HERKES İÇİN SİYER - 30. BÖLÜM (MEDİNE’NİN EN HÜZÜNLÜ GÜNÜ RESÛLULLAH’IN (S.A.V.) VEFATI)




 HERKES İÇİN SİYER - 30. BÖLÜM (MEDİNE’NİN EN HÜZÜNLÜ GÜNÜ RESÛLULLAH’IN (S.A.V.) VEFATI)


Bismillahirrahmanirrahim.


Allah Resulü’nün (s.a.v.) veda haccı dönüşü ile vefatı arasında 81 gün vardır. Medine’ye

vardığı gün miladi 19 Mart, vefat ettiği tarih ise 7 Haziran’dı. Vefatı sahabe için en hüzünlü gündü.

Enes b. Malik o günü anlatırken “Sevgili Peygamberimizin Medine’ye geldikleri günü de, vefat

ettikleri günü de gördüm. Müslümanlar birincisi kadar sevinçli; ikincisi kadar elemli gün

yaşamadılar.” demiştir. Hz. Enes (r.a.) 10 yıl fasılasız Efendimiz’in terbiyesinde yetişen birisi idi ve her

şeye şahitti. Efendimiz (s.a.v.) bu özelliğini bildiği için ona “iki kulaklı” demiştir.

Efendimiz’in vefat tarihi hicri olarak doğum tarihi ile aynıdır (12 Rebiülevvel Pazartesi).

Ümmet Allah Resulü’nün doğumunu ihya eder ama vefatını gündeme taşımaz. Bu bilinçli yapılan bir

eylemdir çünkü O’nun mirası bizim için ilk günkü gibi canlıdır. Allah Resulü (s.a.v.) ile bağımızı hiçbir

zaman vefat etmiş tarihi bir şahsiyet olarak kurmuyoruz. O (s.a.v.) her zaman için bize rehberdir. O

yüzden vefatını değil; doğumunu, mirasını ve mesajını hatırlamak gerekir.


RESÛLULLAH’IN (S.A.V.) FARKLI RUH HALLERİ


Allah Resulü’nün son 81 günü vasiyet niteliğindedir çünkü Efendimiz (s.a.v.) ölümünün

yaklaştığını biliyordu ve bir yıl önceden ötelere vurgu yapmaya başlamıştı. Mesela Muaz b. Cebel’i

Yemen’e gönderirken “Bir daha görüşemeyebiliriz.” demişti. Veda haccında ashabına “Sizlerle bu

yerimde bir kere daha buluşabilecek miyim bilmiyorum.” demişti. Medine’ye geldikten sonra amcası

Hz. Abbas yeğenindeki durgunluğu fark etti ve sahabeden birileri de sebebini sorunca ‘ben anlarım’

diyerek Efendimiz’e “Ya Resulullah! İnsanlar sana çok eziyet ediyorlar. Sana yüksekçe bir yer yapsak,

sana ulaşmak artık kolay olmasa, bazı insanlar birkaç kapı geçtikten sonra sana gelse.” dedi.

Efendimiz (s.a.v.) “Ne gerek var bunlara...” dedi. Amcası Abbas (r.a.) huzurdan ayrıldığında halini

anlamış “Yeğenim Resulullah (s.a.v.) ötelere kapıları açmış” demişti.

Bunun içindir ki Allah Resulü (s.a.v.) o 81 günde bugüne kadar getirdiği ve öğrettiği her şeyde

en önemli olan meselelerin altını çizdi:

♦ Cihadın sürekliliğine dikkat çekti. Cihad sadece savaşı (kıtal) değil, tebliği, iyiliği emredip

kötülükten men etmeyi de (emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i anil münker) kapsar. Cihad Müslümanlığın en

önemli meselesidir. Son anlarında Üsâme ordusunu çıkarmak istemesi bundandır.

♦ İtaatin önemini vurguladı. Üsame b. Zeyd çok genç biriydi ve üstelik bir kölenin oğluydu.

Onu ordunun başına komutan getirdiğinde bazıları daha kıdemliler ve tecrübeliler dururken onun

komutan olmasına razı olmadılar ancak Resulullah “Başınızda kim olursa olsun eğer o Allah’ın kitabına

ve benim yoluma itaat ediyorsa siz de ona itaat edin.” buyurdu.

♦ Kadınların haklarına riayet edilmesi üzerinde defalarca durdu.

♦ Elimizin altındakilerin (o gün köleler, cariyeler idi, bugün işçi, evlat, memur vs.) haklarına

riayet etmeyi ve buna hassasiyet göstermek gerektiğini vurguladı.

♦ Namazın önemine dikkat çekti. Allah Resulü (s.a.v.) hastalık günlerinde gözlerini biraz

açınca hemen insanların namaz kılıp kılmadığını soruyordu. Vefat yolunda bile ümmetinin namaz kılar

halini görmek istedi.

♦ Özelde Ensarın genelde ashabın hukukunu korumanın önemini vurguladı çünkü sahabe din

binasının kolonlarıdır. Bizimle köprü olan anahtar nesildir. Eğer sahabe hak ettiği ilgiye mazhar

olmazsa bu bina yıkılır. Mu’tezile, Mürcie, Harici ve Şia mezhepleri hep bu sebepten dolayı sapmıştır.

Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye gelir gelmez Arapların içerisinde Yemâme’den Müseylimet’ül

Kezzab ve Yemen’deki Evs/Ans kabilesinden Esvedül Evsî/Ansi isminde iki kişi peygamberlik 

iddiasında bulundu. (Yalancı peygamber ifadesi doğru değildir, peygamberin yalancısı olmaz. Bunun 

yerine peygamberlik iddiasında bulunan yalancı demek gerekir. Efendimiz (s.a.v.) yalancı olduğu için

Müseylime’ye kezzab lakabını vermiştir.) Allah Resulü (s.a.v.) bu konuda da uyarılarda bulundu. Son

anlarında Esved’in ölüm haberini de verdi. Müseylimet’ül Kezzab’ı da Yemame savaşı sırasında Hz.

Vahşi, Hz. Hamza’yı öldürdüğü mızrakla öldürdü ve Hz. Hamza’nın kefaretini ödemiş oldu.

Bir rivayete göre Müseylimet’ül Kezzab’ı öldürünce secdeye kapandı ve “Artık görünebilir

miyim ya Resulullah?” dedi çünkü Efendimiz (s.a.v.) Hz. Hamza’yı öldürdüğünde ona gözüne fazla

görünmemesini “Eğer çok görürsem seni amcam Hamza’yı hatırlarım ve sana karşı görevimi

yapamam.” buyurmuştu. Bunu istemesi merhametinden kaynaklanıyordu. ♥


• BAKÎ KABRİSTANLIĞINI VE UHUD ŞEHİTLERİNİ ZİYARETİ


Allah Resulü (s.a.v.) gün geçtikçe kabir ziyaretlerini çoğalttı. Bu ölümün tefekkürüdür ve

ölüme ait bazı şeyleri ümmete hatırlatmaktır.

Enes b. Malik’in rivayetine göre (vefatına 23 gün vardı); Hücre-i Saadetin önünde sohbet

etmesi için Resulullah’ın çıkmasını bekliyorlardı. Bir müddet sonra Efendimiz (s.a.v.) dışarı çıktı ve

ashabı ile hiçbir şey konuşmadan doğruca Bâki Kabristanlığına gitti. Oradakilere "Esselâmu aleyküm

dâre kavmin mü'minîn. Ve Innâ inşaallâhu biküm lahikûn. Es'elûllâhe lenâ ve lekümü'l âfiyeh."

(“Selâm size, ey bu diyârın mü'min ve müslim halkı! İnşallah yakında biz de aranıza katılacağız.

Allah'ın bizi de sizi de bağışlamasını dilerim.") diyerek selam verdi. O güne kadar birçok kez oraya

gitmişti ve ne zaman gitse bir kenarda oturur ve oradakiler için dua ve istiğfarda bulunurdu. O gün

kabirleri tek tek dolaştı. En son annemden sonra annem dediği Hz. Ali’nin annesi olan Fatıma binti

Esed’in kabrinin başında oturdu ve bakışlarını semaya kaldırıp durdu.

Nice sonra Efendimiz (s.a.v.) “Kardeşlerimi çok özledim.” dedi. Yanında oldukları halde

Peygamber Efendimizin böyle söylemesine bir anlam veremeyen sahabe şaşkınlıkla “Ey Allah’ın

Resulü, biz senin kardeşlerin değil miyiz” diye sordular. Efendimiz de “Hayır, aksine siz benim

ashabımsınız, dostlarımsınız. Kardeşlerimse benden sonra gelecekler, beni görmedikleri hâlde bana

inanacaklar. Ümmetimden en çok sevdiğim topluluk, benden sonra gelip de ailesini ve malını feda

etme pahasına beni görmeyi arzulayanlardır. Hepinizden önce Kevser Havuzu’nun başına varıp

bekleyeceğim.” buyurdu. Bu sefer sahabe “Ümmetinden henüz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın

ey Allah’ın Resulü” diye sordular. Peygamber Efendimiz: “Bir adamın, alnı ve ayakları beyaz bir atı

olduğunu düşünün. Adam atını, tamamı simsiyah bir at sürüsü içinde bulamaz mı?” diye sordu.

Sahabe bulacağını söyleyince Efendimiz (s.a.v.) “İşte onlar da abdestten dolayı yüzleri, el ve ayakları

parlıyor olarak gelecekler. Ben önceden gidip havuzumun başında ikram etmek için onları

bekleyeceğim.” buyurdu. (Müslim 1/150, 151, Malik 1/49, 50, Nesei 1/35, İbni Mace 2/580, Beyhaki

4/78, Ahmed 2/300, 408)

Efendimiz (s.a.v) yine orada “Allah’ım! Beni görmedikleri halde bana iman eden

kardeşlerimin yaptıkları bir iyiliği on katı ile sevaplandır.” diyerek dua etti. Sahabe de bu duaya

âmin dedi.

Arkamızda sahabenin de âmin dediği böyle bir dua var ve bizler O’nun ifadesi ile Peygamberin

kardeşleriyiz. Yaptığımız iyilikler on katı ile sevaplandırılacaktır. O halde bize düşen de ‘o ben

olmalıyım’ diye kendimize hedef koymaktır. Bu hediyeyi büyük bir müjde olarak algılamayız.

Ebu Tavît isminde yaşı yüzü aşkın çok yaşlı bir sahabi bastonuna yaslanarak Efendimizin

huzuruna geldi. “Benim gibi bir adama da af var mı?” diye sordu. Efendimiz ona “Sen Müslüman

oldun mu?” dedi. Ebu Tavît evet deyince “Tamam o zaman, sana da var.” dedi. Ebu Tavît yine de

üsteledi ve günahını anlatmaya başlayınca Efendimiz (s.a.v.) hemen onu susturdu. “Eğer sen

Müslüman oldun ve tevbe ettinse Allah seni affedecektir.” dedi. Bu durum üçüncü kez tekrarlandıktan

sonra Efendimiz “Tevbe ettinse Allah sana affedeceğinin müjdesini veriyor.” dedi. Sahabenin tabiri ile

o yaşlı adam bir anda sanki gençleşti ve “Allahu ekber!” nidalarıyla çocuklar gibi sevinerek gitti.

(Allah’ın mağfiretinin ve affının bir sınırı yoktur. Önemli olan içten gelen samimi bir tövbedir!.)

Allah Resulü (s.a.v.) sürekli olarak ya bir gün Bakî’de ya bir gün Uhud’da idi. Bazen sahabeyi

de yanına alıyordu bazense yalnız gidiyordu.

Aişe annemizin anlattığına göre; henüz hastalanmadığı bir zaman Efendimiz (s.a.v.) gece

yatarken terliklerini ve elbisesini kalkacakmış gibi başucuna koymuştu. Aişe annemiz de kendisi

uyuduktan sonra başka bir hanımının yanına gideceğini zannetti. Bir süre sonra Efendimiz yanından

kalkınca o da kalktı ve Efendimiz’i adım adım takip etti. Allah Resulü (s.a.v.) de bunun farkındaydı.

Daha sonra Resulullah kabristana giderek orada ağladı ve dualar etti. Geri geleceği sırada Aişe

annemiz hızlıca Resulullah görmesin diye O’ndan önce odasına döndü ve yerine yattı. Nefes nefese

kaldığı için yatağı hareket ediyordu. Efendimiz gelince annemize neden bu halde olduğunu sordu.

Aişe annemiz geçiştirmeye çalışınca “Söyleyecek misin yoksa Cebrail o haberi latif ve habir olan

Allah’tan mı getirsin?” dedi. Aişe annemiz daha sonra yaptığını itiraf etti ve helallik istedi.


• EFENDİMİZ’İN (S.A.V.) HASTALANIŞI


Allah Resulü (s.a.v.) vefatına son 13 gün kalana kadar kabristanlığa gitmeye devam etti.

Ondan sonra humma denilen ateşli bir hastalık nüksetmeye başladı. Son dört gününde tamamen

yatalak vaziyetteydi. Efendimiz (s.a.v.) ara ara “Hayber’de yediğim zehirli etin tezahürlerini şu anda

görüyorum.” dedi. (Hayber’de Yahudi bir kadın tarafından zehirli bir et ikram edilmişti ve Efendimiz

de bir parça almış, sonra Cebrail (a.s.) haber edince atmıştı.)


• ÜSÂME ORDUSUNUN HAZIRLIKLARI


Resulullah (s.a.v.) o günlerde Üsame’nin ordusunu hazırlattı ve hareket emri verdi. Sahabenin

büyükleri ile Hz. Ali dışındaki herkes Hz. Üsame’nin emrinin altına idi. Hz. Ali’yi yanında tutmuştu.

Aralarından bazıları Hz. EbuBekir ile Hz. Ömer gibi sahâbilerin bulunduğu bir orduya âzatlı bir kölenin

genç ve tecrübesiz oğlunu kumandan tayin edilmesini eleştirmeye başlamıştı. Bunu duyan Efendimiz

(s.a.v.) o günlerde baş ağrısı fazlalaştığı için başını sarmış bir vaziyette hutbeye çıktı ve neden

Üsame’ye itiraz ettiklerini sordu. Zeyd b. Hârise’yi Mûte Savaşı için kumandan tayin ettiği günleri

hatırlatarak, “Daha önce onun babasını kumandan tayin etmeme de karşı çıkmıştınız. Babası

kumandanlığa nasıl lâyıksa oğlu da lâyıktır.” diyerek itirazların yersizliğini belirtti (İbn Sa‘d, II, 190).

