ORUÇ FIKHI

Orucun tanımı:

Oruç; Farsça ‘Rüze’ kelimesinin Türkçeleşmiş şeklidir. Arapça bir mastar olarak ‘’savm ve sıyam’’ sözlükte; ‘’bir şeyden uzak durmak, bir şeye karşı kendini tutmak, engellemek, oruç tutmak’’ demektir.

Bir fıkıh terimi olarak ise; oruç tutmaya ehil olan kimselerin niyet ederek, ikinci fecirden itibaren güneşin batışına kadar orucu bozan şeylerden korunmalarıdır. Kısaca oruç, belli bir süreyle, bilinçli olarak yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmaktır.
Orucun zamanı; ikinci fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar geçen süredir. Orucun bu başlama vaktine ‘’imsak’’ denir. Tan yerinin ağarması ile başlayan bu vakitle, yatsı namazının vakti çıkmış ve sabah namazının vakti de girmiş bulunur
. Oruç yasaklarının sona erdiği vakte de ‘’iftar’’ vakti denir. Bu, güneşin düz ufukta batma vakti olup, bununla akşam namazının vakti girmiş bulunur.(1)

ORUCA NİYET

Yapılan her amelin Allah katında kabul edilebilmesi için, kalp ile niyet şarttır.
Hafsa radıyallahu anha’dan rivayet edildiğine göre; Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu; ‘’Kim fecirden önce oruca niyet etmez ise onun orucu yoktur.’’ (2)
Hadis-i Şerif’ten anlaşılan, fecrin doğuşundan önce kalbiyle oruca niyet edip belirtmesi gerekir. Mezhep imamları oruca ne zaman niyet edilmesi gerekir konusunda farklı görüşlere sahipler;
A) Malikiler; Yukarıdaki hadisi delil alarak farz, vacip ve nafile oruçlar arasında fark gözetmeksizin oruca niyetin fecrin doğuşundan önce olması gerektiğini söylerler.
B) Hanefilere göre; Kaza ve zamanı belirlenmiş adak oruçları için, geceden niyet etmesi gerekir. Fakat diğer oruçlar için evla olan fecrin doğuşundan önce yapılmasıdır. Bununla beraber fecrin doğuşundan önce oruca niyet etmeyen, gündüzün yarısına kadar niyet edebilir.
C) Şafii ve Hanbelilere göre; Farz oruçlara geceden niyet edilmesi vaciptir. Diğer oruçlar için geceden niyet edilmemişse gündüzün yarısına kadar niyet edebilir.

ORUÇLU KİMSEYE YAPILMASI MÜBAH OLAN ŞEYLER


Misvak kullanmak; Abdullah b. Amr b. Rebia dedi ki; ‘’Rasulullah sallallahu aleyh ve sellem’i oruçlu olduğu halde sayamayacağım kadar misvak kullanırken gördüm.”(3)
Hadis-i Şeriften anlaşıldığı gibi oruçlu bir kimsenin bütün vakitlerde misvak kullanması menduptur. Ancak misvakın kırıntılarını yutmaması gerekir.
Hanbeli ve Şafiilere göre, oruçlu bir kimsenin öğleden sonra misvak kullanması mekruhtur. Oruçlu bir kimsenin ağız kokusu, Allah katında misk kokusundan daha güzel olduğunu belirten Hadis-i Şerifi delil getirmişlerdir. Çünkü, misvak kullanmak oruçlunun ağız kokusunu giderir.
Hacamat yapmak; İbni Abbas radıyallahu anhu’dan rivayet edildiğine göre; ‘’Rasulullah sallallahu aleyh ve sellem ihramlı olduğu halde hacamat yaptı. Ve yine oruçlu iken hacamat oldu.’’(4)
Şafiiler, Hanefiler ve Malikilere göre, hacamat orucu bozmaz. Hanbelilere göre, başka Hadis-i Şeriflere dayanarak, hacamat orucu bozar
Sürme çekmek; Hanefiler ve Şafiilere göre, sürme çekmek orucu bozmaz. Hanbeliler ve Malikilere göre, eğer ‘ismit’in etkisini boğazında hissederse oruç bozulur ve sadece kazası gerekir. Bu konuda dayanmış oldukları delil;
Hz. Aişe radıyallahu anha’dan rivayet edildiğine göre; ‘’Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, oruçlu olduğu halde sürme kullandı.’’(5)
Unutarak yemek, içmek; Ebu Hureyre radıyallahu anh’dan rivayet edildiğine göre; Rasulullah sallallahu aleyh ve sellem şöyle buyurdu; “Kim oruçlu olduğu halde yer veya içerse orucunu tamamlasın, çünkü onu Allah yedirmiş ve içirmiştir.”(6)
Cünüp olarak sabahlamak; Hz. Aişe ve Ümmü Seleme radıyallahu anhüma’dan rivayet edildiğine göre; ‘’Nebi sallallahu aleyh ve sellem, cinsel münasebette bulunduğundan dolayı cünüp olarak sabahlardı. Daha sonra boy abdesti alırdı, orucu tutardı.’’(7)
Alimlerin geneli, bu hadise dayanarak cünüp olarak sabahlayanın orucu tamamlaması gerektiğini belirtmişlerdir.

Şafii Mezhebi'ne göre orucun başlangıcında temiz olmak için, fecirden önce cünüplükten yıkanmak, adaptandır.

Cünüp olduğu halde fecirden sonra yıkanmak, orucun sıhhatine engel değildir. Ancak efdal olan, fecirden önce yıkanmaktır. Bunun delili, şu hadistir:

"Hz. Peygamber (asv), cimadan dolayı bazen sabahladıktan sonra yıkanıp orucuna devam ederdi." (Buharî/1825, 1830)

) Taharet:
Fakihler, cunublukten temizlenmenin orucun sıhhatinin şartı olmadığı üzerinde ittifak etmişlerdir. Çünkü cunublüğün giderilmesi mümkündür, aynca cunublük genel olarak gece, bazan da gündüz meydana gelir. 
Aişe ile Ummu Seleme'den rivayet edildiğine göre: "Peygamber (a.s)Ramadanda ihtilam olmaksızın cinsî ilişki sebebiyle cunub olarak sabaha girer, sonra orucuna devam ederdi."(Buharî ve Muslim. Neylu'l- Evtâr, IV, 212) 
Yine Ummu Seleme'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Rasulullah (s.a.v.) ihtilam değil, cinsî ilişkiden ötürü cunub olarak sabahlar, sonra orucunu bozmaz, kazasını da yapmazdı." (Buharî ve Muslim rivayet etmiştir) 
Cunub olarak sabahlayıp temizlenmeyen kimse yahut sabah vaktinden önce temizlenen hayızlı kadın, sabah vakti girdikten sonra yıkanırsa, o günün orucu sahihtir.

ORUÇLUYA MEKRUH OLAN ŞEYLER

Oruçlu kimsenin eşini öpmesi; Hz. Aişe’den rivayet edildiğine göre; ‘’Nebi sallallahu aleyhi ve sellem, oruçlu olduğu halde (eşlerini) öperdi ve yine oruçlu olduğu halde (eşleri) ile şakalaşırdı, onlara tenini dokundururdu. Zira O hepinizden daha çok nefsine sahip idi’’(8)
Alimlerin geneli, bu Hadis-i Şerife dayanarak oruçlu kimsenin eşini öpmesi orucu bozmaz kanaatına varmıştır. Ancak kişiye nefsi arzuları kendisine galip geleceği endişesinden dolayı, Hanefiler ve Malikilere göre ihtiyatı esas alarak mekruhtur. Diğer bazı alimler bu sınırlandırmayı özellikle gençler için belirtmiştir. Ancak her halükarda eşini öpen oruçlu kimseden, meni boşalsa orucu bozulur ve sadece kazası gerekir.
Özürsüz olarak bir şeyi tatmak, çiğnemek mekruhtur; Çünkü ağıza alınan bir şeyin yutulma tehlikesi vardır. Ancak kocasının kötü huylu olması halinde, pişirilen yemeğin ve aldanma tehlikesi varsa satın alınacak gıda maddesinin tadına bakılabilir.
Bünyesi zayıflayacak kimsenin hacamat yaptırması mekruhtur.
Oruçlunun gül, misk, esans gibi şeyleri kullanması; Hanefi mezhebi dışındaki diğer üç mezhebe göre mekruhtur.

Oruçlunun Sakız Çiğnemesi:

Sakız çiğnemek mutlaka mekrûhsa da, fukahadan bir kısmı yaz aylarında tarla ve bahçede veya ağır işlerde çalışan işçilerin, iyice özü alınmış sakızı çiğnemelerinde kerahet olmadığını söylemiştir.

Bunun dışında içindeki özü alınmadan çiğnenen sakız orucu bo­zar. Özü iyice alınmış olanı ise, orucu bozmaz, ama mekruhtur. (El-Muhit - Radıyüddin Serahsi - Fetâvâ-yi Hindiyye; Celal Yıldırım, Kaynaklarıyla İslam Fıkhı, 2/212.)

Sakız çiğnemenin sadece mekruh olup orucu bozmaması için, şu şartların bulunması gerekir:

a. Ağız yaşlığıyla, sakızdan mideye tatlılık v.s. gibi bir şey'in gitmemesi. 

b. Sakızın önceden çiğnenmiş beyaz sakız olması. 

c. Sakızın ağızda eriyip dağılır cinsten olmaması...

Bu şartları taşımayan sakızlar, orucu bozarlar


Orucu bozmamakla beraber yapılması mekruh durumlar şunlardır:

1-Bir koca, yemeğin tuzunun az veya çok olmasından dolayı hanımını rahatsız ediyorsa, kadın bir şey yutmadan diliyle yemeğin tadına veya tuzuna bakabilir. Yemek pişiren ücretli için de durum böyledir. Bu durumda olanların oruçları bozulmaz fakat bunu yapmaları mekruhtur.

2-Bir kimsenin hanımını öpmesi ve kucaklaması mekruhtur ama bu durum orucu bozup kazayı gerektirmez.

3-Tükürüğünü ağzında biriktirip yutmak mekruhtur.

4-Kan aldırmak veya ağır bir işte çalışmak gibi kendisini zayıf düşüreceğine kanaat getirdiği bir iş yapmak, oruçluyu zor durumda bırakacağı için uygun görülmemiştir. Fakat bu kişilerin oruçları bozulmaz.

5-Nafile olarak tutulan orucu özürsüz olarak bozmak mekruhtur ve aynı zamanda yerine kaza orucu tutulması gerekir. Verilen şeyi veya ikramı reddetmemek için nafile orucu bozmak mekruh değildir fakat daha sonra bu oruç kaza edilmelidir.

ORUCU BOZAN KAZAYI GEREKTİREN, 
KEFARETİ GEREKTİRMEYEN DURUMLAR❗

Kusmak; Kasıt olmaksızın kendiğinden kusan kimsenin orucu bozulmaz. Ancak kasten kusarsa oruç bozulur. Buna delil ise Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre; ‘’Kim kendiliğinden kusarsa orucunu kaza etmez. Kim de bilerek kusarsa orucunu kaza etmesi gerekir.”(9)

Beslenmek veya Tedavi amacı taşımayan bir şeyi yutmak; Orucu bozar. Sadece kazayı gerektirir.
Tedavi amaçlı burun ve kulaktan damlatılan ilaçlar, iğne yaptırmak ve beyine ulaşacak kadar derin yaralara ilaç sürmek; Orucu bozar, kazası gerekir. Bu meselelere delil ise
, Lakit b. Semure’den gelen rivayettir; ‘’Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem, şöyle buyurdu; 
“Büyük abdesti tam yapın ve parmak aralarını Hilâlleyin, mazmaza ve sümkürmeyi iyice yap. Ancak oruçlu olma hali hariç.’’(10)
Oruçlu olduğu halde mazmazanın ve sümkürmenin mübalağalı yapılmanın yasaklanması, boğaza kaçacak suyun orucu bozacağından dolayıdır. Buna bağlı olarak yeme, içme yolu dışında insanın içine bir şey ulaşsa orucu bozar. Yukarıda belirtilen beden de kullanılan ilaçlar da buna örnektir.
Unutarak yiyip içen kimsenin orucu bozuldu zannına kapılarak yeme ve içmeye devam etse orucu bozulur, sadece kazası gerekir. 
Şüphe söz konusu olduğundan dolayı kefaret gerekmez. Ancak orucun bozulmadığını bildiği halde yeme içmeye devam etse hem kaza hem kefaret gerekir.❗

Gece niyetlenmeyip, gündüz niyet ettikten sonra niyetin yetersiz kaldığını zannederek yemek, içmek kazayı gerektirir.

