirken Hz. Hamza bekletildi. Her şehit için cenaze namazı kılındığında sahabe
onu da defnetmek için izin istiyordu ama Allah Resulü amcasını bekleterek defalarca üzerine cenaze
namazı kılınmasını sağlamıştı. En son Hz. Hamza ile Abdullah b. Cahş (birbirleriyle akrabaydılar)
birlikte defnedildi.
Hz. Mus’ab’ın naaşı getirildiğinde sahabe, üzerindeki elbisenin ona kefen olarak yetmediğini;
başına doğru çektiklerinde ayaklarının, ayaklarına doğru çektiklerinde başının açıkta kaldığını söyledi.
Efendimiz (s.a.v.) elbisesini başına doğru çekmelerini ve açıkta kalan ayaklarını da bir ot demeti ile
kapatmalarını buyurdu. Mekke’nin yakışıklı delikanlısı Mus’ab b. Umeyr bu şekilde defnedildi.
Efendimiz (s.a.v.) yüreğinde koca bir acı ile Medine’ye döndü. Ensardan çokça şehit olduğu
için Ensar halkı birbirlerine taziye gidiyorlardı. Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Hamza’nın evinin önünde hiç
kimsenin olmadığını görünce Hz. Ebubekir’e “Hamza’nın ağlayanı bile yok.” dedi ve Hz. Ebubekir
ağlamaya başladı. O anda Sa’d b. Muâz durumdan haberdar olunca Ensara gidip Allah Resulü’nün
böyle söylediğini anlattı. Ensar da kendi taziyelerini bırakıp Hz. Hamza’nın kapısında toplandılar ve
Efendimiz’i teskin etmeye çalıştılar.
Allah Resulü (s.a.v.) Uhud’u hiç unutturmadı. Her zaman ziyaret etti ve “Ey Uhud şehitleri! O
gün burada sizinle beraber şehit olmayı ve burada bu dağın eteklerine defnolunmayı ne kadar
isterdim.” derdi. Bu şehitlere şahitlik etmektir. Allah Resulü (s.a.v.) gidenlerin uğruna can verdikleri
büyük davanın ne kadar önemli olduğunu söylemiş ve kalanlara da bir sorumluluk yüklemiştir.
Uhud’dan sonra nazil olan ayetlerden biri de şudur: “Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki,
Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit
olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.”
(Ahzâb 33/23)
Şehitlerin bize emanet ettiği bir dava var! Davaya talip olmak bize de nasip olduğuna göre bu
davaya sahip çıkıp onu korumalıyız çünkü şehitler gitti ama şahitler kaldı. Şahitler şehitlerin davasına
sahip çıktığı kadar şahit olabilirler. Allah bizi o şahitlerden eylesin. Âmin.
*
NOT: Tefsir kitabı tavsiyeleri: Tefsirli Kur’an Meali (3 Cilt) – Hasan Basri Çantay. Safvetü't Tefasir /
Tefsirlerin Özü – Muhammed Ali Es-Sabuni. Hak Dini Kur’an Dili – Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır.
Hiç yorum yok:
Yeni yorumlara izin verilmiyor.