“Başınızda kim olursa olsun itaat etmezseniz vazifenizi yapmamış olursunuz.” diyerek Üsame’nin

başta olmasının bir terbiye olduğunu beyan etmiş oldu.


• YAŞANANLAR


Efendimiz (s.a.v.) o günlerde yine bir hutbe irat ederken “Allah bir kulunu dünya ile ahiret

arasında muhayyer bıraktı. O kul da ahireti seçti.” dedi. Bu söz bittiği anda Hz. Ebubekir’den gelen

bir hıçkırık duyuldu, ağlıyordu. Sahabe neden ağladığını sorunca, o kulun Resulullah olduğunu ve

O’nun vefat yolunda olduğunu söyledi. Ancak sahabe çok sevdikleri için ölümü Resulullah’a

konduramadı.

Efendimiz (s.a.v.) hanımlarının hukukunu koruyarak her gece bir hanımının yanında kalıyordu.

Hastalığı artınca sıranın kimde olduğunu sormaya başladı. Hanımları Resulullah’ın sırayı sormasından

Hz. Aişe annemizin yanında kalmak istediğini anladılar ve aralarında anlaşarak sıralarını Hz. Aişe’ye

verdiler. Allah Resulü (s.a.v.) bundan çok memnun oldu çünkü Aişe annemizin odasında vefat

etmeliydi. (Son dört gününü orada geçirmiş ve başını Hz. Aişe’nin göğsüne yaslamış vaziyette ruhunu

teslim etmiştir.)

Günler Perşembe olduğunda Efendimiz (s.a.v.) kıldıracağı son namazı olan akşam namazını

kıldırdı ve Mürselat suresini okudu. Sahabe bunu bilmediği için yatsı vakti geldiğinde Resulullah’ın

namaza çıkmasını beklediler ama Resulullah’ın namaz kıldırmaya takati yoktu, o günden sonra da

olmayacaktı.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) biraz kendine gelince insanların namaz kılıp kılmadığını sordu ve

henüz kılmadıklarını öğrenince kalkıp abdest almaya çalıştı. Abdest aldı ama ayağa kalkınca bayıldı. 

Bu durum üç kez tekrar edince Efendimiz (s.a.v.) cemaate çıkamayacağını anladı ve namazı Hz.

Ebubekir’in kıldırmasını istedi. Aişe annemiz babasının çok yufka yürekli olduğunu bildiği için

Resulullah hasta iken babasının namaz kıldıramayacağını söyledi. Babası yerine namazı Hz. Ömer’in

kıldırmasını teklif etti ama Allah Resulü (s.a.v.) bunu kabul etmedi. Yeniden bayılmıştı ve kendine

geldiğinde Hz. Ebubekir’in namazı kıldırıp kıldırmadığını sordu. Aişe annemiz babasının

kıldıramayacağını düşündüğü için biraz ağırdan almıştı ve düşündüğü gibi de oldu. Efendimiz (s.a.v.)

ısrarlı davranınca Aişe annemiz birini haberci olarak babasına gönderdi ve Hz. Ebubekir istemeyerek

imamete geçti. Tekbiri ağlamaktan defalarca alamadı ve namaza başlayamadı. Süreç uzadıkça insanlar

sıkıntılı bir hale girdiler. Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Ömer’in tekbir sesini duyunca “Ben size Ebubekir

kıldırsın demedim mi...” diyerek namazı Hz. Ebubekir’in kıldırmasını yeniden istedi. Aişe annemiz

babasının kıldıramadığını söylediyse de Efendimiz ısrarında devam etti. Ertesi gün sabah namazından

itibaren de namazları Hz. Ebubekir kıldırdı ve Efendimiz (s.a.v.) hayattayken 17 vakit namaz

kıldırmıştır. O yatsı namazını da Hz. Ebubekir’in kıldırdığını kabul ederiz. Efendimiz onun sesini

duyunca memnun olmuştur.

O günlerin birinde Allah Resulü (s.a.v.) biraz iyileşmişti ve ümmetin Hz. Ebubekir’in arkasında

saf tuttuğunu görünce çok sevindi. (Allah Resulü (s.a.v.) ümmetinin saf tutmasından ve namaza

durmasından oldukça memnun olmaktaydı. Şunu anlayabiliriz ki biz namaz kılarken bir nevi O’na

tebessüm ettirmiş oluyoruz.) Namaza dâhil olmak için ashaba doğru yürüdü. İnsanlar O’nun geldiğini

fark edince mescit bir anda yeniden canlanmış gibi oldu. Birbirlerine Resulullah’ın geldiğini haber

ettiler. O’nun arkasında yeniden namaza durmak için neredeyse namazlarını bozacaklardı ancak

Efendimiz onlara müsaade etmedi ve Hz. Ebubekir’in arkasında bir vakit namaz kıldı. (Tebûk’te

Abdurrahman b. Avf’ın arkasında da namaz kılmıştı ve “Hiçbir peygamber yoktur ki kavminden salih

bir insanın arkasında namaz kılmamış olsun.” demişti. Böylece Hz. Ebubekir’in sıddıkîyetine salihlik 

de eklenmiş oldu.)

Efendimiz (s.a.v.) namazdan sonra yine odasına geldi. (Biraz kendisine geldiğinde sürekli

olarak iki şeyi soruyordu: namaz ve cihat.) Üsâme ordusunun çıkıp çıkmadığını sordu. Ümmü Eymen

annemiz oğlu Üsâme’nin Resulullah bu halde iken sefere çıkmak istemediğini söyledi ve oğlunun aklı

Resulullah’ta iken faydalı olamayacağını ileri sürerek müsaade etmesini istedi ama Allah Resulü ısrarla

ordunun bir an evvel sefere çıkmasını istiyordu. (Cihadın durmaması gerektiği konusundaki

hassasiyetini gözlerden kaçırmamak gerek.)

Ordu Mûte tarafına gidecekti çünkü Bizans tarafından yine bir hareketlilik oluştuğuna dair

haber almışlardı. Bu yüzden Efendimiz (s.a.v.) Üsâme’den babasını şehit edenlerin üzerine yürümesini

ve onları durdurmasını istemişti. Daha sonra Üsâme b. Zeyd zafer elde etmiş ve babasının atını da

almış bir vaziyette gelecekti.

Allah Resulü (s.a.v.) biraz iyileşip tekrar ağırlaşıyordu. Biraz normal olduğu bir zamanda kızı

Fatıma (r.a.) yanına geldi. Efendimiz kızını ayağa kalkarak karşılardı ama o an kalkamadı. Hz. Fatıma

yanına oturduğunda Efendimiz (s.a.v.) kulağına eğilip bir şey söyledi. Fatıma annemiz farklı bir hale

bürünüp çığlık atmışken Efendimiz ikinci kere kulağına eğilip bir şey daha söyledi ve bu sefer annemiz

gülümsemeye başladı. Hz. Aişe annemiz ne olduğunu, neden ilk seferinde mutsuz olup ikinci seferde

sevindiğini sordu. Ancak Fatıma annemiz bunu o anda değil, babası vefat ettikten sonra açıkladı.

Efendimiz ilkinde ona refîk-i a’la’ya (yüce dosta) gideceğini; ikincisinde ise kendisinden sonra ehl-i

beytten kavuşacak ilk kişinin Hz. Fatıma olacağı müjdesini vermişti.

O ara Hz. Ali (r.a.) Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i getirmişti. Allah Resulü (s.a.v.) onları görünce

çok sevindi ve amcası Hz. Abbas’a onları sevip sevmediğini sordu. Hz Abbas da “Nasıl sevmem ya

Resulullah” diye cevap verdi. Efendimiz (s.a.v.) “Ben de bunları çok seviyorum ve bunları sevenleri de

seviyorum.” dedi.

Hastalığının ağırlaştığı gün Hz. Fatıma yeniden babasının yanına geldi. Efendimiz’i öyle

görünce “Ah babacığım” diye bir feryat kopardı. Efendimiz (s.a.v.) de ona “Sabret kızım, baban artık

acı çekmeyecek.” dedi.

Üsâme b. Zeyd vedalaşmak için Efendimiz’in yanına gittiğinde Efendimiz’in konuşacak takati

bile kalmamıştı. Sahabenin anladığına göre işaretleriyle ona “Gidiyor musun?” diye sordu. Üsame

(r.a.) de yola çıktıklarını söyleyince Allah Resulü (s.a.v.) ellerini kaldırdı ve onun için dua etti.


• RESÛLULLAH’IN (S.A.V.) VEFATI VE DEFNEDİLMESİ


Pazartesi günü sabah namazı vaktinde Efendimiz’de bir iyileşme emaresi oldu. Sahabe Hz.

Ebubekir’in arkasında namaz kılarken Aişe annemizden kendisini yatağın üzerine oturtmasını ve

perdeyi açmasını istedi. Son anlarında bile ümmetinin namazdaki hallerini görmek istiyordu. Sahabe

bunu fark edince Resulullah iyileşti diye birbirlerine haber verdiler. Medine’de iyileştiğine dair farklı

bir hava oluşmuştu. Namaz bittikten sonra Hz. Ebubekir Allah Resulü’nün yanında gitti ve O’nu

gerçekten iyi görünce çok sevindi. Evi Medine’nin dışarısında Sünuh denilen bir yerdeydi. Günlerdir

evine gidemediği için Resulullah’tan müsaade istedi.

Efendimiz (s.a.v.) Aişe annemizin göğsüne yaslanmış bir vaziyette iken içeriye Aişe annemizin

kardeşi Abdurrahman (r.a.) elinde bir misvak ile içeriye girdi. Aişe annemiz Resulullah’a dişlerini

misvaklamak isteyip istemediğini sordu. Efendimiz ima ile evet deyince misvağı dişleri ile biraz ıslattı

ve Efendimiz kendisi yapamadığı için misvağı Resulullah’ın dişlerine sürdü. Efendimiz (s.a.v.) tam o

anda üç kez “La ilahe illallah” dedikten sonra “Ne kadar ağırmış sekerat anı...” dedi. Aişe annemiz

“Ben Resulullah’ta bile onu görünce artık hiç kimsenin ölümü hakkında konuşmadım.” demişti.

Âlemlere rahmet olarak gelen Peygamberimiz (s.a.v.) üç kez bunu dedikten sonra şehadet parmağını

kaldırıp “ile’l refîk-i a’la’” dedi ve annemizin göğsünde ruhunu Rahman’a teslim etti.

Aişe annemiz önce bayıldığını zannetti sonra hareket etmediğini görünce bir feryat koydu ve

onun feryadı ile sahabe de Resulullah’ın vefatını öğrendi.

Hz. Ebubekir bu haberi alınca hemen mescide geldi ve sahabenin kendinden geçtiğini gördü.

Hz. Ömer kılıcını çekip "Resûlullah ölmemiştir ve sağdır! Ona sadece Hz. Musa'ya ârız olan saika gibi

bir saika ârız olmuştur. Kim Muhammed öldü derse onu kılıcımla iki parça ederim." dedi (Tabakât,

2:266). Hz. Osman tir tir titriyordu. Hz. Ebubekir onlarla hiç konuşmadan Hz. Aişe’nin odasına gitti ve

kapıyı çaldı. Aişe annemiz babasını görünce “Artık izne yok, Resulullah vefat etti.” dedi. Hz. Ebubekir

içeriye girerek Efendimizin üzerindeki örtüyü kaldırıp alnından öptü. "Ölümün de hayatın gibi temiz

ve lâtif, yâ Resûlallah!” dedi (Tabakât, 2:268).

Hz. Ebubekir Aişe annemizin odasından çıktıktan sonra gözündeki yaşları silip mescide geri

döndü. Oradakilere “Kim ki Muhammed’e (a.s.m.) tapıyorsa, bilsin ki Muhammed (a.s.m.) ölmüştür.

Kim ki Allah’a ibadet ve kulluk ediyorsa, bilsin ki Allah, Hayy’dır, ölümsüzdür.” dedi (Tabakât, 2:268;

Buharî, 3:95). Sonra Âl-i İmran suresinin 144. ayetini okudu: “Muhammed ancak bir peygamberdir.

Ondan önce birçok peygamber gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya öldürülürse, siz ardınıza

dönüverecek misiniz? (Dininizden dönecek veya savaştan kaçacak mısınız?) Kim ardına dönerse, el-

bette Allah’a hiçbir şeyle zarar verecek değil; fakat şükredip sabredenlere, Allah muhakkak

mükâfat verecektir!”

Sahabe Hz. Ebubekir’in sözleri ile artık Kâinatın Efendisinin bu dünyadan göçmüş olduğunu

kabul ettikleri gibi, Hz. Ömer de “Resûlullah ölmemiştir!” sözünü söylemekten vazgeçerek kendine

geldi.

O gün içerisinde olan her şeyde Hz. Ebubekir’i (r.a.) görürüz çünkü insanlar ne yapacaklarını

bilmiyorlardı. Resulullah’tan öğrendiği üzere Allah Resulü’nün nasıl yıkanacağını, nereye

defnedileceğini, cenaze namazının nasıl kılınacağını, her şeyi söyleyerek sahabeyi yönlendirdi. Ehl-i

beyt yıkama ile ilgilendi. Hz. Ali, Resulullah’ın (s.a.v.) kendisine “Vefat ettiğim zaman beni sen yıka”

dediğini hatırladı. Resulullah’a nasıl yapılacağını bilmediğini söylediğinde Efendimiz “Öğretecekler”

diye cevap vermişti ve Hz. Ali ilk kez Allah Resulü’nü yıkadı.

Sıra Resulullah’ın nereye defnedileceğine geldiğinde Hz. Ebubekir (r.a.) Allah Resulün’nden

peygamberlerin vefat ettikleri yere defnedildiklerini duyduğunu söyledi ve Hz. Aişe annemizin

odasında karar kılındı. Medine’nin iki türlü mezar kazıcısı vardı; muhacirler lahd sisteminde, ensar

şakk usulünde kazıyordu. Hz. Ebubekir hangisi önce gelirse onun kazmasını söyledi ve muhacir birisi

gelince Efendimiz’in kabri lahd usulü ile kazıldı. Efendimiz ehl-i beytin yardımı ile defnedildi.