Geceden oruca niyetlenip mukim olarak sabahlayan ve gündüz yolculuğa başlayan kimsenin sefer halinde iken orucu bozmasının caiz olduğunu sanarak yiyip, içmesi orucu kazasını gerektirir, kefareti gerektirmez.❗

Sabah namazının girip girmediği konusunda şüphe içerisinde bulunan kimse yemeye ve içmeye devam etse fakat bu arada fecrindoğmuş olduğu anlaşılırsa yalnız kazası gerekir. 
Kefaret gerekmez. ❗

Çünkü fecrin doğuşu kesin olarak bilinmeden önce asıl olunan gecenin devam etmesidir.

Oruçlu kimse güneşin battığını sanarak iftar etse, ancak güneşin batmamış olduğunu öğrenirse kesin battığı kanaatiyle iftarını açtığı için kazası gerekir, kefaret gerekmez.

Bir kimse yemek yerken imsak vakti girse hemen yemeği bıraksa o gün ki orucu devam eder.

Oruçlu kimsenin şehvetini cinsel birleşimi dışında başka bir yolla tatmin etmesi orucu bozar. Kazayı gerektirir, kefareti gerektirmez.

Bir kimse Ramazan dışında❗ tutmak da olduğu bir orucu yemek, içmek veya cinsel ilişkide bulunmak suretiyle bozarsa Ramazan ayını ihlâl söz konusu olmadığı için kefaret değil kazayı gerektirir.❗(ramazan ayında olan oruç değil)

ORUCU BOZAN, KAZAYI VE KEFARETİ GEREKTİREN DURUMLAR

Orucu bozup hem kazayı hem de kefareti gerektiren durumların başında Ramazan günü oruçlu iken yapılan cinsel ilişki gelir. Kuran’da doğrudan oruç kefareti ile bir hüküm yoktur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’de oruç kefareti hükmünü, o dönemde vuku bulan bir cinsel ilişki olayı üzerine vermiştir. Oruç kefareti konusunda tek uygulama örneği olan olay şudur;
Ebu Hureyre’den rivayet edildiğine göre; ‘’Bir adam mahvoldum diyerek, Peygambere gelmiş ve Ramazan günün de eşi ile cinsel ilişkide bulunduğunu söylemişti, bunun üzerine aralarında şu konuşma geçmiştir;

– Köle azat etme imkanın var mı?
– Hayır, yok.
– Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?
– Hayır, bu iş zaten sabredemediğim için başıma geldi.
– Altmış yoksulu doyuracak imkanın var mı?
– Hayır.

Bu sırada Allah’ın elçisine bir sepet hurma getirildi. Bu hurmayı adama vererek, yoksullara dağıtmasını istedi. Adam ‘’Bizden daha yoksul kimse mi var?’’ deyince Allah’ın Rasulü gülümseyerek, ‘’Al git bunları ailene yedir.’’ demiştir. (11)

Oruçla ilgili bu kefaret hükmü, Kuran’da zıhar hükmü ile aynıdır. Zıhar hükmünde de bir köleyi azat etmek, güç yetiremeyenin iki ay peş peşe oruç tutması, oruç tutmaya güç yetiremeyenin altmış yoksulu doyurması vardır. Buna göre mutlak olarak yenilen, içilen bir şeyi oruçlunun bilerek yemesi veya içmesi orucu bozar. Hem kaza hem de kefaret gerektirir. Ancak bu arada hastalık, hayız ve nifas hali, yolculuk, zorlanma, korkutma ve yanılma gibi oruç tutmayı mübah kılan bir özür ortaya çıkarsa yalnız kaza gerekir ve kefaret düşer. Ancak şunu da belirtelim ki kefaret yalnız farz olan ve niyet ederek başlanılmış bulunan Ramazan orucunun kasten bozulmasının bir cezasıdır. Bu yüzden sünnet, kaza, adak veya nafile diğer oruçları bilerek veya bilmeyerek bozulması durumunda gün yerine gün kaza etmesi gerekmektedir.

ORUC TUTMAMAYI MÜBAH KILAN ÖZÜRLER

Ramazan orucunu tutmamayı veya başlanmış bir orucun bozulmasını mübah gören unsurlar şunlardır;

1-) Yolculuk (Seferilik); Allahu Teâlâ Ramazan ayında hasta ve yolcu olanların orucu konusunda şöyle buyurmuştur: ‘’Sizden kim hasta olur veya seferde bulunursa diğer günler sayısınca oruç tutsun.’’(12)
Zarar görmeyecekse yolcunun oruç tutması daha faziletlidir. Çünkü yukarıda ki ayetin son kısmında ‘’Eğer bilirseniz oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.’’ buyrulur. Yolcunun arkadaşları oruçlu olur veya yolculuk masrafları ortak bulunmazsa kendisinin de oruç tutması daha faziletlidir. Fakat arkadaşlarının çoğunluğu oruç tutmaz veya harcamada ortak bulunurlarsa oruç tutmaması daha uygundur.
Şafii ve Hanbeliler’e göre yolcu, geceden niyetlendiği orucunu da bozabilir. Delil olarak, İbni Abbas radıyallahu anhu’dan rivayet edilen şu hadistir; ’’Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Ramazan ayında Mekke’nin fethi için yola çıktı. Kadid denilen yere varıncaya kadar oruç tuttu. Orada kendisi ve diğer insanlar oruçlarını bozdular.”(13)

2-) Hastalık; Bir kimse oruç tuttuğu takdirde ölmekten veya hastalığının artmasından veya uzamasından yahut aklının gitmesinden korkarsa, oruç tutmayabilir ve ya tutmakta olduğu orucu açabilir. Daha sonra iyi olunca bunu yalnız kaza eder.
Eğer hastalık deri kaşıntısı, diş ağrısı, parmak ağrısı, çıban ve benzeri hastalıklarda olduğu gibi kişinin oruç tutması halinde kendisine bir zararı olmayacak hastalıklardan ise orucu bozmak mübah olmaz. Orucun hastanın sağlığı için bir tehlike teşkil edip etmediği konusunda Müslüman uzman bir doktorun bilgisine başvurulmalıdır.
Hastanın orucu tutmama ruhsatı şu ayete dayanır; ‘’Sizden kim hasta olur veya seferde bulunursa tutamadığı günler sayısınca, diğer günlerde oruç tutsun.’’
Ramazan ayı içinde sağlıklı olan, fakat oruç tuttuğu takdirde hasta olacağı galip zan ile veya tıbbın verilerine göre bilinen kimse de hasta hükmündedir.
Gebelik ve Çocuk Emzirmek; Ramazan ayında gebe veya emzikli olan kadınlar, kendilerine veya çocuklarına bir zarar gelmesinden korkmaları durumunda oruç tutmayabilirler. Daha sonra kaza ederler. Başkasının çocuğunu emzirme durumunda, çocuğa kendisinden başka süt veren bulunmamalı veya bulunduğu halde çocuk emmemelidir.
Gebe ve emzikli kadınların oruç tutmamalarının caiz olmasının delili hasta ve yolcu ile kıyastır. Başka bir delil, Hz. Peygamber’in şu hadisidir; ‘’Allahu Teâlâ yolcudan orucu ve namazın yarısını kaldırmıştır, gebe kadınlarla emzikli kadınlardan da orucu kaldırmıştır.’(14)

Yaşlılık; Yılın bütün mevsimlerinde oruç tutmaktan aciz olan çok yaşlı erkek ve kadınların oruç tutmamaları icma ile caizdir. Bunların oruçlarını kaza etmeleri de gerekmez. Bunun yerine, tutamadıkları her gün için bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir. Kuran’da şöyle buyrulur; ‘’Oruç tutmaya gücü yetmeyenlerin bir yoksulu doyuracak kadar fidye vermeleri gerekir.’’(15) İbni Abbas radıyallahu anhu bu ayetin çok yaşlı ve oruç tutmayan erkek ve kadınlarla ilgili olduğunu söylemiştir. Bunlar her bir güne karşılık bir yoksulu doyururlar.
İyileşme ümidi bulunmayan hastalar da yaşlılar gibidir. Çünkü Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor; ‘’Allah sizin için dinde bir güçlük yapmamıştır.’’ Ancak Ramazan’da oruç tutma gücüne sahip olmayıp da, daha sonra kaza edebilecek durumda bulunanlar fidye vermeyip tutamadıkları oruçları kaza ederler.
Oruç fidyesi Ramazan’ın başında veya sonunda verilebilir. Otuz günün fidyesi çeşitli yoksullara verilebileceği gibi bir yoksula da topluca verilebilir. Hatta Ebu Yusuf’a göre bir günün fidyesi birkaç yoksula dağıtılabilir. Fidyede bu şekilde yoksula bizzat vermek yerine, fidye tutarı kadar yiyeceği ikram etmek de (ibaha) caizdir. Şöyle ki her günün orucuna karşılık bir yoksula sabah ve akşam doyacak kadar yiyecek yedirilmesi de yeterli olur.
Yaşlılık veya iyileşmeyen sürekli bir hastalık nedeniyle oruç fidyesi veren kimse, daha sonra oruç tutmaya güç yetirecek olsa fidyenin hükmü kalmaz. Oruç tutması, geçmiş günleri de kaza etmesi gerekir.
Kadının Adetli veya Loğusa Bulunması; Bir kadın Ramazan ayında gündüzün adet görmeye başlasa veya çocuk doğursa orucu bozulmuş olur. Artık adet günlerinde ve loğusa bulundukça oruç tutması caiz olmaz.
Ramazan’da adet gören bir kadın, geceleyin adeti kesilmiş olsa, eğer adet günleri tam on gün sürmüşse, ertesi gün Ramazan orucuna başlar. Fakat on günden az sürmüşse, adeti kesildikten sonra imsak vaktine kadar yıkanmasına yeterli ve bir miktar da fazla bir vakit kalmış olursa yine oruca başlar. Bu kadar bir vakit bulunmazsa, mesela; yıkanmasının arkasından hemen imsak zamanı olursa o gün oruca başlamaz. Çünkü on günden eksik adet görenler hakkında yıkanma süresi de adet vaktinden sayılır.

——————————————
1. İslam ilmihali, Hamdi Döndüren.
2. Ebu Davud, 2454. Hadis sahihtir.
3. Ebu Davud, 2364, Tirmizi 734 hadis hasendir
4. Buhari
5. Tirmizi 536, İbni Mace 105. Hadis zayıftır.
6. Muttefekun aleyh.
7. Muttefekun aleyh.
8. Muttefekun aleyh.
9. Ebu Davud, 2380, Tirmizi 729. Hasis sahihtir.
10. Ebu Davud, 142. Hadis sahihtir.
11. Ebu Davud, 2390. Buhari.
12. Bakara: 184
13. Buhari, Müslim.
14. Nesai 2277, Ebu Davud, 2408. (Şuayip Arnavud ve Elbani hadise hasen demişlerdir.
15. Bakara: 180
Detaylı bilgi için İ’lamul Enam Şerhu Buluğul Meram,

Şerhu Muhtasarı Tahavi ve Hamdi Döndüren’in İslam İlmihaline bakınız.