Definden dönerlerden Hz. Fatıma Enes b. Malik’e “Ey Enes! Resulullah’ın (s.a.v.) üzerine

toprak saçmaya gönlünüz nasıl razı oldu?” diye sordu. Hz. Enes sadece ağlıyordu.

Sahabe, Efendimiz (s.a.v.) daha defnedilmeden Beni Sa’d Sakîfesi’nde Hz. Ebubekir’i imam

olarak seçmişti. Böyle yapmalarındaki amaç ise mihrabın boş bırakılmaması ve herhangi bir zafiyete

kapı aralanmasını engellemekti.

Allah Resulü’nün cenaze namazının nasıl kılınacağı da merak konusu olmuştu. Hz. Ebubekir

Efendimiz’in mübarek naaşının dışarıya taşınmasına razı olmadı. Oda küçük olduğu için odanın aldığı

kadar insanları içeriye aldı ve “İmam O’dur. O varken kimse O’na imam olamaz.” dedi ve

Medine’deki tüm erkekler, kadınlar ve çocuklar odanın aldığı kadar girip bireysel olarak namazı kıldı.

Allah Resulü (s.a.v.) Medine’de, şu anki yerinde halen meskûndur ve biz selam verdiğimizde

“Ve aleyke selam” diyerek selamımıza icabet ettiğine inanırız.

Aişe annemiz Resulullah (s.a.v.) defnedildikten sonra kabrin yanında yaşamaya devam etti.

Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer vefat edilince de oraya defnedildi. Ancak Aişe annemiz hayatının sonuna

kadar orada yaşadı. Orada bir kişilik daha yer vardı, orayı kendisi için ayırmıştı ama vefatına yakın 

Baki kabristanlığına defnedilmek istedi.


• ALMAMIZ GEREKEN MESAJLAR


Hayat devam ediyor ve biz hayatımızın sonuna kadar Peygamberimizin (s.a.v.) rehberliğinde

yürümek zorundayız.

Bu dersleri en baştan başlayarak tekrar edelim ve daha iyi öğrenmek için yazarak not alalım.

★ Efendimiz ve sahabe için de en önemli mesele imandı. İman yoksa hiçbir şey yok demektir.

Peki, imanımız Hz. Peygamber’in bize öğrettiği gibi mi ve Allah’ın razı olacağı bir iman mı?

İmanlarımızı güçlendirecek ve kemal çizgisine taşıyacak vesileleri zorlamamız gerekir.

★ İmandan sonraki en büyük hakikat namazdır. Namaz bize Allah’ın huzurunda değer

kazandırır, kulluk işaretimizdir. Namaza özen göstermeliyiz ve namazımızı korumalıyız.

★ Allah Resulü’nün ve sahabenin hayatında boşluk yoktu. Bir nizam vardı. Hayatın hakkını

vermiştiler. Dinlenme bile bir işte yorulurken başka bir işle uğraşmaktadır. Âleme nizam verme gibi

bir hedefimiz olmalı çünkü Müslümanız (elhamdülillah) ve o nizamı önce kendi bedenimize

vermeliyiz. Zamanı doğru kullanmalı ve disiplinli yaşamalıyız.

★ Sahabenin büyük hedefleri ve o hedeflere uygun büyük adımları vardı. Hayatlarında gıybet

yoktu. Makam mevki, şan şöhret gibi küçük şeylerle uğraşmadılar. Hedeflerimizi sahabenin bize

öğrettiği gibi güncelleştirmeliyiz. Eğer buna selim bir şekilde niyet edersek Allah yardım edecektir.

★ Herkes her işi yapamaz ama herkesin yapacağı bir iş vardır. Hz. Ömer’in (r.a.) “Ben bugün

Allah için ne yaptım?” sorusunu her zaman için kendimize sormak zorundayız çünkü her birimizin

mutlaka yapacağı bir iş vardır. Resulullah’ı doğru bir biçimde anladığımızda Resulullah (s.a.v.) bize yol

gösterecek ve bu yolda bize imam olarak bu yolu tamamlamamızda yardım edecektir.

“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber. Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?” {N.F.K.}


“Esselatü vesselamü aleyke Ya Resûlullah!”

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 29. BÖLÜM (İNSANLIĞA EN BÜYÜK MESAJ: VEDA HACCI)

 



HERKES İÇİN SİYER - 29. BÖLÜM (İNSANLIĞA EN BÜYÜK MESAJ: VEDA HACCI)


Bismillahirrahmanirrahim.


• TEBÛKTEN SONRA


Allah Resulü (s.a.v.) bir önceki sene Mekke valisi Attab b. Esid’e haccı yaptırması konusunda

ruhsat vermişti. Mekke fethedildiği için ortada artık bir engel de yoktu ancak insanlar ne yapacaklarını

bilmedikleri için Efendimiz’den gelecek bir haberi bekliyordu. Sahabe merak içerisindeydi. Efendimiz

(s.a.v.) ise Cebrail (a.s.) aracılığı ile aldığı emirler doğrultusunda hareket ettiği için beklemekteydi.

O sırada münafıkların lideri İbn Selûl hastalandı. Efendimiz (s.a.v) onu birçok kez ziyaret etti

ve bu ziyaretlerinin sebebi bizzat İbn Selûl değildi. Maksadı onun etkilediği birçok insana ulaşmak,

ilahi mesajı ulaştırmak, kalplerini iman ile buluşturmak idi. Çünkü gitmeseydi İbn Selûl bunun

üzerinden de Efendimiz hakkında olumsuz nazarlar oluşmasına sebebiyet verebilirdi. Efendimiz

(s.a.v.) onun öleceğini görünce ona Medine’de birçok fitne yaptığını, Es’ad b. Zürare’ye ve Sa’d b.

Muaz’a düşman olduğunu hatırlattı. İbn Selûl ise Allah Resulü’nden kefenlenmek için hırkasını

vermesini ve cenaze namazını kıldırmasını istedi. Efendimiz (s.a.v) onun bu isteğine hiçbir cevap

vermedi.

İbn Selûl vefat ettiğinde oğlu Abdullah Efendimiz’e gelerek babasının taleplerini söyledi ve

Efendimiz de buna tamam dedi. Eve doğru giderken Hz. Ömer O’nu durdurdu ve İbn Selûl’ün münafık

olduğunu, Tevbe suresi ile münafıkların ne kadar tevbe etseler de Allah katındaki değerlerinin

değişmeyeceğinin bildirildiğini hatırlattı. “Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme (fark etmez.)

Onlar için yetmiş kez bağışlanma dilesen de, Allah onları asla affetmeyecektir. Bu, onların Allah ve

Resûlünü inkâr etmiş olmaları sebebiyledir. Allah, fasık topluluğu doğru yola iletmez.” (Tevbe

9/80.) Resulullah’a buna rağmen gidecek misin diye sordu. Allah Resulü (s.a.v.) Allah’ın kendisini

muhayyer bıraktığını ve o ayette bir yasağın olmadığını söyledi. “Umuyorum ki binlerce insan ondan

sonra Müslüman olacak. Umuyorum ki yüzlerce insan bundan etkilenecek.” diyerek gitme sebebini de

izah etti. (İnsan yaptığı işi hep sevdiği için yapmaz. Bazı şeylerin hatırı vardır. Allah Resulü (s.a.v.) de

birilerinin hidayete etmesi hatırına gitmek istemiştir.) Ancak sonra gelen ayet Hz. Ömer’i onaylamış

ve gitmemesi konusunda Resulullah’ı uyarmıştır: “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma ve

kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resûlünü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.”

(Tevbe 9/84.)

Efendimiz (s.a.v) bu ayet o anlarda henüz inmediği için İbn Selul’ün cenazesine gitti ve

namazını kıldırdı. Ama bu İbn Selûl’ün akıbetini değiştirmezdi. Onun ölümü Medine’nin biraz daha

berraklaşmasını ve etkilediklerinin de ön yargılarının kırılmasına vesile oldu.


• HZ. EBÛ BEKİR’İN HACCI VE MÜŞRİKLERE VERİLEN ÜLTİMATOMLAR


O günlerde Zilhicce ayına yaklaşınca Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebubekir’i çağırdı ve onu hac emiri

tayin etti. Hz. Ebubekir bu emri insanlara ilan etti ve hazırlıklarını yapıp yola çıktı (hicri 9). Hz.

Ebubekir’in hemen ardından Tevbe suresinin ilk ayetleri nazil oldu. (Kur’an’ın tek besmelesiz başlayan

suresidir çünkü ültimatomlar vardır, direk hükümler bildirilmiştir.) Antlaşmaya ait bazı şeyler olduğu

için Efendimiz’in (s.a.v) ailesinden birini göndermesi gerekiyordu. Bu sebeple de Hz. Ali’yi Hz.

Ebubekir’in arkasından gönderdi. Onu ültimatom maddelerini Arafat’ta, Müzdelife’de ve Mina’da

insanlara duyurmakla görevli memur tayin etti.

Hz. Ali, eski Arapların geleneği olarak Efendimiz (s.a.v) adına konuşacağı için O’nun bineğine,

Kusva’ya, binerek geldi. Hz. Ebubekir imamete geçip öğle namazı kıldıracağında Kusva’nın sesini

duydu ve Efendimiz’in geldiğini zannederek heyecanlandı. Namazı bitirir bitirmez sese doğru koştu ve

karşısında Hz. Ali’yi görünce Resulullah’ı göremediği için hüzünlendi. Sonra “Ya Ali, amir olarak mı

geldin, memur olarak mı?” diye sordu. Hz. Ali amir olarak geldim dese Hz. EbûBekir anında ona itaat

edecekti ancak Hz. Ali memur olarak geldiğini bildirdi ve ona görevini açıkladı. Beraber haccı

başlatmış oldular.


Hz. Ali, Resulullah’tan aldığı Tevbe suresini insanlara okudu ve dört yeni hükmü duyurdu:


1. Müminlerden başkası cennete giremeyecek. [Buna rağmen insanlar hala Müslüman

olmayanın cennete girip girmeyeceğini tartıştılar.]

2. Müşrikler bundan sonra Kâbe’yi tavaf edemeyecek. Bundan sonra Medine ve Kâbe

dokunulmazdır ve sadece müminlere özeldir.

3. Kâbe bundan sonra çıplak tavaf edilmeyecek. [Araplar bununla ilgili bir sektör oluşturmuştu

ve dışarıdan gelenlere elbiselerinin günahkâr elbiseleri olduğunu söyleyip onlara elbise satıyorlardı.

Parası olmayan çoğu insan da Kâbe’yi çıplak tavaf ediyordu.]

4. Allah Resulü (s.a.v.) kiminle, hangi şartlarda, hangi tarihe bağlı olarak antlaşma yaptıysa o

antlaşma geçerlidir. Antlaşması olmayanlara 4 ay mühlet tanınacaktır, 4 ay sonunda gideceklerdir.

Hicri 9. yılda Hz. Ebubekir’in amirliğinde ve Hz. Ali’nin memurluğunda hac tamamlanmış oldu.

Bu hac sırasında Efendimiz (s.a.v.) Medine’de hacca katılamamanın hüznünü yaşayarak

kendisi için iznin gelmesini bekliyordu.


• HZ. ALİ’NİN YEMEN’E GÖNDERİLİŞİ


Allah Resulü (s.a.v.) bu sıralarda Halid b. Velid’i bir grupla tebliğ ve davet faaliyetleri için

Yemen’e gönderdi. Bir müddet sonra Hz. Halid, Efendimiz’e bir mektup yazdı ve buradaki insanların

laf dinlemediklerini bildirdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) Hz. Ali’yi gönderdi.

Hz. Ali orada öyle güzel bir tebliğ çalışması yaptı ki insanlar onu dinlemiş ama Halid b. Velid’i

dinlememişti çünkü Hz. Ali tebliğ ve davet konusunda oldukça kabiliyetli birisi idi. Üslubu ile insanları

etkilemişti. Halid b. Velid de sonra onun başarısının sebebini anlamıştı. Hz. Ali veda haccına kadar

orada kaldı ve daha sonra Efendimiz’in veda haccına yetişti.


• VEDA HACCININ HAZIRLIKLARI


Hicretin 10. yılının Ramazan ayı Allah Resulü’nün son Ramazan’ı idi ve Efendimiz 20 gün itikâf

yaptı. Cebrail (a.s.) ile Kur’an’ı iki kere arz etti (arza-i ahîra). Ramazandan sonra Zilkade ayına

gelindiğinde sahabe Allah Resulü’nün bu sene hacca gidip gitmeyeceği konusunda heyecanlı bir

bekleyiş içerisindeydi. Ara ara bunu Efendimiz’e de soruyorlardı ama bir cevap alamıyorlardı.

24 Zilkade Cuma günü, Efendimiz (s.a.v.) mescitte Cuma namazı kıldıracaktı. Hutbede giriş

dualarını okuduktan sonra Hac ayetlerini de okudu ve sahabe böylece Efendimiz’in hac müjdesini

vereceğini anladı. Allah Resulü (s.a.v.) ayetleri okuduktan sonra bir sonraki gün kendisi ile hacca

gelmek isteyenlerin Zülhuleyfe’de toplanmasını istedi (Zülhuleyfe Mekke’ye 450 km uzaklıktaki en

uzak mikat yeri). İhrama orada gireceklerini ve haccın vazifelerini (menâsik) bildirdi. Hac yolculuğu

böylece bir sonraki gün başlamış oldu.

(Hac mahşerin bir provasıdır. 28 günlük veda haccını sahabenin dikkati sayesinde bugün gün

gün tüm detaylarıyla bilebiliyoruz.)

Efendimiz (s.a.v.) 24 Zilkade Cuma günü haccın haberini vermişti. Cumartesi günü mescitte

cemaate öğle namazını kıldırdıktan sonra Zülhuleyfe’ye geldi (Mescid-i Nebevi’ye 11 km’ uzaklıkta).

Yanında Aişe, Ümmü Seleme ve Safiye annelerimiz vardı. İkindi namazını Medine’nin dışında 

oldukları için yolcu namazı olarak kıldırdı, geceyi de orada geçirdi. Efendimiz’in ilk haccı olduğu için 

onunla beraber olmak isteyen insanlar da orada toplandı. Efendimiz’in bu haccı “Haccetü’l İslam” 

(İslam döneminin haccı), İbn Abbas’ın kullanımı ile “Haccetü’l Belağ” (tebliğ haccı), “Haccetü’l 

Temâm” (tamamlanmış hac) gibi isimlerle adlandırılmıştır. Allah Resulü’nün son haccı olduğu 

anlaşılınca “Haccetü’l Veda” (veda haccı) denilmiştir.

Allah Resulü (s.a.v.) ertesi gün sabah namazını kıldıktan sonra ihrama girdi ve dışarı çıktı.

Dışarıda bir sürü insan vardı. Devesinin üzerine çıkarak yüksek sesle telbiye getirdi. Sahabe de O’nun

arkasından telbiye getirmeye başladı. İslam döneminde ilk kez Resulullah’tan telbiyeyi duyuyorlardı:

“Lebbeyk, Allāhümme lebbeyk. Lebbeyke, lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni‘mete leke

ve’l-mülk, lâ şerîke lek.” (Rabbim! Davetine sözüm ve özümle tekrar tekrar icabet ettim, emrine

boyun eğdim. Rabbim! Senin davetine icabet boynumun borcudur. Senin eşin ve ortağın yoktur.

Rabbim! Bütün varlığımla sana yöneldim; hamd senin, nimet senin, mülk senindir. Senin eşin ve

ortağın yoktur). Efendimiz (s.a.v.) sahabeden sesini yükseltmesini istedi ve onlar telbiye getirdiğinde

etraftaki çiçeklerin, taşların, her şeyin kendilerine icabet ederek telbiye getirdiklerini söyledi.

Bunu hakkıyla anlayan Peygamber evladı Hz. Hasan ne zaman telbiye getirse sapsarı kesiliyor

ve bayılacak dereceye geliyordu. Neden böyle olduğunu soranlara; “Bunu bilinçli olarak

söyleyemiyorsak ve Allah bize dese ki ‘Senin lebbeyk’in kabul değil! Senin bu söyleyişin samimi

değil!’ O zaman ne deriz O’na?” demiş ve insanları bunun bilincine vararak söylemeleri konusunda

teşvik etmiştir.

Allah Resulü (s.a.v) etrafındaki binlerce insana bakarak orada; “Ey Allâh’ım! Bunu bana içinde

riyâ ve süm’a (gösteriş ve şöhret) bulunmayan mebrûr ve makbûl bir hac kıl!” diyerek duâ etti (İbn-i

Mâce, Menâsik, 4). Çünkü hac çok havalı bir ibadettir. İnsanın bazen ayağı yerden kesilir. O yüzden

Efendimiz riyâsız ve süm’asız bir hac istedi. Biz de aynı şeyi yapmak durumundayız. (!)


• YOLDA YAŞANANLAR


Tam bu sıralarda Cafer b. Ebî Talib’in hanımı Esma binti Ümeys orada doğum yaptı. Hz. Cafer

vefat ettikten sonra Hz. Ebubekir ile evlenmişti. Hz. Ebubekir doğan oğlunun adını Muhammed b. Ebû

Bekir koydu (İleride Hz. Ali’nin terbiyesinde yetişmiş bir çocuk olacaktı). Hz. Esma doğum yaptıktan

sonra haccı nasıl yapacağı konusunda üzülmüştü. Efendimiz (s.a.v.) ona kendisini iyi hissediyorsa

gelebileceğini söyledi. Hz. Ebubekir gelmesini istemiyordu ancak Hz. Esma o haliyle hacca dâhil oldu.

Hz. Ebubekir başından sonuna kadar Resulullah’ın yanında idi. Efendimizin yiyeceklerini bir

deveye yüklemişti ama Ukbe isimli bir görevli bir şekilde deveyi kaybetti. Sahabe, Efendimiz’in ve

ailesinin azıksız kaldığını duyunca ellerinde olanları Resulullah’a taşıdı. En son Sa’d b. Ubade de bir

şeyler getirince Efendimiz ihtiyaç olmadığını söyleyerek almak istemedi. Bunun üzerine Hz. Sa’d çok

üzüldü. Resulullah (s.a.v.) de “Siz ensar olarak zaten verdiniz ve vermeye doymadınız. Bu sefer de

almamış olayım.” diyerek onu teskin etti. Bu sözler Hz. Sa’d’ın yüreğini biraz rahatlatmıştı.

Hz. Ebubekir deveyi kaybettiği için hizmetlisi Ukbe’ye çok kızdı. Öyle ki neredeyse onu

dövecek kıvamdaydı. Efendimiz (s.a.v.) insanlara Hz. Ebubekir’i göstermiş ve “Hem ihram giymiş hem

de sinirli” diyerek ona latife etmiştir. Allah Resulü (s.a.v.) sahabe ile örnek olacak insanî bağlar

kurmuştu. Bunun için de sahabe O’nun yanında oturmaktan hiç bıkmadı.

Yol devam ederken ihramda olmayan bazı avcılar avlarını getirip Efendimiz’e ikram ettiler.

Aralarından biri gelip “Ya Resulallah! Bunu senin için vurdum ve sana ikram ediyorum.” deyince

Efendimiz bunu yemeyeceğini söyledi. Avı getiren yine ihramda olmayan bir avcıydı ancak Allah

Resulü ihramlıydı ve avcı “senin için” diyerek sununca Efendimiz yemeyeceğini söyledi.


• YAPILAN HAC VE VERİLEN MESAJLAR


Allah Resulü (s.a.v.) Mekke’ye yine Hacûn’dan girdi. Kâbe’nin karşısına gelip Hacerül Esved’i

“Bismillahi Allahü Ekber” diyerek selamladı ve gözyaşlarını tutamadı, dakikalarca ağladı. Sonra

tavafına başladı ve bitirince Makam-ı İbrahim’in orada iki rekât tavaf namazı kıldı. Sahabe sürekli

O’nu izliyordu. İlk rekâtında Kafirun suresini, ikinci rekâtında ihlas suresini okuduğunu gördüler. Aynı

şeyi ihram namazında da yaptığına şahit oldular. (Bu iki sure “la ilahe illallah”ın tefsiridir. Kafirun

suresi → la ilahe; ihlas suresi → illallah. İkisi olmadan tevhid olmaz. Onun için bu iki sureyi çok iyi

öğrenmeliyiz, anlamalıyız.)


Kafirun Suresi


1) De ki: Ey kâfirler. 2) Ben sizin taptıklarınıza

tapmam. 3) Siz de benim ibadet ettiğime

ibadet edecek değilsiniz. 4) Ben de sizin

taptıklarınıza tapacak değilim. 5) Siz de benim

ibadet ettiğime, ibadet edecek değilsiniz.

6) Sizin dininiz size, benim dinim bana.


İhlas Suresi


1) De ki: O Allah birdir. 2) Allah samed (her şey

O’na muhtaç, O kimseye muhtaç değil)’dir. 3)

O doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. 4) Ve

hiçbir şey O’nun dengi değildir.


Allah Resulü (s.a.v.) namazını o gün müsait olduğu için Makam-ı İbrahim’de kıldı ancak illa

orada kılınacak diye bir kaide yoktur. Oranın herhangi bir yerinde de namaz kılınabilir. Zaten Makam-ı

İbrahim’in yeri Efendimiz’in zamanında Kâbe duvarına neredeyse bitişik bir halde idi. Şu andaki yerini

tavafta sıkıntı olmasın diye Hz. Ömer belirlemiştir. Hatta Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ömer’e heybetli olduğu

için Hacerü’l esved’e gitme ve onu öpme konusunda “Eziyet de verme, eziyete de uğrama.” diyerek

tavsiyede bulunmuş ve uzaktan selamlamanın da yeterli olduğunu söylemiştir.

Efendimiz (s.a.v.) namazından sonra zemzem içti ve sonrasında Safa tepesine gitti. Orada bir

müddet durdu, Kâbe’yi seyretti ve yine ağladı. “İnnes safa vel mervete min şeairillah, fe men haccel

beyte evı'temera fe la cunaha aleyhi en yettavvefe bi hima ve men tetavvaa hayran, fe innallahe

şakirun alim.” “Şüphesiz Safa ile Merve, Allah’ın (dininin) nişanelerindendir. Onun için her kim hac ve

umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse, bunda bir günah yoktur. Her kim de

gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” (Bakara 2/158.) ayetini

okuyarak Safa ile Merve arasındaki say’ını yaptı. (Bu Hz. Hacer’in rolünü oynamaktır. Hac sembollerle

donatılmış bir ibadettir ve her bir sembol arkasında bir hakikat saklar. Hz. Hacer’in orada koşması bir

gayrettir ve o gayrete bizim ihtiyacımız var!.)

Say bittikten sonra Allah Resulü’nün normalde tıraş olması lazımdı ama hacc-ı kıran yaptığı

için tıraşını olmadı. Umresini bitirmişti şimdi haccını yapacaktı.

Edâsı itibariyle hac üç çeşittir:

* Haccı ifrad: Yalnız hac yapmak için ihrama girilir. Umre yoktur.

* Haccı kıran: Kıran yaklaştırmak demektir. Umre ve haccın tek ihramla yapılmasıdır.

* Haccı temettü: Temettü yararlanmak demektir. Umre yapıldıktan sonra ihramdan çıkılır.

Hac için yeniden ihrama girilir.

Efendimiz (s.a.v) daha sonra Hacûn’a (Hz. Hatice annemize) yakın bir yerde kurdurduğu

çadırına çekildi. İnsanlar gelip O’nu evlerine davet ettiler ama O (s.a.v.), arkadaşları ile kalması

gerektiğini söyleyip hiçbirinin teklifini kabul etmedi. Amcasının kızı Ümmü Hanî’yi bile bu konuda

reddetti. Ve insanların farzlarına engel olmamak için Kâbe’ye tekrar tavaf yapmaya bile gitmedi.

Çadırında kaldı. (Hac günlerinde büyük bir izdiham oluştuğu için başkalarının da farzlarını

tamamlaması konusunda sıkıntı olmamak gerekir!.)

Terviye günü (Arafat’tan bir gün önce) Allah Resulü (s.a.v.) Kâbe’de sabah namazını kıldı ve

insanlarla birlikte Mina’ya gitti. Çadırına yerleşti (bugün Mescid-i Hayf’ın bulunduğu yer) ve öğle,

ikindi, akşam, yatsı ve bir sonraki günün (arefe gününün) sabah namazını burada kıldı. (O günler

duaların ve tesbihatın çoğaltılması gereken günlerdir.)

El-haccu arefe: Hac, arefe vakfesinden ibarettir.

Sahabe ertesi gün sabah, Arefe gününde, Efendimiz’den önce Arafat’a gidip (bugün Mescid-i

Nemira’nın bulunduğu yerde) çadırını kurmuştu. Efendimiz de Mina’da sabah namazını kıldıktan

sonra 100 bini aşkın insanla Arafat’a doğru yola çıktı. (Zülhuleyfe’de 30-40 bin kişi ile yola 

çıkılmışken hacda sayı 100 bini geçmiştir.)

İbn Abbas (r.a.) Arafat’a geldiğinde Efendimizin her anını izlemiş ve yüzünde büyük bir

hüznün olduğunu görmüştü. Allah Resulü (s.a.v.) birçok kez secdelerini uzattığında O’nun vefat

ettiğini zannetmişlerdi. Secdede dualarını uzatırken Resululah’ın ne için bu kadar dua ettiğini çok

merak etmişler ve dikkat ettiklerinde de “Ümmetî, ümmetî” dediğini duymuşlardı. Efendimiz (s.a.v.)

hac boyunca hep bu haldeydi.

Efendimiz (s.a.v) öğle vaktinde öğle ile ikindiyi cem’i takdim yaparak (Öğle vaktinde ikisini

beraber kılmak) ve kısaltarak (kasr) kıldı ve orada hutbeler irat etti. Ondan sonra vakfeye durdu.

Vakfeye durmak, durmaya durmak demektir. Vakfe aslında duruştur. Duruşunu bilmeyen bir

insan yürüyüşü de öğrenemez. Orada Allah Resulü’nün âleme öğrettiği esas duruş vardır. Allah’ın

karşısında vakfe etmek, başka hiç kimsenin karşısında durmamak demektir. Arafat mağfiret,

Müzdelife şuur, Mina aşk diyarıdır. Marifeti ve şuuru kavrayamayan bir insanın aşkı Allah’ın razı

olacağı bir aşk değildir. Mağfiret ve şuur olmadan da aşk olmaz. Aşk eylem ister.

Resulullah (s.a.v.) vakfesinden sonra da dua dua yakardı. Akşam vaktine yakın gitmeye

hazırlandığında İbn Abbas (r.a.) yine aynı hüznü gördü ve Resulullah’a nedenini sordu. Allah Resulü

(s.a.v.) sabahtan beri Rabbine niyazda bulunduğunu ve Allah’ın da “Mazlumlar mağfiretime nail

olacaklar ama ben mazlumların hakkını zalimlerden alacağım.” dediğini söyledi. Efendimiz (s.a.v)

zalim kulların da affedilmesini istiyordu, hüznü bundandı.

En büyük zulüm Allah’a şirk koşmaktır. Bu Allah’ın hukukudur. Allah’ın hukukunu ve kulların

hukukunu gasp eden kişiye zalim denir.

Efendimiz böyle bir haldeyken Müzdelife’ye geldi ve burada cem’i te’hir yaptı (yatsı vaktinde

akşam ile yatsıyı beraber kılmak). Burada geceledi, sabah namazını da burada eda etti ve vakfeye

durduktan sonra Mina’ya doğru hareket etti. Efendimiz (s.a.v.) Müzdelife’den hareket edeceği sırada

gülümsemeye başladı ve sahabe de bunu hemen fark etti. Hafsa annemizden ne olduğunu sormasını

istediler. Efendimiz (s.a.v.) dişleri görünürcesine gülerek ümmetinin affedildiğini ve şeytanın bunu

duyunca üzülüp yerden toprak alarak başına attığını, onun o haline güldüğünü söyledi.

Mina’da büyük, orta ve küçük olmak üzere üç tane şeytan vardır. Efendimiz (s.a.v.) Mina’ya

geldiğinde ilk gün büyük şeytana 7 taş attı. İkinci gün üçüne de yedişer tane taş attı. Üçüncü gün de

üçüne yedişer taş attı. Toplam 49 taş atmış oldu. Üçüncü gün yine Mina’da gecelerse dördüncü gün

de yedişer tane atacaktı (toplam 70).