Devamını Oku »

BERAT GECESİ

ŞA’BAN AYI:

Kamerî ayların sekizincisi olup, Receb ile Ramazan ayları arasında yer alır. Sahih rivayetlere göre Peygamberimizin Ramazan ayından sonra en çok ORUÇ TUTTUĞU AY Şa’bân AYIDIR
. Üsâme b. Zeyd (r.a) şöyle bir hadis rivayet etmiştir: “Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem, Şa’bân ayında tuttuğu orucu hiçbir ayda tutmamıştır. Kendisine: “Ey Allah’ın Resulü! Senin, Şa’bân ayında tuttuğun orucu başka bir ayda tuttuğunu görmedim” dedim. O da şöyle buyurdu: “Şaban, Receb ile Ramazan arasında insanların GAFİL bulunduğu ve AMELLERİN, ALEMLERİN RABBİ OLAN ALLAH’A YÜKSELDİĞİ AYDIR. Ben de amelimin (Allah Teala’ya) ORUÇLU OLDUĞUM HALDE YÜKSELMESİNİ SEVİYORUM.”[32]

Peygamberimizin Şaban ayına gösterdiği bu hürmetin bir sebebi de devamında gelecek olan KUR’'AN AYI OLAN Ramazan’dan dolayıdır. Hz. Enes’in rivayetine göre, Peygamberimizden sual ederler: 
Ya Resulallah, Ramazan’dan başka en faziletli oruç ayı hangi aydadır? Bu soruya Peygamberimiz (sav),  “Ramazan’ı tazim için (Ramazan hürmetine) Şâban’ da tutulan oruçtur” cevabını verirler.[33]
O halde bu ayda oruç tutmanın Peygamber (sav)’in güzel bir sünneti olduğu rahatlıkla söylenebilir. Ancak bu ayda da hiç ara vermeden ORUÇ. TUTMAK  sünnet DEĞİLDİR.

Şa’ban ayının  ondördüncü gününü onbeşinci gününe bağlayan geceye “BERAET GECESİ” 
DENİLMEKTEDİR. Bu gecenin kutsallığını bildirenler , bu geceyi Kur’an-ı Kerim’de: “Şüphesiz Biz onu mübarek bir gecede indirdik…”[34] âyetindeki “Mübarek Gece” ifadesine dayandırmaktadırlar. Ancak İbn-i Abbas, Katade, İbn-i Cübeyr, Mücahid, İbn-i Zeyd ve Hasan Basri: “Mübarek gece” ifadesini “KADİR GECESİ” olarak yorumlamaktadırlar. Bu konu hakkında Tefsir âlimlerinin çoğu da böyle demiştir. Âyet ve hadislerin zahirleri de bu görüşü desteklemektedir.[35]Zira Yüce Allah (cc) Kitabında: “O Ramazan ayı ki, onda Kur’ân indirilmiştir…”[36]diye buyurarak Kur’ân’ın indiriliş zamanının Ramazan ayında olduğunu açıkça ifade etmiş ve “Biz onu mübarek bir gecede indirdik.”[37] Buyurmak suretiyle de Kur’an’ın hangi gecede inmiş olduğunu tayin etmiştir. Görüldüğü üzere bu iki âyet Kur’an’ın Berat gecesinde indirildiği görüşünü reddetmektedir.YANİ KURANDA KI MÜBAREK GECE OLARAK GEÇEN ÂYETTEKİ MÜBAREK GECE KADİR GECESİDİR.

Bu GECE hakkında hadis kitaplarında pek çok rivayet bulunmaktadır. Bunlardan birisinde Hz. Peygamber (sav)’in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: “Muhakkak ki Allah Teala Şaban ayının ortası gecesi dünya semasına iner ve Benû Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri adedinden daha fazla sayıda insanı(n günahlarını) bağışlar.”[38]
 İbn Mâce’nin Ebû Mûsâ el-Eş’arî 
r.a)’den rivayet ettiğine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
 “Şaban ayının ortası gecesi olunca gece namaza kalkın, o gecenin gündüzünde de oruç tutun. Zira Allah Teala o gece güneş batınca dünya semasına iner ve ta ki güneş doğana kadar “Bağışlanma dileyen yok mu, mağfiret edeyim? Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim? (Bir derde) mübtela olan yok mu, afiyet vereyim?…”[39]
Bir diğer rivayette de “Yüce Allah, Şaban’ın 15. gecesinde, Kelb kabilesinin koyunlarının tüyleri sayısından daha çok insanı cehennemden kurtarır. Ancak;
kendisine şirk koşanların1⃣ 
Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besleyenlerin2⃣ 
akrabalarıyla bağını koparanların,3⃣ 
kibirlilerin, 4⃣
ana-babasına isyankâr olanların5⃣ ve
 içki içmeye devam edenlerin6⃣ yüzüne bakmaz.” [40]buyrulmaktadır.

Bu üç hadis de her ne kadar bazı alimlerce zayıf görülmüşse de
Kütüb-ü SİTTE HADISLERINDENDIR.

YANİ BU HADİSLERLE AMEL EDİLİR DİYEN ÂLİMLER VARDIR.

ALLAH CELLENİN YÜZLERİNE BAKMADIĞI 6⃣ GRUPTAN BİRİ OLMAKTAN ALLAH A SIĞINALIM.EĞER BU 6⃣ SINIF INSANLARIN YAPTIKLARINDAN YAPIYORSAK ŞİMDİDEN TÖVBE EDİP BERAET GECESİNDE AFFEDİLENLERDEN OLALIM.

Müslim’in Sahih’inde yer verdiği bir hadise göre; “Hz. Âişe (r.anha) Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bu gece (Şaban’ın 15. gecesi) Bâkî Mezarlığı’nı ziyaret ettiğini söyler:” ve ” Ey Âişe sen gördüğünde bana Cebrail (a.s.) geldi ve seslendi. Ben Onu senden gizledim, Ona cevap verdim. O, sen elbiseni çıkardığın için yanına girmiyordu. Uyuduğunu sandım, seni uyandırmayı doğru bulmadım, heyecana kapılmandan korktum. Cibril bana dedi ki; “Rabbin senin Bâkî Mezarlığı’na gitmeni ve onlar (orada yatanlar) için bağışlanma istemeni emrediyor.” Ben; “Onlar için nasıl dua edeyim?” deyince, buyurdu ki; “Şöyle (dua et): Mü’min ve Müslimler diyarının insanları! Size selâm olsun. Allah bizden önce gidenlere ve bizden sonrakilere merhamet etsin. İnşaallah yakında bizde sizlere kavuşacağız.”[41] Ardından  Peygamber Efendimizin bu geceyi ibadetle geçirdiği  ve Allah’a şöyle dua ettiği nakledilmiştir: “Azabından affına, gazabından rızana sığınır, senden yine sana iltica ederim. Sana gereği gibi hamdetmekten acizim. Sen seni senâ ettiğin gibi yücesin.”[42]

Berat gecesi ile  ilgili Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali, İbn Ömer, Ebû Sa’lebe, Osman b. Ebi’l-Âs ve Mu’âz b. Cebel (Allah hepsinden razı olsun) gibi sahabîlerden gelen rivayetler de mevcuttur.  Bu gecenin fazileti sebebiyle Tabiun’dan Hâlid b. Ma’dân, Mekhûl ve Lokmân b. Âmir gibi büyük zevat bu GECEYİ İHYA ETMEYE BÜYÜK EHEMMİYET VERİRLERDİ. Ancak bu konuda onların davranışını onaylamayıp, bu gecenin ihyasının bid’at olduğunu söyleyenler de vardır. 
Atâ, İbn Ebî Müleyke ve Hicaz ulemasının ekseriyetinin tutumu böyledir.[43]

BERAET GECESİ muhtelif rek’atlarda ve muhtelif sureler okunmak suretiyle kılınacak “Es-Salatü’l elfiye”[44] diye adlandırılan  namazın olduğu; İhyâu Ulûmi’d-Dîn, Gunyetu’t-Tâlibîn ve Kûtu’l-Kulûb gibi eserlerde zikredilmiştir. İmam Gazalî, İhyâ’da böyle bir namazdan söz etmiş ve “bu namazın her rekatında fatiha ve on ihlas okunmak suretiyle yüz ya da her rekatında fatiha ve yüz ihlas okunmak suretiyle on rekat olarak kılınabileceğini” söylemiştir. [45]

ANCAK EN BAŞTA İhyâ’da nakledilen hadisleri tahkik eden Zeynuddin el-Irakî, bu amaçla yazdığı el-Muğni an Hamli’l-Esfâr adlı eserinde böyle bir şeyin ASLININ OLMADIĞINI SÖYLEMİŞTİR. Ünlü hadîs âlimi İmam NEVEVİ DE BU NAMAZIN BİD AT’ olduğunu ve bu konuda Kûtu’l-Kulûb ile İhyau Ulûmi’d-Din’de yer alan rivayetlere aldanılmaması gerektiğini VURGULAMIŞTIR. [46] Aliyyu’l-Kârî de bu namazın bidat olduğunu ve ilk olarak H. 400 yılında Kudüs’te kılınmaya başlandığını dile getirmiştir. [47]

Berat gecesine ait ibadet ve namazlardan sözeden hadislerin hepsinin UYDURMA OLDUĞU hususunda hadis bilginleri GÖRÜŞ BİRLİĞİ İÇERİSİNDEDİRLER.[48]

Nitekim İmam Şâtıbî :  “Biz diyoruz ki, bu uydurulmuş namazı kılmak için Şaban’ın 15. gecesini uykusuz geçiren kimse sabaha ancak uyuklayarak girer veya büsbütün tembelleşerek sabah namazını terk eder. Diğer bid’atlerin durumu da böyledir. Bu ilaveler ondan daha evla ve önemli olan şeylerin iptali veya terki sonucunu doğurur. Hiç bir bid’at yoktur ki ondan daha HAYIRLI BİR SÜNNETİ ÖLDÜRMEMİŞ OLSUN…” [49]diyerek önemli bir tespitte bulunmuştur.
Yani Geceyi ihya edelim ibadet edelim,namaz kılıp kur-an okuyalım ama sünnetten ayrılmadan ve yanlış ve  dine sonradan girdirilmiş ibadetlerle değil.

Resûlullah (sav)’ın RECEB ve ŞABAN aylarında ORUÇ ve ibadetlerini artırdığına dair birçok SAHİH RİVAYETİ aktarmıştık. Özellikle Şa’ban ayında daha çok ORUÇ tuttuğu konuyla ilgili sahih hadislerde dile getirilmektedir. Bu ayın ortasına denk gelen gün ve geceler eyyâmu’l-biyd (ayın dolunay halinde olduğu dönem) olduğundan bu günlerin gündüzlerinde oruç tutulmasının müstehab olduğuna dair rivayetler mevcuttur. Gecelerini de ibadet ve zikirle geçirmenin faziletine dair tespitler ve rivayetler aktarılmıştır. Ayrıca bazı hadis âlimleri Şa’ban’ın yarı gecesine dair rivayetlerden bazılarının sahih olduğunu söylemişlerdir. Şa’ban ayının fazileti, ayın orta günleri hakkındaki teşvikler ve Şa’ban’ın yarı gecesi hakkında ilim adamlarından bazılarının görüşleri esas alınarak bu gecenin ibadet, istiğfar ve dua için değerlendirilmesi mümkündür. Şu var ki bu konuda sünnetin çizdiği çerçevenin dışına çıkmamak ve yeni ibadet şekilleri teşri’ etmeye cüret edebilenlerin ortaya çıkardığı bidatlerden uzak durmak şarttır.[50]

Dinî anlamıyla:
BERAET; “GÜNAHLARDAN/KÖTÜLÜKLERDEN ARINMAK/TEMİZE ÇIKMAK, İLÂHİ AF VE RAHMETE NAİL OLMAK/ERİŞMEK”tir.

Kur’ân-ı Kerim’de “berâet” kelimesinin taşıdığı manalar; bu günü/geceyi daha bir anlamlı kılmaktadır. Tevbe sûresinin bir adı da “BERAE”DİR; bu da şirke ve küfre karşı bir ültimatom, bir kesin uyarı ve son ihtar demektir. Allah ve Rasûlünün MÜŞRİKLERDEN/inkarcılardan berî(UZAK) olduğunu ilan eden bu sûrenin ilk ayeti: “Allah ve Rasulünden, kendileriyle antlaşma yapmış bulunduğunuz müşriklere bir ültimatomdur bu!”diye başlar. İkinci âyette ise bu tavır netleşir: “Bilin ki siz, Allâh’ı âciz bırakamazsınız ve Allâh kâfirleri rezil-perişan edecektir!” Tarihi gerçek şu ki; Hz. Ali (r.a) Mina’da bir hutbe okumuş, Hz.Peygamber (s.) tarafından gönderildiğini bildirmiş, Tevbe Sûresi’nin ilk âyetlerini yüksek sesle okumuş ve müşriklere şu ültimatomu vermişti: 

1-Müslümanlardan başka hiç kimse Cennete giremez.
2- Bu yıldan sonra hiç bir müşrik Kâbe’ye yaklaştırılmayacak.
3- Hiç kimse Kâbe’yi çıplak tavâf etmeyecek.
4- Kimin Hz. Peygamber’le anlaşması varsa, müddeti bitinceye kadar ona uyulacak.” Yani bu sure, şirke/müşriklere karşı kesin ve net bir tavır alıştır.

Kamer suresinin 43. âyetinde ise; “Şimdi sizin kâfirleriniz, onlardan hayırlı mı? Yoksa kitaplarda sizin için bir berâet (af/kurtuluş belgesi) mi var?”buyrularak inkarcıların ‘bu dünyada ne yaparsak yapalım, Allah katında bize bir ceza/sorumluluk yok’ şeklindeki kendilerini aklayan saçma anlayışları kesin reddedilir.
Her iki âyette de, şirke/müşriklere ve küfre/kafirlere karşı tavizsiz, net, kesin bir duruş sözkonusudur. 
Demek ki, bu GÜNÜ VE GECEYİ; MÜMİNLERİN KÜFRE, ŞİRKE, HARAMLARA, GÜNAHLARA KARŞI EN KÜÇÜK bir TAVİZ vermeden TOPYEKUN BİR MÜCADELE SÜRECİNE GİRMELERİ VE bunlardan tamamen kurtulup berî olmaları olarak okumamız gerekir. Zaten küfrün ve şirkin her türlüsünden, günahın ve haramın her çeşidinden berî olmadan, uzaklaşmadan, vazgeçmeden kurtulmak nasıl mümkün olur? Bu gün ve gecede yapılacak dualarda, tevbe ve istiğfarlarda ihlasla bu hedefe ulaşmak amaçlanmalıdır.
 Bu gün/gece yeni bir başlangıç için fırsat bilinmelidir.

ALLAH  celle bu gecenin fırsatından  faydalanmayı  ve yeni bir güzel  başlangıç  yapmayı  hepimize  nasip ETSİN 

Allah celle şirkin  ve küfrün  her  çeşidinden  bizleri korusun.
Devamını Oku »

HAFIZLIK, FAZİLETİ VE TARİHTEKİ YERİ

KUR'ÂN-I KERİMİ lafzen okumaya kıraat, 
güzel okumanın usullerini öğreten ilme tecvid Kur'ân okuyan kişiye de KARİ denir, çoğulu KURRÂ'DIR.

Kur'ân-ı Kerîmin tamamını ezberleyene de HÂFIZ DENİR. Arapçada korumak, ezberlemek mânâsındaki 'hıfz'kökünden türemiş bir sıfat olan HÂFIZ, Kur'ân-ı Kerîmi ezberleyen ve hâfızasında koruyan kişidir.

Hâfız sadece Kur'ân-ı Kerîmin kelimelerini, âyetlerini ezberleyen değil, aynı zamanda onun mânâsını kalbine ve ruhuna nakşeden, beynine alan ve gönül dünyasında sey-reden bir insandır. Kur'ân'ı içine sindirmiş olan gerçek hâfız yürüyen ve konuşan KUR'AN DEMEKTİR.

Hâfız kelimesine nisbet edilen el-Hâfız, Allah'ın güzel isimlerinden biridir ve 'Her yönden esirgeyip koruyan, insanların ve cinlerin bütün amellerini muhafaza eden, asla zayi etmeyen' anlamındadır.

'Şüphesiz ki Kur'ân'ı ve onu koruyacak olan da Biziz'âyetinde de ifade edildiği gibi Kur'ân'ın gerçek sahibi ve koruyucusu o kelâmın mutlak sahibi olan ALLAH'TIR


KURAN-I GÜZEL OKUYANLAR , Peygamberimizin (a.s.m.) özel iltifatına mazhar olan insanlardır:

' KUR'ANI GÜZEL  OKUYAN KİMSE MELEKLERLE BERABERDİR' hadisinde bildirildiği gibi, hâfız ve kuran ı  güzel okuyan  her an meleklerle birlikte, meleklerin arasında, meleklerle içiçedir. Çünkü meleklerin en çok ilgi duydukları olay, 
KUR'ÂN' IN OKUNDUĞU ve dile getirildiği YERLERDİR.

Kur'ân'ı BEYNİNE NAKŞEDEN VE KALBİNE YERLEŞTİREN HAFIZLAR, hem dünyada ŞEREFLİ ve saygın insanlardır, hem de âhirette akrabalarına ve yakınlarına ŞEFAATÇİ OLACAKLARDIR. Bu müjdeyi Efendimiz (a.s.m.) şu sözleriyle verirler:

'Kim Kur'ân okur ve onu ezberler, helâlini helâl kılar ve haramını haram kılarsa, Allah, bu Kur'ân sebebiyle onu Cennetine koyar ve ailesinden Cehenneme girmeyi hak eden ON KİŞİYE ŞEFAAT HAKKI TANIR.'

Hâfızları Abese Sûresinde sözü edilen SEFER-i KIRAMA BENZETEN Peygamber Efendimiz (a.s.m.), hâfızların Cen-nette onlarla BERABER olacağını MÜJDELEMİŞTİR.

Peygamberimiz (a.s.m.) kendisine vahyolunan âyetleri ezberinde tutar ve daha sonra Sahabilere okurdu. Kur'ân'ı hâfızasına nakşedip ilk muhafaza eden bizzat kendisidir, ilk HÂFIZ ODUR.


Kıyamet Sûresinin 16. ve 17. âyetlerinde işaret edildiği gibi Cenâb-ı Hak tarafından garanti edildiği şekilde Pey-gamber Efendimiz (a.s.m.), aldığı vahyi derhal bellemiş oluyordu. Bu yönüyle HÂFIZLIK BİR PEYGAMBER  SÜNNETİ VE METODUDUR.


Peygamber Efendimiz (a.s.m.) her sene Ramazan ayında  o zamânâ kadar vahyedilmiş olan bütün Kur'ân'ı Hz. Cebrail ile mukabele ederdi. Dünyasını değiştireceği seneye rastlayan Ramazan'da bu mukabele iki defa olmuştu.

AS-RI  SAÂDETTE HÂFIZLIK

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) hayatta iken Sahabilerin çoğu Kur'ân-ı Kerîmi ya tamamen veya bir kısmını ezberlemiş durumdaydılar. Ancak Sahabiler içinde hâfız olanların sayısı kesin olarak bilinmiyor. Fakat bazı olaylar dolayısıyla Sahabiler arasında çok sayıda hâfız olduğunu öğreniyoruz. Meselâ hicretin 4. yılında meydana gelen 
Bi'rü Maûne Vak'asında 70 kadar hâfız Sahabinin, Hicre-tin 12. yılında ise Yemame Savaşında bazı kaynaklara göre, 70  Sahabinin Şehit olduğu bildirilmektedir.

Peygamberimiz (a.s.m.) daha Mekke'de iken Sahabilerden Hz. Erkam'ın evinde bizzat Kur'ân öğretimine başlamıştı. Aynı şekilde hicretten iki yıl önce Birinci Akabe Bîatını müteakip Mus'ab bin Umeyr'i, Evs ve Hazreç ka-bilelerinden Müslüman olanlara Kur'ân öğretmek üzere Medine'ye göndermişti.

Peygamberimizin (a.s.m.), Müslümanlara Kur'ân öğretmek için indiği yere 'Dârü'l-kurrâ' denildiği gibi, hicretten sonra da Peygamberimizin mescidi Dârü'l-Kurrâ gibi kullanılmıştı Mescidin suffesi İslâm tarihinde Peygamberimiz (a.s.m.) tarafından açılan ve ilk yatılı Kur'ân kursu idi ve burada yüzlerce öğrenci vardı. Bu Sahabilere SUFFE ASHAB-I denirdi ve bizzat Efendimizin (a.s.m.) rahlesi ve dizi dibinde yetişiyorlardı.

SUFFE Ashabının bir kısmı hâfızdı ve hep Kur'ân'la meşgul olurlardı. Civar kabileler Peygamberimize (a.s.m.) gelip İslâmı öğretecek hoca istediklerinde Peygamberimiz (a.s.m.) hâfız olan Sahabileri gönderirdi.

Peygamberimiz (a.s.m.), sayıları kırkı bulan vahiy katiplerine ve hâfızlara özel önem vermiş, sağlığında Kur'ân-ı Kerîmi onlara yazdırmış, İslâmı tebliğ için onları görevlendirmiş, üstün zeka ve kabiliyetleri sebebiyle elçilik ve valilik görevlerine onları getirmiştir.

Hatta, Kur'ân'ın dört kişiden alınmasını tavsiye etmiş-tir.
Bunlar; Abdullah bin Mes'ud, Ebû Huzeyfe'nin mevlâsı Salim, Muaz bin Cebel ve Ubey bin Ka'b.

İlk tabaka kurralar şu isimlerden meydana geliyordu:

1. Osman bin Afvan, 2. Ali bin Ebi Talib, 3. Ubey bin Ka'b, 4. Abdullah bin Mes'ud, 5. Zeyd bin Sabit, 6. Ebû Mûsa el-Eş'âri, 7. Ebû'd-Derdâ.

ABBASİLER DÖNEMİNDE HARUN REŞİD' İN hanımı Zübeyde'nin ÜÇ YÜZ kadar HÂFIZ CARİYESİ bulunmakta ve saraydan dışarıya 'arı kovanı gibi' Kur'ân sesleri yayılmaktaydı.

OSMANLI DÖNEMİNDE HÂFIZLAR

Osmanlı döneminde Kur'ân eğitimine ve hıfzına ayrı bir önem verilirdi. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sinde anlattığına göre, o dönemde sadece İstanbul'da DOKUZ BİN HÂFIZ VARDI. BUNLARIN ÜÇ binini KADINLAR oluşturuyordu.

Osmanlı döneminde bazı türbelerde sürekli Kur'ân okuyan hafızlar görev alırdı. Meselâ Eyüp Sultan türbesinde görevli 72 hâfız vardı.

Fatih Sultan Mehmet Hanın türbesinde ise 90 kadar hâfız, her biri günde 16 dakika Kur'ân okumak üzere her gün nöbetleşe türbeye gelirdi. Bu sûretle 1481'den 1924'e kadar 443 yıl boyunca, Fatih'in başucunda, bir dakika ol-sun Kur'ân sesi eksik olmamıştı.

HÂFIZ OLMANIN YAŞI

HÂFIZ OLMANIN BELLİ BİR YAŞI YOKTUR. Tâbiin ulemasın-dan Süfyan bin Uyeyne gibi 4⃣ yaşında HÂFIZ olanlar olduğu gibi, 60-70 yaşında hıfzını tamamlayanlar da olmaktadır.

2001 yılında gazetelerde yer alan bir habere göre, İzmir Büyük Hatay Kız Kur'ân Kursu'nda, torunu yaşındaki ta-lebelerle beraber yılmadan çalışmaya devam eden Bedia isminde bir hanım, gençlerle beraber Kur'ân'ı hıfzetmenin mutluluğunu yaşamıştır.

Hâfızlık merasimiyle diplomasını alan Bedia Hanım, 'Ben 5⃣ yıldan beri HÂFIZ olmak için çalışıyorum. Allah'tan çok istedim ve bana verdi. Çok mutluyum. Gençlere bir mesajım var. Bu işe biraz olsun zaman ayırırlarsa, inşâallah yarı yolda kalmazlar. Zamanlarını öldürmesinler ve gönülden isteyince, Allah'ın kendilerini yarı yolda bırakmayacağına inansınlar'şeklinde konuşmuştur.

Gelin kardeşlerim. 📖
Bizler de niyet edelim ve de gayret edelim❗
Kur'an ın hepsini ezberleyemesek bile 
AMME CÜZÜNÜ EZBERLİYELİM 📖
EN AZINDAN 1⃣ CÜZ KALBİMİZE KOYALIM Kİ NAMAZLARIMIZDA UZUN SURELER OKUYARAK KIYAMDA DAHA FAZLA DURALIM❗

Amme cüzünde 37 sûre 
568 âyet vardır.


Kıyamı leyl (gece namazını)amme cüzünün tamamıyla kılan biri 568 âyet okur veya teheccüt namazında
Allah Rasulünün müjdesine nail olur.