7-49-70 kesretten mecaz yani bitmeyen bir savaştır. 7 taş atma, tavafta 7 kere dönme, sa’y’da

7 defa gidip gelme şeytanla Allah’ın istediği kadar hesaplaşmanın birer sembolüdür.

Mina’daki şeytan taşlama bize Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmeye götürdüğünde

şeytanın vesvesesine karşı atmış olduğu taşlardan kalan mirastır. Aynı zamanda bugün büyük şeytan

firavunu, orta şeytan Karun’u, küçük şeytan Bel’am’ı temsil etmektedir. Büyük şeytanı “Allah’tan

başka ilah yoktur.” (Rabb olmaya yeltenen kim varsa hepsiyle savaş halindeyiz) diyerek; orta şeytanı

“Mülk Allah’ındır.” diyerek; küçük şeytanı “Din Allah’ındır. Allah’ın dini hiçbir şeye alet edilmeyecek

kadar önemlidir.” (Kim dinini siyasetine, ticaretine, menfaatine alet ederse o Bel’am’dır.) diyerek

taşlarız. Ve aslında o taşları kendi içimizdeki zafiyetlerimize, kusurlarımıza, kalbimizdeki

bozulmuşluklara, şeytanın vesveselerine atıyoruz.

Allah Resulü (s.a.v.) birinci gün büyük şeytanı taşladıktan sonra Kâbe’ye geldi ve ziyaret

tavafını yaptı. Sonra kurban kesecek ve tıraş olacaktı. Efendimiz kendisi ile beraber 100 deve

getirmişti. (Aslında Zülhuleyfe’de bir tane, yolda da yüz tane alarak toplam 101 deve ile gelmişti)

Develerden 63 tanesini her bir yaşı için bizzat kendisi kesti ve her birisinden bir parça aldı, pişirtip

yedi. Kalanları da Hz. Ali kesti.

Efendimiz (s.a.v.) berberi Muammer b. Abdullah’a saçlarını kazıttı. Bazı sahabeler Efendimiz’i

daha görmedikleri için saçlarını kısaltmışlardı, bazıları da kazıtmıştı. Bu yüzden bunun nasıl olması

gerektiğini Efendimiz’e danıştılar. Efendimiz de onlara üç kez “Saçlarını kazıtanlara Allah merhamet

etsin.”, bir kez de “Saçlarını kısaltanlara da Allah merhamet etsin.” diyerek saç kazıtmanın önemine

işaret etmiştir. (Bu, Allah için feda etmek demektir ve saçlarla beraber günahlar da bırakılmış olur.)

Efendimiz’in haccı böylece tamamlanmış oldu. Sonraki günlerde de yine Mina’da şeytan

taşlamaya devam etti.

Bu süreç içerisinde Resulullah (s.a.v.) Arafat’ta, Müzdelife’de ve Mina’da üç ya da beş tane

hutbe irat etti. (Veda hutbesi tek bir metin değil, bu hutbelerin birleştirilmiş halidir ve Efendimiz’in

bazen bir yerde söylediği cümleleri başka yerlerde de ısrarla tekrarladığı olmuştur.)

Hutbelerdeki mesajlar sadece Müslümanlara değil tüm insanlığa söylenmiştir ve

Müslümanların yaptığı haccın insanlığa mesajı vardır.

“Ey insanlar! Sizlere açıklayacağım hususları çok iyi dinleyiniz! Zira bu yıldan sonra sizlerle

bu yerimde bir kere daha buluşabilecek miyim bilmiyorum.”

Resûlullah (s.a.v.), hitabelerinin sonunda ashaba Allah’ın kendisine verdiği tebliğ görevini

yerine getirip getirmediğini sormuş ve “evet” cevabını alınca, “Tebliğ ettim Allah’ım, şahit ol!”

demiştir.

“Her kimin yanında bir emanet varsa onu hemen sahibine versin.” → Emanet ahlakı!

“Muhakkak ki cahiliye âdeti olan faiz kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım faiz amcam Abbas b.

Abdulmuttalib'in faizidir. Bütün kan davaları kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım kan davası da amcamın

oğlu Rebia b. Hâris b. Abdülmuttalib’in kan davasıdır.” → Bedelini yine evvela ailesine ödetmiştir.

“Ey insanlar! Muhakkak ki kadınlarınızın sizin üzerinizde hakları vardır. Sizlerin de

kadınlarınızın üzerinde haklarınız vardır.” → Kadınlar size Allah’ın emanetidir. Emanet demek

‘istediğin her şeyi yapamazsın; sen şahitsin, sahip değilsin’ demektir.

“Ey insanlar! Muhakkak ki müminler kardeştir.” → Kardeşlik hukuku! Cahiliyenin en önemli

hastalığı olan asabiyeti ayaklar altına almıştır.

“Ey insanlar! Şüphe yok ki Rabbimiz birdir. Babanız da birdir, her biriniz Âdem’in

çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz en takvalı olanınızdır. Arap'ın

Acem'e bir üstünlüğü yoktur ve müminler bir tarağın dişleri gibidir. Üstünlük ancak takva iledir.”

Allah Resulü (s.a.v.) sözünü söyledikten sonra her seferinde “Dikkat buyurun tebliğ ettim

mi?” diye sormuş, ashab da hep bir ağızdan evet diye cevaplayınca “Tebliğ ettim Allah’ım, şahit ol!”

demiştir.


• GADİR-İ HÛM HADİSESİ


Hz. Ali hacca yetişmek için Yemen’den geliyordu. Gelirken de yanındaki askerleri

beraberlerinde getirdikleri zekâta ve hediyelere el sürmemeleri konusunda tembihledi ve dönünce

Efendimiz’in pay edeceğini söyledi. Oradaki insanlar da üstleri iyi olmadığı için Resulullah’ın 

huzuruna güzel elbiselerle çıkma niyeti ile getirdikleri elbiselerden giyindiler. Hz. Ali gelince buna çok 

sinirlendi ve aralarında bir cedelleşme oldu. Sonra insanlar arasında ciddi bir şekilde Hz. Ali’nin 

dedikodusu yapılmaya ve hakkında ileri geri konuşulmaya başlandı. Efendimiz (s.a.v.) de bu meseleyi 

duyunca Gadir-i Hûm bölgesine geldi. Bu bölge konaklamaya müsait olmamasına rağmen orada 

konakladı ve bir hutbe irat etti.

Şia, nakledilen bu hutbeden bambaşka bir sonuca vararak Allah Resulü’nün Hz. Ali’yi hilafete

tayin ettiği kanaatine vardı. Ancak aslolan ehl-i beytin hukukunun muhafazası idi. Ortada bir hilafet

ilanı falan yoktu. Olmadığının en bariz kanıtı da Hz. Ali’nin kendisidir çünkü Resulullah böyle bir şeyi

emanet etseydi o bunu canı pahasına üstlenirdi ve sessiz kalmazdı. Hz. Ali “Haklı olmak kadar haklı

kalmak da mühimdir.” demiştir. Hz. Ali’nin haklı kalması için o hilafeti alması gerekirdi.

Allah Resulü (s.a.v.) hutbesinde ehli beytine olan sevginin kendisini hoşnut edeceğini söylemiş

ve oradakilere “Ben kimin mevlâsı (dostu) isem Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona

düşman olana düşman ol!” demiştir. Hz. Peygamber’in bu açıklamalarından sonra orada bulunanlar

sırasıyla gelip Hz. Ali’yi tebrik etmişler. (Allah bizleri ehl-i beyt ile haşreylesin inşallah. Âmin.)

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 28. BÖLÜM (ZORLUK SEFERİ TEBÛK)





 HERKES İÇİN SİYER - 28. BÖLÜM (ZORLUK SEFERİ TEBÛK)


Bismillahirrahmanirrahim.


İLME DAİR BİRKAÇ SÖZ


İlim nazlı bir gelindir, onu elde etmek ve muhafaza etmek konusunda fedakârlık yapmazsak

küser gider. Allah’ın bir kuluna vereceği en güzel mükâfattır. Sırf başkasına anlatmak için ilim

öğrenen, sonra da öğrendiğini unutup hayatına ikmal etmeyen kişi azaptadır. O yüzden ilmi

öğreneceğiz, içselleştireceğiz, kavrayacağız, önce kendimiz yaşayacağız ve sonra başkalarına yaşatmak

için gayret içerisinde olacağız.


“Kim ilim tahsil etmek için bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu kolaylaştırır.”

(Müslim, Zikr 39. Ayrıca bk. Buhârî, İlim 10; Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, Kur’ân 10, İlim 19; İbni

Mâce, Mukaddime 17)


“İlmi, âlimlere karşı övünmek, cahillerle münakaşa etmek ve insanların teveccühünü

kazanmak için öğrenmeyiniz. Kim böyle yaparsa, o kimse ateştedir.” (İbn Mace, Sünnet, 23. Tirmizi)

“İki günü birbirine eşit olan zarardadır.” (Aclunî, Keşfu’l-Hafa, 2/276. İmam Gazali, İhya,

4/335.)


HUCURÂT SURESİ


Hucurat suresini güzel bir biçimde anlayan birisi ahlaki anlamda birçok zafiyetini çözebilir.

Sure kısa olmasına rağmen çok önemli mesajlar ihtiva etmektedir. Sureyi ayet ayet kendimizi de içine

koyarak okumamız lazım çünkü bu sure bize peygamberimizle ve birbirimizle olan hukukumuzu

anlamamız açısından önemli bir suredir. Başvurabileceğimiz bazı tefsir kaynakları: Elmalılı tefsiri,

Muhammed Ali Es-Sabuni’nin Safvetü-t Tefasir’i, Vehbe Zuhayli tefsiri, Kurtubî’ tefsiri.


• TEBÛK’Ü DİĞER GAZVELERDEN AYIRAN EN ÖNEMLİ ÖZELLİK


∗ Tebûk, Allah Resulü (s.a.v.)’nün katıldığı 28 gazvenin sonuncusudur.

∗ Kur’an’ın en fazla ayet indirdiği gazvedir.

∗ Diğer gazvelere nazaran Kur’an’da daha ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Tevbe suresinin

2/3’ü bu gazve ile alakalıdır.

∗ Başından sonuna kadar yaşanan her hadise insanlıkla ilgilidir.

İçerdiği mesajlar:

→ Direk Müslümanlara verilen mesajlar: Müslümanlara uyarılar yapılmış, iyilikleri takdir

edilmiş, eksikleri nazara verilmiş ve neyle imtihan edileceklerinin hakikati bildirilmiştir.

Bugün bizler kasayla (para), masayla (makam) ve nisa (kadınlar, şehvet imtihanı) ile imtihan

edilmekteyiz. O günün Müslümanlarında da problem aynıydı. Allah (c.c.) bu problemlerin çözüm

yolunu ve yöntemini onlar üzerinden göstermektedir.

→ Münafıklara verilen mesajlar: En ciddi mücadele vereceğimiz zümredir. O yüzden bu

zümreyi iyi tanımamız gerekir. En az 80 tane münafığı Tebûk ile tanımışızdır.

→ Münkirlere (inkârcılara) verilen mesajlar: Araplar, münafıklar, bedeviler Bizans’ın adını

duydukları zaman kıpırdayamazlardı, çok korkarlardı. Efendimiz (s.a.v.) de zamanın güçlü devleti olan

Bizans’ın üzerine gitmişti. (Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah da size yardım eder; sizin

kalbinizden korkuyu alır, düşmanınızın kalbine yerleştirir!. )


• TEBÛK SEFERİ’NİN NEDENLERİ


Temel olarak iki sebebi vardı: Müslümanların gücü Bizans’a yaklaşmıştı.

Bizanslılar Mûte’de de İslam ordusunun gücünü gördükleri için

korkmuşlar ve yavaş yavaş harekete geçmişlerdi. Medine’de de Gassaniler’in geleceği konusunda

haberler dolaşıyordu. Allah Resulü (s.a.v.) de onlar gelmeden biz gidelim dedi.


• ZORLUK ORDUSUNU DONATMAK


Neden zorluk ordusu?


* Çünkü çok zor bir sefer olmuştu. Düşman çok güçlüydü. Bizans Müslümanlarla konuşmaya

bile tenezzül etmezdi.

* Dost zayıftı.

* İmtihanları çok ağırdı. Mevsim mahsul mevsimi idi ve sıcaktı (hicri Recep/miladi Kasım).

Mahsulü bırakıp gitmek kolay değildi çünkü Medine’de kalan münafıklar vardı. Aralarında sefere

gelenler de vardı ancak fitne için gelmişlerdi. Allah Resulü (s.a.v.) hepsine önlem almaya çalıştı.

* Yol güzergâhında susuzluk ile imtihan edildiler.

* Giderken, orduyu donatırken, ordunun geride bıraktıkları ile pek çok zorluk geçirmişlerdi ve

ordunun dönmesi de başka bir zorlukla olmuştu. Zorluk üstüne zorluk olduğu için “Ceyşü’l Usre”

(zorluk ordusu) ve “Gazvetü’l usre” (zorluk gazvesi) olarak adlandırılmıştır.

Allah Resulü (s.a.v.) tüm bu imtihanlara rağmen ilk kez sahabeye nereye gideceklerini haber

etti. Hedef belli olduğu için hazırlığa girişildi. Güçlü bir ordu kurulması için infaklara ihtiyaç doğdu.

Resulullah (s.a.v.) önce kendisi elinde ne varsa hepsini vererek infak etti, sonra sahabeyi infaka teşvik

etti.

İnfak etmeden infak istemek infak ahlakına uymaz!. Eğer infak ahlakını anlamışsanız ilk

olmanın ayrıcalığını kimseye kaptırmazsınız. Kur’an’da Allah yolunda vermeyi sadaka (en geneli),

zekât (mali yükümlülük) ve infak (zekât dışında gönüllü vermek) kavramları ile görmekteyiz.

Allah Resulü (s.a.v.) sahabeyi teşvik eder etmez ilk gelen Hz. Ömer oldu ve malının yarısını

infak etti. Bunu yaparak Hz. Ebubekir’i geçeceğini düşünüyordu ama Hz. Ebubekir elinde kalan son

4.000 dirhemi infak etti. Yani elinde olan malının tamamını vermiş oldu. Başka da bir şeyi kalmamıştı.

Hz. Ömer onun için “Geçilmez adamsın sen Ebubekir.” demiştir. Ondan sonra da onunla yarışmayı

bırakmıştır.

Hz. Ömer’in hilafeti döneminde huzuruna bir sandık getirildi. Hz. Ebubekir 2,5 yıllık hilafeti

döneminde 6-7 ay kadar Sünuh bölgesinde ensara ait bir yerde onların hayvanlara bakarak nafakasını

temin ediyordu. Hz. Ömer ve Ebu Ubeyde b. Cerrah buna itiraz edip ona bir maaş bağlamışlardı (İlk

kez bir halifeye beytülmâlden maaş bağlanmıştı). Hz. Ebubekir aldığı bu maaşla ailesinin geçimini

sağlamış, arta kalanları da o sandığa koymuştu. Bir mektupla da aldığını ve harcadığını yazmış, kalanı

da beytülmale bıraktığını bildirmişti. Hz. Ömer mektubu okuduğunda “Ey EbûBekir! Arkanda

kalanlara yaşanamaz, yapılması güç bir hayat bıraktın.” (İbn Sa’d, Tabakât, III, 195.) demiş ve sonra

kendisi de aynen Hz. Ebubekir gibi yaşamıştır.

Sahabe infaklarını yaparken kenarda onları izleyen bir grup insan az getirene laf ediyorlar, çok

getireni de riyakârlıkla nitelendiriyorlardı. Abdurrahman b. Avf infakını getirdiğinde onun

Peygamberin gözüne girmeye çalıştığını söylediler. Abdurrahman b. Avf da onlara “Ne derseniz deyin

ben kalbimi biliyorum.” dedi. (İyilik herkes tarafından takdir edilmez. Hasetçileri de olur düşmanları

da. Onun için insan kalbinden eminse başkalarının sözlerine itibar etmemelidir.)

Getirilen infaklar ordunun ihtiyaçları için yetmedi. Hz. Osman da 30.000 kişilik ordunun

10.000’inin ihtiyacını donattı.

Allah Resulü (s.a.v.) Müslümanlar vereceklerini verdikten sonra mescitte ara ara infaktan

konuşmaya devam etti. Birinci sebep halen ordu için ihtiyaç vardı. İkinci sebep olarak infakla kalpleri

iyileşebilsin diye münafıkların da vermesini bekliyordu. Çünkü infak nifakın ilacıdır.

İnfak ve nifak kelime itibariyle ne-fe-ka kökünden gelmektedir. Ne-fe-ka ise köstebek yolu

demektir. Köstebek nasıl ki kendisine bir yol açar; eğer o yol iman ile açılırsa varacağı yer bellidir,

imanla açılmazsa kalacağı yer de bellidir. Gerçek infak kalbi acıtır ve daha sonra tatlı bir lezzete

dönüşür. İnsan onu verdiği anda kalbindeki nifak iyileşmeye başlar. Allah Resulü (s.a.v.) onların

kalplerindeki hastalığı verdirterek iyileştirmeyi amaçladı ama birçok bahane öne sürerek vermediler.

Efendimiz (s.a.v.) bir şey söylemedi ve teşvik etmeye devam etti: “Ey Müslümanlar! Allah

yolunda ve cennet karşılığında zorluk ordusunu kim donatacak?” dediğinde Hz. Osman atıldı ve bütün

askerlerin masraflarıyla birlikte 100 deve verdiğini söyledi. Efendimiz bir daha sordu, yine kimseden

ses çıkmazken Hz. Osman yine atıldı ve bir 100 deve daha verdi. Efendimiz üçüncü kez sorunca Hz.

Osman bir 100 deve daha verdi. Sonra eve gidip altın gümüş ne varsa doldurup -neredeyse bir çuval

kadar- getirdi ve Resulullah’a verdi. Allah Resulü (s.a.v.) “Osman’a bundan sonra hiçbir sorumluluk

yoktur.” dedi. İnfak günahın kefaretidir ve Hz. Osman tüm günahlarının kefaretini ödedi. (“Ceyşü’l

Usre” “Ceyşü’l Osman” oldu.)

İnfak için bir şeyler getirmek isteyip de getiremeyenler de vardı. Bazıları ise sadece bir avuç

hurma getirebildi. Bazıları da kendilerine ahdetti; iki gün çalışıp kazandıkları ile ailesinin nafakasını

karşılayacak ve üstünü ordu için getireceklerdi. Münafıklar buna da laf ettiler ancak Efendimiz (s.a.v.)

Hz. Osman’ın infakından duyduğu memnuniyetin aynısını onlar için de duydu.

İnfak sadece maldan ibaret değildi. Urve b. Zeyd Resulullah’a sefere gelmek istediğini ama

elinde bir şey olmadığını söylemişti. Gece evine döndüğünde de halini Allah’a arz etti. Sabaha yakın

bir zamanda secdeye kapanarak Allah’a, fakir olduğu için onurunu ve izzetini çiğneyen kardeşlerinden

dolayı oluşan hakkını infak ettiğini beyan etti. Sabah mescide geldiğinde Allah Resulü (s.a.v) gece

kimin infakta bulunduğunu sordu, kimseden ses çıkmadı. Efendimiz iki üç kez sorusunu yineledi ve en

son Hz. Urve (r.a.)’ye bakarak söyleyince Urve b. Zeyd gece hakkını infak ettiğini söyledi. Bunun

üzerine Allah Resulü (s.a.v.) ona, yaptığı infakın Allah katında kabul olunmuş infaklardan yazıldığını

müjdeledi. (Aslolan elde ne varsa ya da elden ne gelirse bunu Allah için vermektir.)

Şeytan bu hayrın büyük düşmanıdır. İnsanı hileleriyle kandırabilir, infakından vazgeçirebilir,

yapılan infaktan karşılık bekletebilir ya da başkalarına teşvik olsun hilesiyle ifşa ettirebilir. Burada

gerçekten başkalarına teşvik olsun diye yapılan bir infak varsa göstererek verilenlerin göstermeyerek

verilenlerden fazla olmaması gerekir!. Her şeyin açık edilmesine gerek yoktur. Onun için infak ahlakını

çok iyi öğrenmeliyiz. Allah Resulü (s.a.v.) de bunun için bazen aleni bazense gizli bir biçimde infak

yapmıştır. (İnsan, yaptığı infakın hangisine girdiğini kalbine bakarak anlayabilir.)


• YOLCULUK


Efendimiz (s.a.v.) yerine vali olarak Muhammed b. Mesleme’yi bırakmıştı. Münafıklar için de

Hz. Ali’den kalmasını istedi ki kalmak Hz. Ali çok zor bir şeydi. Münafıklar sefer zor olduğu için

peygamberin damadını götürmediğini ileri sürdü ve kadınlarla kaldığını söyleyerek Hz. Ali’yi 

kışkırtılar.

Hz. Ali de dayanamayıp yolun bir yerinde Resulullah’a geldi ve sefere katılmak için müsaade etmesini

istedi. Allah Resulü (s.a.v.) ona kalması gerektiğini söyleyerek “İstemez misin Harun Musa’nın yanında

ne ise sen de bana öyle olasın. Ama benden sonra peygamberlik yoktur.” buyurdu.


• MEDÂİN-İ SALİH


Salih peygamberin ve Semûd kavimin yaşadığı yerdir. Şu anda canlı olarak varlığını

korumaktadır.

Burası sahabenin sekizinci durağı idi ve burada Allah Semûd kavmini helak etmişti. Sahabe

biraz rahat davranınca Efendimiz (s.a.v) bundan rahatsız oldu ve “Buralar ibret alınacak yerlerdir. Ya

ibret alın ya da hızlıca buradan yürüyün.” dedi.

İslam ordusu bu uyarıdan sonra yoluna devam etti. Bizans ordusu ise Müslümanların 30.000

kişilik bir ordu ile geldiğini duyunca onlarla karşılaşmaya korktular ve Tebûk’e doğru gelip yoldan geri

döndüler.

Allah Resulü (s.a.v.) Tebûk’e geldi ve ilerleyelim mi yoksa geri mi dönelim diye sahabe ile

istişare etti. Sahabe Allah’ın emri ne ise emrini yerine getireceklerini söylediler. Efendimiz (s.a.v.) ayet

olsaydı onlarla istişare etmeyeceğini söyledi. O günlerde de Şam bölgesinde veba salgını çıkmıştı.

Resulullah (s.a.v.) : "Taun (veba), bir azaptır. Beni İsrail'den bir kavme, yahut sizden önce geçen bir

ümmete gönderilmiştir. Siz bir yerde o(nun çıktığı)nı duydunuz mu, o taunlu yere gitmeyiniz! İçinde

bulunduğunuz bir yerde de taun zuhur ederse, ondan kaçarak oradan çıkmayınız!"

(Buhari, C.9, H.no: 1417, s. 206, 207.) hadisini orada buyurdu ve Tebûk’te 19-20 gün kaldılar.

Bölgedeki bütün kabileler ile antlaşmalar yaptı ve hepsi İslam hâkimiyetine girmiş oldu. Sıcak çatışma

olmadan büyük bir galibiyetle dönülmüş oldu.

Sahabeden bazıları sefere gelememişlerdi. Bazıları bineği güçlü olduğu için nasıl olsa yetişirim

düşüncesi ile gitmeyi erteledi. Bazıları da binekleri zayıf olduğu için ordudan geri kaldı. Efendimiz

(s.a.v.) münafıkları ve mazeretleri olan Müslümanları fazla sorgulamadı ama Ebu’l Heysem’i ve Ebu

Zer’i ara ara sahabeye soruyordu. Bu isimler Müslümanların içinde olmaları gereken isimlerdi.

Efendimiz “Umuyorum ki onlar size kavuşacaklar.” buyurdu. Ka’b b. Malik’in bu noktada duyarlı

olacağını söyleyip onun neden olmadığını sorduğunda ensardan birisi onun arkasından olumsuz bir

şekilde konuştu. Bunun üzerine Muaz b. Cebel onun muhakkak geçerli bir sebebi olacağını söyledi ve

gıyabında kardeşinin şerefini korudu. Efendimiz de Hz.Muaz’ın yaptığı bu davranışı takdir etti.

Ebu’l Heysem’i hanımının hazırladığı sofranın başında Allah Resulü ve sahabenin sıcak havada

cihat için yollara düştüklerini düşününce kendisi için yazıklar olsun dedi ve evinde hanımı ve

çocuklarıyla vakit geçirmeyi kendisine yediremedi. Hemen atına atlayıp İslam ordusuna yetişti.

Efendimiz (s.a.v.) uzaktan gelen karartıyı görür görmez “Keşke gelen Ebu’l Heysem olsa.” dedi çünkü

onun geri kalması Efendimiz’i üzerdi. Ebu’l Heysem gelip mazeretini söyledi ve Resulullah (s.a.v.) de

bunu kabul etti. Arkasından Umeyr b. Vehb de geldi.

Ebu Zer bineği yaşlı olduğu için geri kalmıştı. Sonra yürüyerek gitmeye karar verdi. Allah

Resulü onu yayan görünce “Allah Ebû Zer’e rahmet eylesin. O tek başına yürür, tek başına ölür ve tek

başına hasredilir.” (Hâkim, el-Müstedrek, 4373) buyurdu.


• YAŞANANLAR


Allah resulü (s.a.v.) Tebûk’te kaldığı süre içerisinde bazı hadiseler meydana gelmişti.

Bunlardan birisi Abdullah Zülbicâdeyn isimli sahabinin vefatı idi. Tebûk’te şehit olan tek kişidir,

hastalığı dolayısı ile vefat etmiştir. Efendimiz (s.a.v.) onu kabre koyarken “Allah’ım ben ondan razıyım

sen de ondan razı ol.” diyerek dua ettiğinde Abdullah b. Mes’ud “Keşke ölen ben olsaydım” demiştir.

Bicâdeyn iki örtü, çul (iki parça) demektir. Abdullah Zülbicâdeyn yetimdi ve amcasının yanında

kalıyordu. Müslüman olmaya karar verince amcası eğer Müslüman olursa üzerindeki elbiseyi alıp onu

çıplak olarak dışarı atmakla tehdit etti. Ondaki her şeyin kendisine ait olduğunu söylüyordu. Bunun

üzerine Abdullah Zülbicâdeyn kararını verdi ve çırılçıplak bir halde annesinin yanına gitti. Annesi de 

iki örtüyü üzerine geçirip Resulullah’a gönderdi. Efendimiz onu mescitte görünce kim olduğunu sordu.

Adı Abdul Lât idi (Lât’ın kulu). Allah Resulü (s.a.v.) orada ismini değiştirerek ona Abdullah 

Zülbicâdeyn ismini verdi. Abdullah Zülbicâdeyn (r.a.) iman üzere yaşadı ve öyle vefat etti.

Sefer sırasında yüksek bir ses meydana geldi ve sahabe korkarak bir tarafa kaçıştı. Abdullah b.

Amr –ya da Abdullah b. Ömer– dışarı çıktı ve herkesin bir tarafa koştuğunu gördü. Bedir ashabından

Salim Mevla Ebu Huzeyfe ortada kılıcına yaslanmış bir halde duruyordu. Abdullah b. Amr onu görünce

yanına gitmeye karar verdi. Tam o esnada Efendimiz (s.a.v.) çıktı ve sahabeye neden bir ses duyunca

koşuştuklarını sorup “Şu iki salih zat gibi olsaydınız, Allah’a tevekkül edip yerinizde dursaydınız olmaz

mıydı?” buyurdu. Abdullah b. Amr “Salim’e sığınarak Resulullah’tan bu övgüyü kazandım. Demek ki

kurtuluş sahabeye sığınmakta.” dedi. (Sahabeye sığınırsak Allah’ın izni ile Resulullah’ın orada

söylemiş olduğu söz bizim için de geçerlidir.)

Dönüş yolunda Efendimiz (s.a.v.) sabah namazı için abdest almaya gitmişti. Su ararken vakit

geçti ve cemaate biraz gecikti. Vakit geçmek üzere olunca Abdurrahman b. Avf imamete geçip namazı

kıldırmaya başladı. Efendimiz (s.a.v.) ikinci rekâta yetişmişti. O’nun geldiğini fark eden sahabe

“Subhanallah” diyerek Abdurrahman b. Avf’ı uyarmaya çalıştı ancak Resulullah buna müsaade etmedi

ve gelip hemen Abdurrahman b. Avf’ın arkasında namaza durdu. Sonra “Hiçbir peygamber yoktur ki

kavminden salih bir insanın arkasında namaz kılmamış olsun.” buyurdu. Böylece Abdurrahman b.