Kim gece on âyet okursa gafillerden sayılmaz. Yüz âyet okuyan kânitînden, bin âyet okuyan ise mukantarînden sayılır” (Ebû Davud, “Salât,” 326, HN: 1398) der. “Kıyamet günü Kur’ân, ‘Ya Rabbi! Ben bu şahsı, beni okuduğu için gece uykusuz bıraktım, izin ver ona şefaat edeyim” diyecektir” (İbn Hanbel, Müsned


MUKANTAR(A):(Kantara. dan) Kemer şeklinde olan köprü. * Birbiri üstüne yığılmış çok şey. 
KANİTÎN: Kunut ve duâ edenler. Allah'a itaat ve ibadet edenler.

Rabbim hepimizi geceleri ibadet etme şerefinden mahrum etmesin
Bizlere mukantarinden olmayı nasip etsin 

AMME CÜZÜ= 568 Âyet
TEBAREKE=432.   Âyet
568+432=1000


HEDEFIMİZ TEBAREKE CÜZÜNÜ DE ÖĞRENİP MUKANTARİNDEN OLMAK  OLSUN. İNŞAALLAH
Devamını Oku »

İSRA ve MİRAÇ BAHSİ -2

Sidretü’l-Müntehâ’da Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin!” dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Niçin ey Cibrîl?” diye sordu.

O da cevâben:

“–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..” dedi. (Râzî, XXVIII, 251)

Sidre-i Müntehâ

Fahr-i Kâinât -aleyhi ekmelü’t-tahiyyât- Efendimiz’e soruldu:

“–Yâ Rasûlallâh! Sidre’yi kaplayan ne gördün?”

Buyurdular ki:

“–Altundan pervânelerin onu bürüdüğünü ve her yaprağında bir meleğin oturup Allâh’ı tesbîh ettiğini gördüm.” (Taberî, XXVII, 75; Müslim, Îman, 279)

Peygamberimizin Allah Teâla’yı görmesi

İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’tan gelen rivâyete göre Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Ben, yüce Rabbimi gördüm!” buyurmuştur. (Ahmed, I, 285; Heysemî, I, 78)

Bir başka rivâyette Peygamber Efendimiz “Rabbini gördün mü?” sorusuna cevâben:

“Bir nûr gördüm!” buyurmuşlardır. (Müslim, Îman, 292)
Bu konuda bazı ihtilaflar vardır.Bazıları o bir nurdur gördüm derken bazıları da o bir nurdur nasıl görebilirim şeklinde okumuşlardır.yani bu konuda iki ayrı görüş vardır.

YETİM MALI YİYENLER❗

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mîrâc’da bir topluluğa uğradılar ve gör­düler ki, onların dudakları DEVE DUDAĞI GİBİDİR. Birtakım vazîfeli memurlar da onların du­daklarını KESİP AĞIZLARINA TAŞ KOYUYOR.

“–Ey Cibrîl! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Bunlar, YETİMLERİN MALLARINI HAKSIZLIKLA YIYENLERDIR!” dedi. (Taberî, XV, 18-19)

GIYBET EDENLER❗

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, başka bir topluluğa rastladı. Onlar da BAKIRDAN TIRNAKLARLA YÜZLERİNİ VE GÖĞÜSLERİNİ TIRMANIYORLARDI:

“–Ey Cebrâîl! Bunlar kimlerdir?” diye sordu.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

“–Bunlar, (GIYBET ETMEK SÜRETİYLE) İNSANLARIN ETLERİNİ YİYENLER VE ONLARIN ŞEREF VE NAMUSLARIYLA oynayanlardır.” cevâbını verdi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878)

ZİNA EDENLER❗

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz orada; zinâ­kârları, leş yiyen bedbahtlar olarak; fâiz yiyenleri, karınları iyiceiyice şişmiş ve şeytan çarpmış rezil bir vaziyette; zinâ edip çocuklarını öldüren kadınları da, bir kısmını göğüslerinden, bir kısmını baş aşağı asılı hüsrâna dûçâr olmuş bir hâlde gördü. (Bkz. Taberî, XV, 18-19)

BORÇ SADAKADAN ÜSTÜNDÜR❗

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine Mîrâc’da yaşadığı müşâhedelerle alâkalı bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“Mîrâc Gecesi’nde cennetin kapısı üzerinde şu ibârenin yazılı olduğunu gördüm:

«Sadaka on misliyle, borç vermek ise on sekiz misliyle mükâfâtlandırılacaktır.»

Ben:

«−Ey Cibrîl! Borç verilen şey niçin sadakadan daha üstün oluyor?» diye sordum.

 «−Çünkü, sâi yani isteyen kişi l (çoğu kere) yanında para olduğu hâlde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyâcı sebebiyle talepte bulunur.» cevâbını verdi.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19)

CENNETE GİRENLERİN EKSERİSİ (ÇOĞUNLUĞU)

Resulullah-aleyhissalâtü vesselâm- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:

“(Mîrâc esnâsında) cennetin kapısında durup içeri baktım. Oraya girenler ekseriyâ FAKİRLER İDİ. ZENGİNLER DE (HESAP VERMEK İÇİN)MAHPUS İDİLER. Bunlardan cehennemlik olanların ise ateşe atılmaları emredilmişti. Cehennemin kapısında da durdum. ORAYA GİRENLERİN EKSERİSİ KADINLARDI.” (Buhârî, Rikâk, 51; Müslim, Zühd, 93)

Sonra Cibril, Muhammed'i, ancak Allah'ın bilmekte olduğu şeylerle bu katın üstüne çıkardı. Nihayet Sidretu'l-Muntehâ'ya geldi. Rabbu'l-îzzet olan Cebbar da yaklaştı ve tecellî etti (daha çok yaklaşmak istedi) de nihayet (bu suretle O, Peygamber'e) iki yay kadar yâhud daha yakın oldu da' Allah, kuluna vahyettiğini etti' (Necm: 8-9). Allah O'na vahyettiği şeyler içinde, ummetinin üzerine her gün ve gecede elli vakit namazı da vahyetti. Sonra oradan aşağıya indi, nihayet Musa'nın yanına ulaştı.
Mûsâ O'nu biraz alıkoydu ve: — Yâ Muhammedi Rabb'in Sana neyi ahdetti(yâni Sana neyi emr ve tavsiye etti)? diye sordu.
— Rabb'im bana her gün ve gecede elli namaz emretti, dedi. 
Mûsâ: — Sen'in ummetin buna güç yetiremez, geri dön de Rabb'in Sen'den ve ummetinden bunu hafifletsin! dedi.
Bunun üzerine Peygamber, Cibril'e yöneldi de, sanki bu konuda Cibril'le istişare etmek istiyor gibiydi. 
Cibril kendisine: — Evet, istersen bunu iste! diye işaret etti.
Akabinde Cibril O'nu Cebbâr'ın huzuruna doğru yükseltti. 
Peygamber dedi ki: "Cebbar olan Allah, evvelki durduğu makamında idi: — Ey Rabb'im! Hafiflet, çünkü ummetim buna(bu elli vakit namaza) güç yetiremez!dedi".
Yüce Allah elliden on namazı indirdi. Sonra Peygamber, Mûsâ'nın yanına döndü. Mûsâ O'nu alıkoymakta ve O'nu Rabb'ine geri döndürmekte devam etti. Nihayet elli namaz beş namaz oldu. 
Sonra Mûsâ O'nu bu beş namazın yanında da durdurup:
— Yâ Muhammedi Vallahi ben kavmim İsrâîl oğulları'na bundan daha azı ile döndüm de onlar zaîf olup bunu da terkettiler. Sen'in ummetin cesedler, kalbler, bedenler, gözler, kulaklar bakımından daha zaîftir. Geri dön de Rabb'in Sen'den bunun hepsini hafifletsin! dedi.
Peygamber, onun kendisine işaret etmesi için Cibril'e yöneldi. Cibril bunu kerîh görmüyordu. Cibril O'nu beşinci defa sırasında da yükseltti.
Peygamber: — Ey Rabb'im! Şubhesiz benim ummetim cesedleri, kalbleri, işitmeleri, bedenleri zaîf kimselerdir. Bizlerden daha da hafiflet! diye niyaz etti.
Bunun üzerine Cebbar olan Allah: — Yâ Muhammed! diye nida etti. 
Peygamber: — Lebbeyke ve sa'deyke yâ Rabb! diye icabet etti.
Allah: — Şu bir hakikat ki, Ben'im nezdimde söz (hüküm ve kaza) tebdîl olunmaz! [Kaf Sûresi'nde "Lâ" yerine "Mâ" ile şu âyet vardır: "Benim yanımda söz değiştirilmez" (Kaaf: 29)] Bu, senin ve ummetin üzerine Ana Kitâb'da farzettiğim gibidir! buyurdu.
Ve yine: — Her bir hasene on misliyle karşılanır. Bu, Ummu'l-Kitâb'da elli vakittir ve bu senin ve ummetin üzerine beş vakittir! buyurdu.
Peygamber, Musa'nın yanına döndü. 
Mûsâ O'na: — Nasıl yaptın? dedi.
Peygamber ona: — Allah bizden hafifletti. Bize herbir haseneye on misli ile karşılık verdi, dedi. 
Mûsâ: — Ben İsrâîl oğulları'nı bundan daha azı dönüp tecrube ettim, onlar bunu da terkettiler. Sen yine Rabb'ine dön de Sen'den yine hafifletsin! dedi.
Rasûlullah: — Yâ Mûsâ! Ben vallahi Rabb'ime çok gidip gelmemden dolayı utandım, dedi.
Cibril de O'na: — Allah'ın ismiyle in!dedi.
Kaderi Yazan Kalem

Hadîs-i şerîflerinde buyurur:

“(O gece) göğe yükseltildim. Öyle bir makâma çıktım ki, orada kalemlerin gıcırtıla­rını duyuyordum.” (Buhârî, Salât, 1)
173) Bize Ebû Bekr b. Ebi Şeybe rivayet etti. (Dedi ki): Bize Ebu Usârae rivayet etti. (Dedi ki): Bize Malik b. Migvel rivayet etti. H.

Bize İbnî Numeyr ile Zuheyr b. Harb da hep birden Abdullah b. Numeyr'den rivayet ettiler lâfızları birbirine yakındır. İbni Numeyr dedi ki: Bize babam rivayet etti (Dedi ki): Bize Malik b. Miğvel, Zubeyr b. Adiy'den, o da Talha'dan,[Talha b. Musanif] o da Murra'dan, o da Abdullah'tan [Abdullah ibni Mesud]naklen rivayet etti.

Abdullah şöyle demiş: Rasulullâh(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) göklere çıkarıldığı gece Sidretu'I-Muntehaya götürüldü. Sidre altıncı semâdadır. Yer yüzünden semâya çıkarılan onda nihayet bulur ve sonra ondan alınır. Onun yukarısından inen şeyler de onda karar kılar sonra ondan alınır. (Abdullah burada) o dem ki: 
«Sidreyi Allah'ın azamet ve celâli(toplayabildiğine kaplıyordu.) Âyetini okumuş ve onu altından pervaneler diye tefsir etmiştir. Sonra (rivayetine devamla): 
Rasulullâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)'e(orada) üç şey verilmiştir.

1) Beş vakit namaz verilmiştir.
2) Bakara suresinin son âyetleri verilmiştir.
3) Ummetinden Allah'a şirk koşmayanların büyük günahları mağfiret olunmuştur.» demiş.
(Muslim; İman, Hadis No : 279)
Dipnotlar:

[1] Cenâb-ı Hakk’ın kasem ettiği yıldız kelimesi ile alâkalı olarak müfessirler birtakım îzahlarda bulunmuşlardır. Bunların en mühimi olarak da “yıldız”ın Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ya da Kur’ân-ı Kerîm’den kısım kısım inen âyetler olduğunu zikretmişlerdir. Bu durumda yıldıza kasemin mânâsı şöyle ifâde edilmiştir:

1- Mîrâc’a çıkmış ve inmiş olan Muhammed Mustafâ üzerine yemin olsun!
2- Kur’ân’ın nüzûlü esnâsında her gelen vahyin inzâl zamânına yemin olsun!

[2] Ayrıca bkz. Buhârî, Tefsîr 17/3, Eşribe 1, 12; Nesâî, Eşribe 41.