Avf’ın Efendimiz’in dili ile salih kullardan olduğu tasdiklenmiş oldu. (Efendimiz (s.a.v.) Hz. 

Ebubekir’in arkasında da namaz kılmıştır.)

Dönüş yolunda Hz. Bilal’i sabah namazına uyandırması için nöbetçi olarak koymuşlardı ancak

herkes uyudu ve sabah namazını kaçırdılar. Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Bilal’e neden kaldırmadığını

sorunca Hz. Bilal “Vallahi ya Resulullah, seni uykuda bırakan beni de uykuda bıraktı.” dedi. Efendimiz

(s.a.v.) bunun üzerine herkese hemen abdest almalarını emretti ve başka bir namaz vakti gelmeden

sabah namazını sünneti ile beraber kaza ettiler.


• TEVBESİ KUR’AN’A GİREN ÜÇ SAHABE


Allah resulü (s.a.v.) her sefer dönüşü Medine’ye gelince önce mescide girip iki rekât şükür

namaz kılar, ardından oturup sefere katılmayanların mazeretlerini dinlerdi. Yine böyle bir anda

huzura dört grup insan geldi:

- Mazeret uyduran münafıklar. (Efendimiz onları öylesine dinleyip hiçbir şey söylemedi.)

- Bedevilerin münafıkları.

- Mazereti olan Müslümanlar.

- Geçerli mazereti olmayan Müslümanlar. Bunlar üç kişiydiler: Kâ‘b b. Mâlik, Mürâre b.

Rebî‘ ve Hilâl b. Ümeyye.

Kâ‘b b. Mâlik, Mürâre b. Rebî‘ ve Hilâl b. Ümeyye ha bugün ha yarın derken sefere katılmayı

ertelemişlerdi. Efendimiz (s.a.v.) geride kalmalarının sebebini sorduğunda hiçbir sebepleri olmadığını

söylediler. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v.) “Madem öyle, gidin, Allah’ın sizin hakkında verdiği

hüküm gelene kadar bekleyin.” buyurdu. Hükmün gelmesi tam 50 gün sürdü.

Bir hafta sonra Efendimiz (s.a.v.) bir genelde yayınlayarak hiç kimsenin onlarla

konuşmayacağını bildirdi. Sahabe selamlarını bile almadı.

Kâ‘b b. Mâlik ensarın en önemli şairi idi. Bu olay hemen yayınlınca Gassan meliki birisi ile Ka’b

b. Malik’e mektup gönderdi. Mektupta eğer yanlarına gelirse itibar göreceği yazılıydı. Kâ‘b b. Mâlik

yaptığı yanlışı başka bir yanlışla desteklememek için anında mektubu yırtıp attı. Yaptığı hatanın

kefaretini ödemeye hazırdı.

40 gün böyle sürdü. 41. gün Efendimiz (s.a.v.) hanımlarını evden ayırmalarını istedi. Hilâl b.

Ümeyye’nin hanımı Resulullah’ın huzuruna gelip eşi yaşlı olduğu için kendisi olmadan işlerini

göremeyeceğini söyledi ve Efendimiz de ona müsaade etti.

Son 10 gün de bu şekilde geçmişti. 10 gün sonunda Kâ‘b b. Mâlik evinin damındayken birisi

gelip tövbelerinin kabul olunduğunu müjdeledi. Kâ‘b b. Mâlik sevincinden hediye olsun diye

üzerindeki elbiseyi çıkarıp haber veren sahabiye verdi. Yolda kim onu gördüyse tebrik etti. Allah

Resulü’nün huzuruna geldiğinde affedildiklerini bizzat O’nun ağzından duydu ve “Ya Resulullah! Şahit

ol, bütün malımı bu müjdenin karşılığında infak ediyorum.” dedi ancak Resulullah bunu kabul etmedi.

Kâ‘b b. Mâlik yarısını teklif etti, Allah Resulü yine kabul etmedi. “Evlatlarını fakir bırakmaktansa 

böyle bırakman daha iyidir.” diyerek malının çeyreğini kabul etti.

Ve bu üç sahabenin tövbesi Kur’an’a girdi:

Bismillahirrahmanirrahim.

“ (117.) Andolsun Allah; Peygamber ile içlerinden bir kısmının kalpleri eğrilmeğe yüz tuttuktan

sonra, sıkıntılı bir zamanda ona uyan muhacirlerle ensarın tövbelerini kabul etmiştir. Evet, onların

tövbelerini kabul etmiştir. Şüphesiz O, onlara çok şefkatli ve çok merhametlidir. (118.) Savaştan geri

kalan üç kişinin de tövbelerini kabul etti. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş,

vicdanları da kendilerini sıktıkça sıkmış, böylece Allah’(ın azabın)dan yine O’na sığınmaktan başka

çare olmadığını anlamışlardı. Sonra (eski hâllerine) dönsünler diye, onların tövbelerini de kabul etti.

Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul eden ve çok merhamet edendir. (119.) Ey iman edenler! Allah’a

karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun.”


• MESCİD-İ DIRÂR


Münafıklar İslâm’ın güçlenerek yayılmasından rahatsız olup bu gelişmeyi önleyebilmek için

çareler arıyorlardı. Allah resulü (s.a.v.) birçok yerde mescitlerin açılmasına müsaade ettiği için

kendileri de bir mescit açmaya karar verdiler. Başlarında Ebû Âmir er-Râhib vardı (Hanzale b. Ebû

Âmir’in babası). Nifak çetesinin başı olduğu için Resulullah ona el-Fâsık demiştir.

Mescitlerine meşruiyet kazandırmak için Allah Resulü’nün (s.a.v.) orada namaz kılması

gerekiyordu. Bu sebeple Efendimiz sefere giderken namaz kılması için davet etmişler ancak Allah

Resulü dönerken kılacağını söylemişti. Dönüp geldiğinde de oraya gitmemesi konusunda ayetler nazil

oldu:


Bismillahirrahmanirrahim.


“ (107.) Bir de Müslümanlara zarar vermek, kâfirlik etmek ve Müslümanların arasına ayrılık

sokmak ve daha önce Allah ve Resulü'ne karşı savaş açmış olanı beklemek için mescid yapanlar var.

"İyilikten başka bir maksadımız yoktu." diye yemin de edecekler. Fakat bunların kesinlikle yalancı

olduklarına Allah şahittir. (108.) O mescit içinde sen kesinlikle namaza durma. Ta ilk gününde temeli

takva üzerine kurulan mescit elbette içinde namaz kılmana daha layıktır. Onun içinde günahlarından

arınmayı seven kişiler vardır. Allah da arınmış, ak pak olmuş olanları sever. (109.) O halde binasını

Allah korkusu ve Allah rızası üzerine kurmuş olan mı hayırlıdır, yoksa binasını yıkılmak üzere olan bir

uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenneme yuvarlanan mı daha hayırlı? Allah, zalimler

güruhunu hidayete erdirmez. (110.) Onların kurmuş oldukları bu türlü binalar, kalpleri parça parça

olmadıkça, kalplerinde bir nifak düğümü olup kalacaktır. Allah, alîmdir, hakîmdir.” (Tevbe suresi)

Allah Resulü (s.a.v.) ayetlerle uyarılınca onları çıkarıp mescidi kullanmak isteyebilirdi ancak

yapmadı çünkü o binanın temelinde fitne vardı. Bu bile oradaki ibadetleri etkilerdi. Onun için

Efendimiz (s.a.v.) oranın ateşe verilmesini istedi. Önce yakıldı sonra yıkıldı ve asla orası bir mescid

olarak kullanılmadı.

Allah Resulü (s.a.v.) bu münafıkları, çok tanınmış ve toplumda itibar sahibi insanlar oldukları

için onları bir şey zanneden insanların hatırına cezalandırmadı çünkü eğer cezalandırsaydı onlara

itibar edenler rencide olmuş olacaklardı. Bu yüzden onlara karşı tedbirli olmayı sağladı ve ümmetinin

bu konuda duyarlılık göstermesi için münafıkların kim olduğu sırrını Huzeyfetü’l-Yemânî (r.a.)’ye

vermişti. (S.A.V. ♥)

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 27. BÖLÜM (BİTMEK BİLMEYEN DAVET HIRSI: HEYETLER YILI)

 





HERKES İÇİN SİYER - 27. BÖLÜM (BİTMEK BİLMEYEN DAVET HIRSI: HEYETLER YILI)


Bismillahirrahmanirrahim.


• HIRS


Hırs açgözlülük, doymak bilmeyen nefis, kanaatsizlik demektir ancak iki alanda hırs caizdir:

İlim ve davet. İlim bir okyanustur, eğer aldığımız ilmi yeterli görürsek zarardayız demektir. Davet de

cihattır, emr-i bil maruf neyh-i anil münker’dir (iyiliği tavsiye etmek, kötülükten sakındırmak).

Allah Resulü’nde ve sahabenin her birinde bu davet hırsı vardı. Allah Resulü (s.a.v.) hastalanıp

yatağa düştüğünde bile iki özel derdi vardı: Üsâme ordusu ve Müslümanların namazı.

“Lekad câekum rasûlun min enfusikum ‘azîzun ‘aleyhi mâ ‘anittum harîsun ‘aleykum bilmu/minîne

raûfun rahîm(un). / Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya

düşmeniz ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün (hırslı), mü’minlere karşı da çok şefkatli ve

merhametlidir.” (Tevbe 8/128)

(ǃ) Hırsı terbiye edip doğru yerde kullanmak gerekir.


• EFENDİMİZ (S.A.V.) HUNEYND’DEN SONRA MEDİNE’YE DÖNÜNCE NE OLDU?


Allah Resulü’nün (s.a.v.) 23 yıllık nübüvvet hayatı kıyamete kadar gelecek bütün

Müslümanlara temel ilkeler olacak niteliktedir.

Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye döndüğünde Zilkade ayının sonlarıydı. O günlerde iki tane

önemli olay yaşandı; oğlu Hz. İbrahim’in gelişi ve meşhur şair Ka’b b. Züheyr’in gelişi idi.


• HZ. İBRAHİM’İN DOĞUMU


Hz. İbrahim’in annesi Mısırlı Hz. Mâriye annemizdir.

Resulullah (s.a.v.) Hatib b. Ebi Beltâ’yı bir davet mektubu ile İskenderiye kralı Mukavkıs’a

göndermişti. Mukavkıs Müslüman olmadı ama bu davetten çok memnun oldu. Allah Resulü ile

dostluk nişanesi kurmak için bir mektup yazdı ve çeşitli hediyelerle Hatib b. Ebi Beltâ’yı uğurladı. O

hediyeler arasında Hz. Mâriye ve kız kardeşi Sirin de vardı. Allah Resulü (s.a.v.) Mâriye ile evlendi,

Sirin’i de Hassan b. Sâbit ile evlendirdi (İfk hadisesinde adı karışan Hassan (r.a.)’ı hem teselli etmek

için hem de Safvan b. Muattal ile arasında yaşananların bir telafisi olsun diye Sirin’i vermiştir).

Allah (c.c.) Efendimiz’e Mâriye annemizden bir evlat ile ikramda bulunmuştu. Hz. Aişe

annemiz “Allah hepimizi ondan mahrum etti, bir Mâriye’yi nasiplendirdi.” dedi. Efendimiz (s.a.v.) de

O’na “Sen Ümmü Abdullah’sın.” diyerek annemizi yeğeni Abdullah b. Zübeyr’in (Hz. Esma’nın oğlu)

annesi kılarak bu künyeyi verdi.

Resulullah (s.a.v.) oğlu doğduğunda yaşı 60’a yaklaşmıştı. Yıllardır kaybettiği evlatlarının

hasretini çektiği için Hz. İbrahim’in gelişi Resulullah’a güzel bir teselli olmuştu. O günden sonra 

Cebrail(a.s.) getirdiği vahyi Resulullah’a iletirken “Ey Ebu İbrahim” diyerek iletti.

Ancak Hz. İbrahim’im ömrü 18 ay kadar sürdü. Efendimiz (s.a.v.) oğlunu ellerindeyken

kaybetti. Sahabeden Abdurrahman b. Avf “Ya Resulallah siz de mi ağlıyorsunuz?” dediğinde Allah

Resulü (s.a.v.) "Göz yaşarır, gönül mahzun olur. Ama biz -bu halde de- sadece Rabbimizin razı

olacağı şeyleri söyleriz. Vallahi Yâ İbrahim! Biz sana çok üzüldük." buyurdu. Sonra Uhud’a dönüp

“Ey Uhud! Eğer bana inen bu hüzün bugün sana inseydi sen bile dayanamaz bu hüzünle

darmadağın olurdun.” diyerek üzüntüsünü dile getirdi.

Allah Resulü (s.a.v.) oğlu İbrahim’i defnettiği gün Medine’de bir güneş tutulması oldu.

Münafıklarda eğer peygamber olsaydı oğlu ölmezdi şeklinde laf yaymaya başladılar. Sahabe de bunu

Hz. İbrahim’in vefatı ile ilişkilendirince Allah Resulü (s.a.v.) insanları topladı ve bir hutbe irat etti.

“Güneş de ay da Allah’ın ayetlerindendir. Allah onlara bir kader, bir yasa çizmiştir. Onun için onlar

birinin ölümü ya da doğumuyla o yasaya aykırı davranmaz.” buyurdu ve böyle şeyler söylemenin

yanlış olduğunu beyan etti.


• KA’B B. ZÜHEYR’İN GELİŞİ


Ka’b b. Züheyr Arap’ın en meşhur şairi idi. Babası Züheyr b. Ebî Sülma da aynı şekilde meşhur

şair ve âlimdi. Züheyr b. Ebî Sülma rüyasında elindeki ipi ikide bir kaçırdığını gördü ve bunu gelecek

son nebiyi kaçıracağına yordu. Oğulları Büceyr ve Ka’b’a son nebinin geldiğini duyarlarsa gidip O’na

tâbi olmalarını vasiyet etti.