İsrâ ve Mîrâc hâdisesi ile, İslâm’ın bir fıtrat dîni olduğu te’kîd edilmiş; içi bozuk ve kalbi hasta kimselere semâvât kapılarının açılmayacağı beyân olunmuştur.

[3] Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ağlaması hasetten kaynaklanan bir durum değildir. Elde edemediği bir kemâl hâline hüzünlenmesi sebebiyledir.

[4] Bir görüşe göre Nil ve Fırat nehirlerinin Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından cennette müşâhede edilmesinin mânâsı şudur:

İslâm’ın nûru yeryüzüne yayılacak; İslâm, Nil ve Fırat havzasındaki bereketli topraklara hâkim olacak, o bölgeler İranlıların ateşperestliğinden ve Bizans’ın teslis inancından kurtulacaktır. Bu vâdinin ahâlîsi nesiller boyu tevhîdin sancaktarlığını yaparak İslâm’a hizmet edecektir.

Receb ayındaki ikinci kutsal görülen gece; Receb ayının yirmi yedinci gecesi olan “Mi’rac gecesi”dir. Hz. Peygam­ber(sav)’in, hicretten bir süre önce, Allah’ın emri ile Mescid-i Harâm’dan Ku­düs’te  bulunan  Mescid-i  Aksâ’ya  götürüldüğü, oradan  semaları  katedip Rabbi’ne   yükseldiği   tarihen   sabit   gerçek   bir  olaydır  ve   buna   Mi’rac denir.[26] 
Ancak bu geceye mahsus herhangi bir ibadet sahih olarak nakledilmiş değildir. Bazı tasavvufi eserlerde “Miraç gecesi kılınacak namaz on iki rekattır. İki rekatte bir selam verilerek kılınacak olan namaz on iki rekat ile bitirilir. Her rekatte Fatihadan sonra on kere ihlas okunur. “ [27]gibi ifadeler vardır. İmam Aclûnî bu tür rivayetler hakkında şöyle der: “Bu rivayetlerin Kûtu’l-Kulûb, İhyâu Ulûmiddîn, Tefsîr-i Sa’lebî gibi (tasavvuf ağırlıklı) kitaplarda yer almasına aldanılmasın. Her ne kadar İhyâu Ulûmiddîn, Kûtu’l-Kulûb adlı kitapların yazarları (İmam Gazali ve Ebû Talib el-Mekkî) bu hadisleri zikretse de bu konuda ne sünnette ne de hadis imamlarının yanında herhangi bir (sahih hadis) bulunmaktadır. 
Çünkü sünnet (onların demesiyle değil) ancak Peygamberin sözü, fiili ve takriri ile sabit olur.”[28
]Söz Kûtu’l-Kulûb, Gunyetü’l-Talibîn ve İhyâu Ulûmiddîn gibi kitaplardan açılmışken İmam Leknevi’nin şu güzel tespitini aktaralım: “(Bu tür namazların) Ğunyetü’t-Talibin ve sufilerin diğer kitaplarında zikredilme­sinin herhangi bir önemi yoktur. Bu konuda itibar edilecek olan, hadisin subûtü için hadis alimlerinin rivayet ve şehadetleridir, kişilerin keşifleri değildir. Muhaddislerin bu konuda şiddetli davranmaları gerçekten çok yerindedir. Çünkü onlar baktılar ki bu namazlar, havas ve avam herkes arasında Allah Rasulü’nden (sav) rivayeti sabit olduğu zannıyla yayılmakta, onlar da  bu namazlar hakkında açıklamada bulunup bu konudaki hadislerin uydurma ve çok çirkin olduğunu söylemeyi kendilerine görev bildiler. Eğer bunu yapmasalardı, avam bir tarafa havasın çoğu bile tasavvuf ehli kimselerin kitaplarında bu namazın zikri geçtiği için buna inanacaklardı. “[29]

 Haseneyn Muhammed Mahluf da İsra ve Mirac gecesi ile ilgili olarak der ki: ”Eski zamanlardan beri müslümanlar Miraç gecesini Allah’a şükürle ikame edip, bu gecedeki büyük fazileti aramışlardır. O gece insanı Allah’a  yaklaştıran nafile ibadetler eda edilebilir, tasaddukta bulunulup yakınlar ziyaret edilebilir, dualar edilebi­lir. Ancak, bilinmesi gerekir ki, bu gecede Allah’a şükür için kıyamda bulunmak sadece bu geceye özgü bir vacib değil bilakis o gecede Allah’a yaklaştıran ameller caiz olduğu gibi, başka gecelerde de caizdir. Bu gecelerdeki kıyam(nafile ibadet), eğer bunun vacib olduğundan hali olursa herhangi bir sakıncası olmaz. Ancak sakıncalı ve sakınılması gereken, bu gecede herhangi bir namaz kılmanın, Allah’ın vacib kıldığı veya Rasül’den (sav) bu konuda bir Sünnet olduğu veya sahabe ile ümmetin selefin­den bir eser (haber) olduğu şeklindeki itikaddır.” [30]
Ayrıca kandil günleri oruç tutulma meselesi de âlimlerin görüşüne göre sünnette zikredilmemektedir.


Mi’rac, Hz. Peygamber’e büyük bir ihsan, eşsiz bir armağandır; ümmetinin de bundan büyük bir nasibi vardır. Mi’rac gecesi Hz. Peygamber’i, başta mirac olmak üzere genellikle mucizeleri, o gece armağan edilen namaz ibadetinin önemini, İsra sûresini ve orada geçen dini, ahlaki hükümleri anmak, anlatmak, temsil etmek elbette yararlıdır ve yapılmalıdır. Toplumumuzda Mirac gecesine Resûlullah (sav)’ın Kur’an-ı Kerim’den sonraki en büyük mucizesi olan isrâ ve mirac mucizesinin yıldönümü olması itibariyle ayrı bir anlam verilmekte ve kutlamalar yapılmaktadır. Ancak ne yazık ki o kutsal mekanlar bugün Yüce Allah’ın haklarında: “İnsanların içinde iman edenlere düşmanlıkta en katı olanların yahudilerle müşrikler olduğunu görürsün.”[31] diye buyurduğu siyonistlerin işgali altındadır.

Allah celle takrar hürriyetine kavuşması için bizlere şuur,istek ve gayret versin.En azından dualarımızı isra ve mirac ın yapıldığı mescidi aksa da özgürce namaz kılabilmek için bu gece rabbimize  iletelim..
Allah celle hepimize isra ve miracın hakikatlerini anlamayı ve ebubekir sıddık radiyallahu anhu  gibi doğrulayıp,inanmayı ve tüm sahabiler gibi" işittik ve itaat ettik "amenerrasulunde okuduğumuz duayı gerçekten diyebilip hareketlerimizde itaatli olmayı ve namazı efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem  gibi gözümüzün aydınlığı olarak görüp,namazla yükselmeyi hepimize nasip ETSİN.
Allah celle basiretimizi ve anlayışımızı artırsın.

İsra ve miraç gecesiniz mübarek olsun.Recep,şaban ve ramazan ayındaki tüm geceleriniz; namazla,kur'anla,Allah ı zikirle mübarek olsun.Allah celle salih ameller işlemeyi ve ihlası bizlere nasip etsin.

Devamını Oku »

İSRA ve MİRAÇ BAHSİ -1

İSRA VE MİRAÇ İLE İLGİLİ AYETLER

İsra Sûresi

“Kulunu (Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ı) bir gece, Mescid-i Harâm’dan kendisine bâzı âyetlerimizi göstermek için, etrâfını mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allâh, her türlü noksan sıfatlardan münezzehtir. Şüphesiz O, her şeyi hakkıyla bilen, hak­kıyla görendir.”(el-İsrâ, 1)

Necm Sûresi

“İnmekte olan yıldıza[1] and olsun.” (en-Necm, 1)

“Sâhibiniz (Muhammed Mustafâ) sapmadı ve bâtıla inanmadı. O, arzûsuna göre de konuşmamaktadır. O’nun konuşması vahiyden başka bir şey değildir. Çünkü (bildirdiklerini) O’na güçlü, kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (olan Cebrâîl, Rabbinin emri üzere) öğretti. Sonra en yüksek ufukta (Sidretü’l-Müntehâ’da) iken asıl şekliyle istivâ etti (doğruldu).” (en-Necm, 2-7)

 “Sonra yaklaştı ve tedellî etti.” (en-Necm, 8)

“(Muhammed Mustafâ ile Rabbinin) araları, iki yay arası kadar, ya da daha yakın oldu.” (en-Necm, 9)

“Allâh o anda kuluna vahyini bildirdi.”(en-Necm, 10)

“(Muhammed Mustafâ’nın) gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı. (Ey inkârcılar!) O’nun gördükleri hakkında şimdi kendisiyle tartışacak mısınız?” (en-Necm, 11-12)

“And olsun ki (Muhammed Mustafâ), onu (Cebrâîl’i) Sidretü’l-Müntehâ’da bir defâ daha gördü.” (en-Necm, 13-14)

“Orada Me’vâ cenneti vardır. O Sidre’yi kaplayan kaplamıştı.” (en-Necm, 15-16)

“(Muhammed Mustafâ’nın) gözü, oradan ne kaydı, ne de sınırı aştı. And olsun O, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını (da) gördü.” (en-Necm, 17-18)

İSRA VE MİRAÇ İLE İLGİLİ HADİSLER

Şerh-i Sadr (Kalbinin Temizlenmesi)

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mirâca çıkmadan sadrının temizlenmesini şöyle anlatır:

“Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında yatıyordum. Uyku ile uyanıklık arasında bana biri geldi, şuradan şuraya kadar (göğsümü) yardı. (Bu sözünü söylerken boğaz çukurundan kıl biten yere kadar olan kısmı gösteriyordu.)Kalbimi çıkardı. Sonra bana, içerisi îman ve hikmetle dolu, altından bir kab getirildi. Kalbim (çıkarılıp su ve Zemzem ile) yıkandı. Sonra içerisi îman ve hikmetle doldurulup tekrar yerine kondu…” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 22, 43; Müslim, Îman 264)

Efendimizin Sütü Tercihi

Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre, İsrâ gecesi Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, birinde şarap diğerinde süt bulunan iki kâse getirildi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bir baktıktan sonra süt kâsesini tercîh etti. Bunun üzerine Cebrâîl:

“−Seni, insanın yaratılış gâyesine uygun olana yönlendiren Allâh’a hamd olsun. Şâyet içki dolu bardağı alsaydın, ümmetin sapıklığa düşerdi.” dedi. (Müslim, Îman, 272; Eşribe, 92)[2]

Miraca Çıkış Hâdisesi

“−Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında uyku ile uyanıklık arasında idim… Yanıma merkepten büyük, katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak’tı. Ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim. Böylece Cibrîl -aleyhisselâm- beni götürdü. Dünyâ semâsına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.

«−Gelen kim?» denildi.

«−Cibrîl!» dedi.

«−Berâberindeki kim?» denildi.

«−Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-» dedi.

«−Ona Mîrâc dâveti gönderildi mi?» denildi.

«−Evet!» dedi.

«−Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!» denildi ve kapı açıldı.

Kapıdan geçince, orada Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ı gördüm.

«−Bu babanız Âdem’dir! O’na selâm ver!» denildi.

Ben de selâm verdim. Selâmıma mukâbele etti. Sonra bana:

«−Sâlih evlât hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!” dedi.

Sonra Hazret-i Cebrâîl beni yükseltti ve ikinci semâya geldik. Burada Hazret-i Yahyâ ve Hazret-i Îsâ -aleyhimesselâm- ile karşılaştım. Onlar teyzeoğullarıydı.

Sonra Cebrâîl beni üçüncü semâya çıkardı ve orada Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm- ile karşılaştık. Dördüncü kat semâda Hazret-i İdrîs -aleyhisselâm- ile, beşinci kat semâda Hârûn -aleyhisselâm- ile, altıncı kat semâda ise Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- ile karşılaştık.

«−Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.

Ben onu geçince, ağladı. O’na:

«–Niye ağlıyorsun?» denildi.

«−Çünkü, benden sonra bir delikanlı peygamber oldu, O’nun ümmetinden cennete girecek olanlar, benim ümmetimden cennete girecek olanlardan daha çok!» dedi.[3]

Sonra Cebrâîl beni yedinci semâya çıkardı ve İbrâhîm -aleyhisselâm- ile karşılaştık.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

«−Bu, baban İbrâhîm’dir; ona selâm ver!» dedi.

Ben selâm verdim; O da selâmıma mukâbele etti. Sonra:

«−Sâlih oğlum hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi.

Daha sonra bana:

«−Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara cennetin toprağının çok güzel, suyunun çok tatlı, arâzisinin son derece geniş ve dümdüz olduğunu bildir. Söyle de cennete çok ağaç diksinler. Cen
netin ağaçları “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” demekten ibârettir.» dedi.

Sonra Sidretü’l-Müntehâ’ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen’in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi.

Cebrâîl -aleyhisselâm- bana:

«−İşte bu, Sidretü’l-Müntehâ’dır!» dedi.”

Burada dört nehir vardı: İkisi bâtınî nehir, ikisi zâhirî nehir.

«–Bunlar nedir, ey Cibrîl?» diye sordum.

Cebrâîl -aleyhisselâm-:

«–Şu iki bâtınî nehir, cennetin iki nehridir. Zâhirî olanların biri Nil, diğeri de Fırat’tır!»[4]dedi…” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Enbiyâ, 22, 43; Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, Îman, 264; Tirmizî, Tefsîr 94, Deavât 58; Nesâî, Salât, 1; Ahmed, V, 418)


Gelin cennetimiz için çok ağaç dikelim
سبحان الله و الحمد لله ولا اله إلا الله و الله أكبر
Subhanallahi 
vel lhamdulillahi vela ilahe illallahu vellahu ekber

Diyelim

Devamını Oku »

KİBİR BAHSİ -13

Bir kimsenin, Allah katında şakî olması ezelde, kaza ve ka-derde takdir edilmiş olabilir. O kişiye hiçbir durumda böbürlenmek yakışmaz! Evet! Eğer korku bu kişiye galip ise bu kişi herkesi nefsinden daha hayırlı görür. Bu ise faziletin ta kendisidir.
Bir âbid bir dağa sığındı. O âbide, rüyâ âleminde denildi ki: 'Filan eskiciye git ve onun duasını talep et! Bunun üzerine âbid eskiciye geldi ve eskicinin amelini sordu. Eskici ona gündüz oruç tuttuğunu, kazancının bir kısmını sadaka, bir kısmını da çocuklarına verdiğini söyledi. Bunun üzerine âbid, geri giderek şöyle dedi: 'Bu güzel bir ibâdet! Fakat bu sadece herşeyi bırakıp Allah'ın ibadetine dalmak gibi olmaz!'
 İkinci bir defa, rüyasında, kendisine "Filân eskiciye git! Ona 'Senin yüzünde görünen bu sarılık nedir ve nereden geliyor?' diye sor" denildi. Bunun üzerine âbid, eskiciye gelip bunu sorunca şu cevabı aldı:
 'Ben insanlardan birini gördüğüm zaman kalbime onun kurtulacağı ve benim helâk olacağım gelir'. Bunun üzerine âbid dedi ki: 'İşte vardığın dereceye bununla varmışsın!' 
Bu hasletin faziletine delâlet eden şu ayet-i celîledir.
Verdiklerini, rablerinin huzuruna dönecekleri düşüncesiyle kalpleri korkudan ürpererek verirler.(Mü'minûn/60)
Yani onlar, ibâdetlerinin kabul edilip edilmemesinden dolayı, büyük bir korku içinde oldukları halde ibâdetlerini yaparlar.
Onlar ki rablerinin korkusundan titrerler. (Mü'minûn/57)
'Daha önce biz, ailemiz içinde (iken sonumuzdan) kor-kardık' dediler.(Tûr/26)
Allah (c.c) günahlardan uzak ve ibâdetlere devam ettikleri halde, meleklerini 'Allah'tan korkmak' ile vasıflandırarak onların durumunu şöyle haber vermiştir:
Gece gündüz hep Allah'ı tesbih ederler, hiç ara vermezler.(Enbiya/20)
Onlar O'nun korkusundan titrerler.(Enbiya/28)
Bu bakımdan ne zaman ki ezelde, kaza ve kaderin sebkat ettiği hükümden korkmak ve sakınmak ortadan kalkar, ecelin sonucunda inkişafa kavuşursa, o zaman Allah'ın azabından emin ol-mak galebe çalar ve kibir ortaya çıkar. Bu ise helâk olmanın sebebidir. Bu bakımdan KİBİR, EMİN OLMANIN DELİLİDİR. EMİN OLMAK DA HELAK EDİCİDİR. TEVAZU KORKUNUN DELİLİDİR. Korku ise, saadete vardıran bir vasıftır. Bu bakımdan âbid kişinin, nefsinde kibir taslaması, halkı hakir görmesi ve onları küçük görmesi yüzünden ifsad ettiği, amellerinin zâhiriyle ıslah ettiğinden pek fazladır.
İşte bunlar, kalpten kibir hastalığını izâle etmeye elverişli olan yegâne mârifetlerdir. Ancak nefis, bu mârifetten sonra tevazu iddia eder, kibirden uzak olduğunu savunur. Oysa yalancıdır. Bu bakımdan bir hâdise olduğu zaman o, tabiatına dönüş yapar. Va'dini unutur. Bundan dolayı tedavide sadece marifetle iktifa etmek uygun değildir. Mârifeti amel ile ikmal etmek, KİBRİN kabardığı yerlerde mütevâzilerin fiilleriyle nefsi denemek lâzımdır. Şöyle ki:

 Nefsi beş şeyle imtihan etmeli; imtihanlar her ne kadar çoksa da bu beş imtihan, bâtından çıkarılana her delilden daha fazla delâlet eden delillerdir.

Birinci İmtihan: 

Herhangi bir ilmî meselede,  biriyle münâzaat(tartışma) etmesidir. Eğer hak, arkadaşının diliyle ortaya çıkarsa, onu kabul etmek, arkadaşına haklı olduğundan dolayı itaat edip, faziletini ikrar etmek, kendisini ikaz ettiğinden, bilmediğini kendisine öğrettiğinden, hakikati ortaya çıkardığından ötürü kendisine TEŞE KKÜR ETMEK AĞIR GELİRSE BU DURUM ONUN KALBİNDE GİZLİ BİR KİBİR OLDUĞUNA DELALET EDER.
 Bu hususta Allah'tan korksun❗! Bunu tedavi etmekle meşgul olsun!❗ İlim bakımından bu hastalığı tedavi etmeye gelince, ilmî tedavi şöyle yapılır: 
Nefsine hasisliğin ve âkıbetinin tehlikesini, kibir ve azametin ancak Allah'a lâyık olduğunu hatırlatmalıdır.
 Amelî tedavisine gelince, kendisine ağır gelen hakkı ikrar etmeye nefsini zorlamalı, karşıdaki adamı övmeli, NEFSİNİN ACİZLİĞİNİ İKRAR ETMELİ, istifade ettiğinden dolayı karşısındaki insana teşekkür etmeli ve şöyle demelidir: 
'Zekânla kavradığın hakîkat ne güzeldir❗! Oysa ben o hakîkati kavramaktan GAFİL İDİM. ALLA H SANA MÜKÂFAT VERSİN. ÇÜNKÜ SEN BANA BU HAKİKATİ ÖĞRETTİN'. ÇÜNKÜ hikmet, mü'minin yitiğidir. Bu bakımdan mü'min, hikmeti bulduğu zaman, kendisini hikmete muttali kılana teşekkür etmesi uygundur.
 Birkaç defa peşi peşine böyle yaparsa, bu kendisi için tabiî bir durum olur. Kalbine hakkın ağır gelmesi ortadan kalktığı gibi, hakkı kabul etmeye doğru adımlar atmış olur. Ne zaman akran ve emsalinin faziletlerinden dolayı övülmeleri kendisine ağır gelirse, muhakkak kalbinde 
KİBİR❗ vardır. Eğer bu tenha da değilde ancak cemaat içerisinde ağır gelirse, onda kibir yoktur, RİYA vardır. Bu bakımdan riyasını, insanlardan tamahı kesmekten ibaret olan tedavi formülüyle, daha önce söylediğimiz gibi tedavi etmelidir. Nefsine, haddi zâtında kemâle ermesinin, Allah katında kâmil olmanın zerre kadar yararlı olmadığını hatırlatmalıdır. Riyanın diğer tedavi formüllerine de başvurabilirsin. Eğer akran ve emsâlini övmek, hem tek başına kaldığında, hem de halk içerisinde bulunduğunda kendisine zor gelirse, bu takdirde kalbinde RİYA VE KİBİR aynı anda bulunur. Onlardan ikisinden de kurtulamadığı takdirde birinden kurtul-ması fayda sağlamaz. Bu bakımdan iki hastalığı birden tedavi etmelidir. Çünkü onların ikisi de HELÂK EDER

EY ALLAH'IM❗
Bu mübarek cuma gününde bizleri kibir ve riya hastalığından koru.
Eğer bu hastalıklar bizler de varsa tedavi etmeyi ve bu hastalıklar dan kurtulmayı bizlere nasip et.Duamızı kabûl ettiğin cuma saatine denk gelmesini ve bize rahmetinle muamele etmeni senden niyaz ederiz.

İKİNCİ İmtihan: 

Mahfellerde(toplantı yerlerinde( arkadaş ve emsalleriyle bir araya gelmesi, onları nefsine tercih etmesi, onların arkasında yürümesi, mecliste onlardan daha aşağıda oturmasıdır. Eğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, o mağrurdur. Bu bakımdan zoraki bir şekilde böyle yapmaya, ağırlık kendisinden sâkıt(düşünceye,yok oluncaya) oluncaya kadar devam etmelidir. Böyle yapmakla KİBİR kendisinden silinir. Fakat burada şeytanın bir hilesi vardır. 
Şöyle ki: Ayakkabılarının bulunduğu yerde oturmasını veya kendisiyle emsallerinin arasında, mertebece küçük olan kimselerin oturmasını sağlar ve dolayısıyla kişi bunu TEVAZU sanar. Bu ise gururun ta kendisidir. Çünkü böyle yapmak mağrur kimselerin nefislerine hafif gelir; zira onlar, görenlere yüksek yerde oturmaya müstehak olduklarını ve faziletlerinin onu gerektirdiğini, buna rağmen onu terkettiklerini ifham (anlamalarını sağlarlar)ettirirler!❗ Dolayısıyla GURURA KAPILMIŞ OLUR. TEVAZU GÖSTERMEKLE DE GURURUNU BELİRTMİŞ OLUR. Akran ve emsâlini nefsine tercih etmeli, onların aralarında ve yanlarında oturmalı, onların safından çıkıp ayakkabıların safına gitmemelidir!❗ Böyle yapmak gururun habâsetin(kötülüğünü)i, insanın içinden çıkarıcı bir hareket olur.

ÜÇÜNCÜ IMTIHAN;

FAKİRİN DAVETİNE İCABET ETMESİ, arkadaşlarının ve yakınlarının ihtiyacını görmekiçin çarşı ve pazarlara uğramasıdır. Eğer böyle yapmak kendisine ağır gelirse, bu GURURDUR; zira böyle yapmak güzel ahlâktandır. Bu hareketlerden ötürü elde edilen sevap, pek BÜYÜKTÜR. Bu bakımdan nefsin böyle hareketlerden ürkmesi, ancak içinde bulunan bir çirkinlikten ileri gelir. Kişi, böyle yapmaya devam etmek suretiyle o içteki habâset ve çirkinliği silmekle meşgul olmalıdır. Bununla beraber kibir hastalığının kökünü kazıyan ve tarafımızdan daha önce zikredilen bütün marifetleri de iyi anlamalıdır.


DÖRDÜNCÜ İMTİHAN:

Kendisinin, ailesinin ve arkadaşlarının ihtiyaçlarını pazardan eve taşımasıdır. Eğer nefsi bunu taşımaktan imtina ederse, bu ya KİBİRDEN veya RİYADANDIR. Yolun boş olmasına rağmen bunu taşımak kendine ağır gelirse, bu kibirdir.
 Eğer kendisine ağır gelmezse, bu düşünce riyadır. Bütün bunlar -eğer önlenmezse- kalbin hastalıklarından ve kalbi yok edici illetlerdendirler. İnsanlar kalp doktorluğunu tamamen bırakmış, beden doktorluğuyla iştigal etmektedirler. Oysa bedenlerin ölmesi muhakkak ve mukadderdir. Oysa insanoğlu ancak kalp selâmetiyle saadete varır.

Ancak Allah'a selîm bir kalp getiren (fayda görür). (Şuâra/89)

Abdullah b. Selâm bir bağ odunu sırtladı. Kendisine 'Ey Ebu Yusuf! Senin hizmetkârlarında ve evlatlarında bunu yapacak vardı. (Neden bunu bizzat yapıyorsun?)' denildi. Cevap olarak şöyle dedi: 'Evet! Vardı. Fakat ben nefsimi, denemek istedim'.

İşte görüldüğü gibi bu zat gururu terketmek hususunda nefsine tatbik ettiği samimî tedavilerle kanaat etmeyip nefsinin bu hususta doğru veya yalancı olduğunu bu şekilde denemiştir. Haberde şöyle vârid olmuştur; '
Meyve veyahut başka bir şeyi taşıyıp evine götüren bir kimse kibirden uzaklaşmıştır'.77

BEŞİNCİ IMTİHAN: 

ESKİMİŞ ELBİSELERİ GİYMEKTİR(şimdi bizim zamanımızda markasız elbiseleri giymek olarak da değiştirebiliriz); zira halk içerisinde nefsin böyle elbiseleri giymekten ürkmesi RİYA, tenhada böyle elbise giymekten ürkmesi ise KİBİRDİR.
Ömer b. Abdülaziz'in (r.a) siyah yünden yapılmış bir abası vardı, geceleyin onu giyerdi.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

Ben ancak kulum. Yerde oturarak yerim. (Kabaca yapılan) yün elbise giyerim. Deveme yem veririm. Yemek yerken parmaklarımla yerim. Kölenin dâvetine icabet ederim. BENİM SÜNNETİMDEN YÜZ ÇEVİREN BENDEN DEĞİLDİR.
Ebu Musa el-Eş'ari'ye şöyle denildi: 'Bir grup insan vardır, elbiselerinin yırtık olmasından ve eskimişliğinden ötürü cum'a namazından geri kalıyorlar!'❗ Bunun üzerine Ebu Musa iç gömleği gibi bir abayı giyerek halkın önünde İMAMLIK YAPTI.
Bunlar öyle yerlerdir ki bu yerlerde RİYA ve KİBİR bir arada bulunur. CEMAATTEN ÖTÜRÜ MEYDANA GELEN RİYADIR. Tek başına bulunduğu zaman meydana gelen KİBİRDİR.

 BUNU İYİ BİL!‼
 ÇÜNKÜ ŞERRİ BİLMEYEN ŞERDEN KORUNAMAZ. HASTALIĞI BILMEYENTEDAVİSİNİ
YAPAMAZ.

_____
72)Dârekutnî, İfrad] İbn Asâkir; Zühd, {mürsel olarak)
73)Tam adı, Hakîm b. Hizam b. Huveylid b. Esed b. Abdüluzza b. Kusay el-
Esedî'dir. Hz. Hatice'nin yeğenidir. H. 50 (veya 60) senesinde vefat etmiştir.
120 sene yaşayıp ömrünün yarısını İslâm'da, yarısını da da küfürde geçirenlerdendi.
74) Müslim, Buhârî
75) Hz. Ömer'in sözünden alınmıştır: 'Keşke Ömer'i annesi doğurmasaydı. Keşke bir koç olsaydım da beni semizletip, kesip yeseydiler'.
76) Tirmizi ve Taberânî, (Ebu Umâme'den)
77) Beyhakî, Şuab'ul-îman

Allah ın fazlıyla bir bahsi daha bitirdik.insaallah nasibimizde olanı alır bu kalbi öldürücü ve cennete girmekten mahrum edici hastalıklardan kendimizi korumaya dikkat edip nefsimizi düzeltmenin yollarını öğrenmişizdir.
Aslında bu bahsi zaman zaman tekrar edip nefsimizi terbiye etmek için çok büyük mücadeleye ihtiyacımız olduğunu unutmayalım.
Allah celle hepimize yardım etsin bizleri kendi kendimize yapacağımız kötülüklerden korusun.
Devamını Oku »

KİBİR BAHSİ -12

Yedinci Sebep:

İbâdet ve takva ile gururlanmaktır. Bu da kullar için büyük bir fitnedir. Bunun çıkar yolu diğer kullara karşı tevazu göstermeyi kalbine gerekli kılmaktır. Şöyle ki: İlmen kendisinden ileride bulunana karşı gururlanmasının uygun olmadığını bilmesidir. Âlim kişi nasıl olursa olsun öğrendiği ilmin faziletinden ötürü onun hakkında böyle düşünmelidir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Bilenlerle bilmeyenler hiç bir olur mu? (Zümer/9) Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
Âlimin âbide üstünlüğü, benim, mertebece, ashabımın en düşüğüne olan üstünlüğüm gibidir.76

İlmin Fazileti hakkında vârid olan daha nice hadîsler vardır. Eğer âbid kişi 'Bence fazilet, ilmiyle amel eden âlim içindir. Bu ise fâcir bir âlimdir' derse, ona cevap olarak denir ki: 'Hayırların günahları silip götürdüğünü bilmez misin? Nasıl ki ilim, Allah katında âlimin aleyhinde delil olabiliyorsa, aynı zamanda, onun için kurtuluş vesilesi ve günahlarının keffareti olması da mümkündür.
Bu ihtimallerin her biri burada mümkündür. Haberler bu durumu teyid edecek mânâlarla doludur. Madem bu durum, kişinin meçhulüdür, o halde kişinin hiçbir âlimi tahkir etmesi caiz değildir. Aksine her âlime karşı tevazu göstermesi farzdır'.

Soru: Senin bu hükmün, sıhhatli ise, âlimin kendini âbidden üstün görmesi uygun olur. Çünkü Hz. Peygamber 'Âlimin âbide üstünlüğü, benim mertebece en geride olan ashabımdan üstünlüğüm gibidir' buyurmuştur.

Cevap: Eğer âlim, sonunu bilmiş olsaydı bu hüküm mümkün olurdu. Oysa âlimin sonu -diğer insanların sonu gibi- şüphelidir. Âlimin öldüğü zaman ki hâlinin, Allah'ın katında Allah nezdinde kolay zannettiği bir günahtan ötürü fâsık bir cahilin halinden daha berbat olma ihtimali vardır. Çünkü Allah ondan, o günahından ötürü nefret etmiştir. Madem böyle bir ihtimal vardır, o halde âlimin nefsi için korkması lâzımdır. Alim ve âbidin nefsi için korkması sözkonusu olduğu ve her biri de başkasının işiyle değil, ancak nefsinin işiyle mükellef bulunduğu için, her birinin kendi nefsi hakkında korkması gerekir. Başkasının hakkında da ümidi olmalıdır. İşte böyle olmak, kişiyi gururlanmaktan alıkoyar. İşte bu, âlime karşı âbidin durumudur.


Bu araştırma konumuz olan KİBİR  Ihyau ulumiddin kitabından (imam gazalinin) derlenmiştir.üslubu belki biraz sizlere ağır gelmiş olabilir.meselenin ne kadar büyük olduğunu ve cezasının da ne kadar şiddetli olduğunu düşünürsek o zaman imam gazaliyi daha iyi anlarız.kalbinde zerre kadar kibir olan cennete giremiyecekse ki rasulullah sallalllahu aleyhi ve sellem bize bunu bildiriyor bizim de bu hastalıktan kurtulmamız şarttır.
Inşaallah bu konu bitince malum üç aylardayız o yüzden oruçla ilgili konuları işleyeceğiz inşaallah.
Rabbim hakkını vererek okumayı,anlamayı ve yaşamayı hepimize nasip etsin


Âlim olmayana karşı âbidin durumuna gelince, onlar da iki kısma ayrılırlar. Durumları âbide örtülü ve durumları âbide apaçık görünenler... Bu bakımdan durumu örtülü olan bir kimseye karşı mağrur olmaması uygundur. Çünkü o kimsenin kendisinden daha az günahkâr olması mümkündür. İbâdet bakımından daha fazla, Allah sevgisi bakımından daha önde olması da mümkündür.
Hâli açık olana gelince, eğer onda hayatın boyunca işlediğin günahlardan daha fazla günah görürsen böyle bir kimseye karşı mağrur olman uygun değildir ve 'bunun günahı benden daha fazladır' demen de uygun değildir. Çünkü senin hayatın boyunca işlediğin günahların sayısını ve başkasının hayatı boyunca işlediği günahları bilmeye muktedir değilsin ki hanginizin daha fazla günah işlediğini bilmiş olasın! Evet, onun günahlarının daha şiddetli olduğunu bilmen mümkündür. Hele onda katl, içki ve zina görürsen... Fakat buna rağmen ona karşı gururlanman uygun değildir; zira kalplerin kibir, hased, riya, hile, bâtıla inanmak, Allah'ın sıfatlarında vesvese etmek, gibi şeylerin hayâl edilmesinden ibaret olan günahların hepsi Allah katında şiddetlidirler. 
Çoğu zaman senin iç âleminde gizli günahlardan öyleleri cereyan eder ki sen onlardan dolayı Allah'ın nefretine uğrarsın. Bazen de fâsıklığı açık olan bir fâsığın Allah sevgisi, ihlâs, korku ve Allah'ı tâzim gibi kalplerin taatlerinden öyle biri cereyan eder ki sende onlar yoktur. Allah Teâlâ, o fâsığın kalbinde cereyan eden taatlerden dolayı onun günahlarını affeder. Böylece kıyamet gününde perde kalktığı zaman onun senden üstün olduğunu görürsün. Böyle olması pekâlâ mümkündür. Senin için uzak olan bir ihtimali de -eğer nefsine şefkatin varsa- yakın sayman uygundur. Bu bakımdan başkası için mümkün olanı değil, senin için korkulu olanı düşün! Çünkü hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. Başkasının azaba düçar olması senin azabından hiçbir şey eksiltmez. Sen bu tehlike hakkında düşündüğün zaman başkasına karşı mağrur olmaktan seni alıkoyacak bir meşguliyetin olur.

Vehb b. Münebbih der ki: 'Herhangi bir kul da o hasletler olmadıkça aklı tamam değildir'. Bunun üzerine o hasletlerin dokuzunu sayıp onuncu haslete gelince şöyle dedi: "Onuncu hasletin ne olduğunu biliyor musun? O onuncu hasletle kulun cömertliği artmış ve zikri yücelmiştir. O onuncu haslet, bütün insanları kendisinden daha hayırlı görmesidir. İnsanlar kişinin yanında ancak iki grupturlar. O gruplardan biri kişiden daha faziletli ve daha üstündür. Diğer grup, kişiden daha şerir ve daha düşüktür. Bu bakımdan kişi kalben bu iki gruba karşı da tevazu gösterir. 
Eğer kişi, kendisinden daha hayırlı birini görürse, ona tevazu gösterdiğinden dolayı sevinir ve onun mertebesine ulaşmayı temenni eder. Eğer kendisinden daha şerir birini görürse şöyle demelidir: 'Bu adamın kurtulması, benim de helâk olmam mümkündür'. Bu bakımdan bu kişiyi sonundan korktuğu için şöyle derken görürsün: 'Belki bu adamın iyiliği içindedir. Bu ise o kişi için hayırdır. Ben bilmem! Umulur ki onda, onunla Allah arasında şerefli bir ahlâk bulunsun! Allah o ahlâktan dolayı ona rahmet edip, tevbesini kabul etsin ve en güzel amellerle defterini kapatsın! Benim iyiliğim açıkta görülüyor ama bu durum benim için şerlidir'. Bu bakımdan, yaptığı ibâdetleri âfetlerin yakmasından emin değildir". Sonra Vehb b. Münebbih dedi ki: İşte bu durumda bulunan kişinin aklı kemâle ermiş, bu kimse zamanının ehline baş olmuştur'.

Ey Rabbimiz;bizleri de aklı kemal-e eren kullarından eyle
Hepimizi kibir hastalığından koru..Amin..

Devamını Oku »