Büceyr (r.a.) bir vesile ile iman etti ama bu abisi Ka’b’ı çileden çıkardı ve Allah Resulü

aleyhine şiirler yazmaya başladı. Her şiir de bir şekilde Medine’ye ulaştı. Her bir sözü hançer gibi

yaralıyordu. Büceyr abisinin yazdığı şiirlerden haberdar oldu ve Resulullah’ın da haberdar olması için

O’na okudu. Efendimiz’in çok canı sıkıldı ve hiçbir şey söylemedi.

Daha sonra Ka’b b. Züheyr’in kalbine de iman düştü ve kılık değiştirerek Medine’ye geldi.

Mescid-i Nebevi’de Resulullah’ın yanına oturdu. Kendisini tanıtmadı ve Allah Resulü’ne Ka’b b. 

Züheyr diye bir şairi tanıyıp tanımadığını sordu. Allah Resulü (s.a.v) tanıdığını söyleyince “Şimdi çıkıp 

gelse,sana iman etse, seni o kadar kötülemiş birisine kapını açar mısın?” diye sordu. Resulullah da 

“Yeter ki gelsin.” diye cevapladı. Bunun üzerine Ka’b b. Züheyr orada şehadet getirdi ve kendisini 

tanıttı. Efendimiz (s.a.v.) buna çok sevindi. Ka’b b. Züheyr müsaade isteyerek övgü dolu sözlerle 

Efendimiz’e şiir okudu ve Efendimiz de hırkasını çıkararak ona giydirdi. O günden sonra o şiirin başka 

bir adı olmasına rağmen adına “Kaside-i Bürde” denildi.

Tarihte iki tane Kaside-i Bürde vardır; birisi ve asıl olanı budur, diğeri ise İmam Bûsirî’ye ait

olanıdır. İmam Bûsirî bir cilt hastalığına tutulmuştu, dışarıya bile çıkacak halde değildi. Allah 

Resulü’ne hitaben bir kaside yazdı ve yazdığı gece Efendimiz’i rüyasında gördü. Kasideyi Efendimiz’e 

rüyasında okudu ve Efendimiz de ona hırkasını hediye etti. Bunun için yazdığı kaside “Kaside-i 

Bürde” olarakanılmış ve Ka’b b. Züheyr’inkinden daha meşhur olmuştur.


“Gün olur bir olay gelirse başa 

Kesip ümidi düşme telaşa

Kereminden mahrum eder mi hâşâ

Resûl'ün yaktığı meş'ale sönmez

O kapıyı çalan eli boş dönmez.”



• HEYETLER YILI VE GELEN HEYETLER, YAPILAN GÖRÜŞMELER


Hicretin 9. Yılında beş tane önemli alan vardı:

- Seriyyeler

- Davetler

- Âmiller

- Emirler

- Heyetler

Arap Yarımadası’nda İbn Sa’d’a göre 72 heyet, Dımeşkî’nin tespitine göre 101 tane heyet

vardı. Dikkatle incelendiğince bu sayının daha fazla olduğu görülmektedir.

Müslüman olanların zekât vermesi gerekiyordu ve Allah Resulü (s.a.v.) 12 bölgeye 12 tane

zekât memuru gönderdi.


* Seriyyeler: Nerede İslam ile insan arasında bir engel oluşmuşsa Allah Resulü (s.a.v.) oraya

seriyyeler düzenledi.

Resulullah (s.a.v) Alkame b. Mücezziz ile bir yere seriyye gönderdi. Alkame b. Mücezziz

seriyyenin içerisinden bir grup seçti ve Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî’yi başlarına komutan tayin

ederek görev icabı onları bir yere gönderdi. Abdullah b. Huzâfe es-Sehmî şakacı bir sahabi idi ve

akşamüzeri ateş yakıldığında komutanları olarak sahabeden ateşe atlamalarını istedi. Sahabe

Resulullah’tan öğrendikleri itaat ahlakı ile denileni yapma konusunda tereddüt ettiler. Aralarında ilim

noktasında iyi olan bazı sahabiler böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını söylediler. Döndüklerinde

bu olayı Resulullah’a anlattılar ve Resulullah (s.a.v.) onlara eğer o ateşe atlasalardı ebediyyen

cehennemlik olacaklarını bildirdi çünkü itaat Allah ve Resulü’nün sınırları çerçevesinde idi.

Kayıtsız ve şartsız itaat yoktur. Nisa suresinde Allah’a, Resulü’ne ve emir sahiplerine (Allah ve

Resulüne itaat eden emir sahipleri) itaat edileceği beyan edilmektedir. Ve günahta –Allah’ın

istemediği şeylerde– itaat yoktur. (!)

* Davetler: Allah Resulü (s.a.v.) davet mektuplarını göndermeye devam etmişti.

* Âmiller: Zekât âmilleri Müslüman olanlardan topladıkları zekâtı ilk olarak toplandığı yerde

bulunan ihtiyaç sahiplerine dağıtırlardı. (Aslolan zekâtın yakın olandan uzak olana doğru

dağıtılmasıdır.)

* Emirler: Allah Resulü (s.a.v.) gelip Müslüman olan heyetlere ya da seriyyeler ile fethederek

elde ettikleri yerlere valiler ya da kadılar yolladı.

* Heyetler: Gelen heyetlerin sayısı oldukça fazla idi. Allah Resulü (s.a.v) vefat ettiğinde hepsi

Müslüman olmuş durumdaydı. Eskiden insanlar birer birer Müslüman oluyorlardı. Nasr suresi,

Medine’ye gelen heyetlerin fevç fevç gelip Müslüman oluşu üzerine nâzil oldu.


► TEMİMOĞULLARI


Bir bedevi ailesidir. Yaptıkları Hucûrat suresi ile Kur’an’da konu oldu.

Öğle vakti Allah Resulü (s.a.v.) istirahatteyken Medine’ye gelip Resulullah’ın nerede olduğunu

sordular. Sahabe O’nun evinde istirahatte olduğunu söyleyince bekleyemediler ve Resulullah’ın

hücresinin kapısına gidip çok kaba bir biçimde Resullah’a seslendiler. Allah Resulü (s.a.v.) bundan çok

rahatsız ve rencide oldu ancak bir şey demedi. Bunun üzerine Hucûrat suresi nazil oldu.

Surenin ilk beş ayeti Resulullah ile sahabe arasındaki ve Resulullah ile ümmeti arasındaki

hukuku ortaya koymaktadır. O hukukun dört tane alanı vardır: Hz. Peygamber’e itaat durumu

(getirdiği her şeye teslim olmak) , ittiba durumu (getirdikleri ile amel etmek), ikram durumu

(Resulullah ile en güzel sözlerle konuşmak) ve ihsan durumu (getirdiklerini içimizde hiçbir sıkıntı

duymadan kabul etmek ve O’nun arkasında durmak).

Surenin 6. ve 18. Ayetleri arasında 11 farklı alanın ahlakı öğretilmektedir. Onun için Hucûrat

suresinin bir diğer adı da “Ahlak Suresi” dir.

Hucûrat suresini iyi anlayan bir insan, Peygamber (s.a.v.) ile kuracağı hukuku ve bir başka

Müslüman ile kuracağı hukuku doğru kurar. Hucûrat suresi bizi medeniyetleştirir. (!)

Ayetler “Seslerinizi Peygamber’in sesinin üzerine çıkarmayın! Adımlarınızı Peygamber’in

adımın üzerine atmayın! O’na karşı saygılı ve edepli olun yoksa amelleriniz boşa gider.” demektedir.


Bismillâhirrahmânirrahîm.

“ (1.) Ey iman edenler! Allah’ın ve Rasülünün önüne geçmeyin, Allah’a karşı gelmekten

sakının. Şüphesiz Allah, işitir, bilir. (2.) Ey iman edenler! Seslerinizi, Peygamber’in sesinin üstüne

çıkarmayın, birbirinizle bağırır tarzda konuştuğunuz gibi ona sözü bağırırcasına söylemeyin, haberiniz

olmadan amelleriniz yok oluverir. (3.) Muhakkak ki Allah Rasülünün yanında seslerini kısanlar, işte

onlar, Allah’ın kalplerini takvaya (ulaşması) için imtihan ettiği kimselerdir. Onlara, hem bir

bağışlanma, hem de büyük bir sevap vardır. (4.) (Peygamberin hanımlarının) odalarının (önlerinden

ve) arkalarından seni çağıranlar var ya, bunların çoğu aklı ermeyen (dolayısıyla görgü kurallarını

bilmeyen) kimselerdir. (5.) Eğer onlar, sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi elbette bu, onlar

için daha hayırlı olurdu. Bununla birlikte Allah, çok bağışlayan, çok acıyandır. ”

Bugün bizim “Allah Resulü burada olsaydı şöyle yapardı” gibi söylemlerimiz de O’nun sözünün

üstüne söz söyleme kapsamına girmektedir. Dikkatli olmak gerekir. (!)

Münafıklar bir konuda Hz. Ömer’e gelip “Resulullah böyle bir şey söyledi, sen ne söylersin?”

diye fikrini sorduklarında Hz. Ömer kılıcını çekmiş ve onlara O’nun üzerine sözün söylenemeyeceğini

izah ederek kızmıştır.

Abdullah b. Ömer, hanımını mescide göndermek istemeyen Bilal’e Resulullah’ın buna

müsaade ettiğini, hanımları mescitlerden men etmeyin dediğini iletmiş ve oğlu “Ey babacığım, ama...”

dediği bir anda hemen onu susturmuştur. (Resulullah hayatta değildi ama Hucûrat suresi ortadaydı.)

Din “bana göre”yi kabul etmez!


► NECRAN HEYETİ


Bunlar Hristiyan bir heyetti. Allah Resulü’nün bu heyet ile yaptığı görüşme Âl-i İmrân

suresindeki birçok ayetin naziline sebep oldu.

Efendimiz (s.a.v.) onları mescide götürdü ve onlar orada kendi ibadetlerini yaptılar. Efendimiz

onlara bu imkânı vermişti.

Allah Resulü ile Hz. İsa’nın babası konusunda tartışmaya girdiler. Efendimiz meselenin aslını

anlattığında itiraz ettiler ve ailelerini getirip beraber kimin yalan söylediğini ortaya çıkarmak için

lanetleşmeye (mübâhele) karar verdiler. Aralarındaki yaşlılar, bir Peygamber ile lanetleşenin asla iflah

olmayacağı konusunda onları uyardılar fakat onlar aralarındaki büyükleri dinlemediler.

Ertesi gün Allah Resulü (s.a.v.) ehl-i beytini alarak geldi. (Âl-i Âba (örtünün altındakiler)

buradan çıkmıştır.) Yanında Hz. Fatıma, Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin bulunmaktaydı. Ümmü

Seleme annemiz “Ya Resullah! Biz de senin ehl-i beytin değil miyiz?” dediğinde Efendimiz ona “Sen

yerindesin.” buyurdu çünkü bu konu ayrıydı ve Efendimiz (s.a.v.) “Her peygamberin nesli

kendindendir, benim soyum ise Fatıma’dandır.” demişti. Allah onlara özel bir konum vermiş, onları

her türlü riskten ve manevi kirlilikten arındırmıştır. Onlar kıyamete kadar sürecek olan bu dinin

muhafaza ve intikalinde önemli bir rol oynamışlardır.

Necran heyeti lanetleşmeden vazgeçip geri döndü ve bir müddet sonra da Müslüman oldu.


► TAİ KABİLESİ


Adî b. Hâtim’in babası Hâtim et-Tâî cömertliği ile meşhur bir adamdı. Allah Resulü (s.a.v.) de

cömertleri çok severdi ve bu sebeple Adî ile kız kardeşine çok ciddi ikramlarda bulundu. Bunun

üzerine Adî b. Hâtim de Müslüman oldu.

Adî b. Hâtim Hristiyan olduğu için Allah Resulü’nün huzuruna boynunda bir haç ile gelmişti.

Allah Resulü (s.a.v.) de Tevbe suresindeki ayeti okumaktaydı: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, 

hahamlarını;

(Hristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa bunlar da ancak, bir olan

Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları

her şeyden uzaktır.” (Tevbe 9/31)

Adî b. Hâtim buna itiraz etti ve onları Rab edinmediklerini belirtti. Efendimiz (s.a.v.) de ona

“Din adamlarınız bir hüküm koyduğunda o hükmü Allah’ın hükmünün üzerine çıkarmıyor musunuz?”

diye sordu. Adî b. Hâtim bunu onayladığında Resulullah kim Allah’ın hükümleri dururken o hükümlere

tabi olursa bunun Rab edinmek olduğunu belirtti.

Senin hayatına kim müdahale ediyorsa senin Rabbin O’dur. Hayatı şekillendirenin adıdır Rab.

• Develerle gelen zekâtlar Efendimiz’in ve sahabenin hayatında bir değişikliğe vesile oldu

mu?

Allah Resulü’nün hayatında hiçbir değişiklik olmadı çünkü zenginliğin ahlakını ve geleni nasıl

yönlendireceğini çok iyi biliyordu. Ancak Efendimiz’in eşleri annelerimiz onlardan daha fakir olanların

şimdi daha iyi bir seviyede olduklarını düşünerek bir heyet oluşturmaya ve taleplerini yazmaya kadar

verdiler. biri sözcü olacak ve bu taleplerini Allah Resulü’ne bildirecekti. Her birinin 

istediği de sadece birer elbise idi. Bunu ortaya atan Aişe annemiz olmasına rağmen sonra kendisi bu 

iştenvazgeçti.

Diğer annelerimiz taleplerini Resulullah’a ilettiklerinde Efendimiz (s.a.v.) çok üzüldü ve hiçbir

şey demedi. Mescid-i Nebevi’ye bir çadır kurdurdu ve eşlerine küserek 1 ay evine gitmedi. (Buna Îlâ

hadisesi denmektedir.)

Hz. Ömer o günlerde Âvâli bölgesinde idi. Bu olayı gecenin bir vakti ensar kardeşi İtban b.

Malik’ten öğrendi. Medine’yi Gassanilerin bastığını zannetti. İtban b. Malik daha büyük bir felaket

olduğunu ve Resulullah’ın bütün eşlerini boşamış olabileceğini söyledi. Hz. Ömer bunu duyunca

dünyası başına yıkıldı çünkü o eşlerden birisi de kendi kızı idi. Hemen mescidin yolunu tuttu ve

Resulullah’ın hizmetlisi Rebâh’a Allah Resulü ile görüşmek istediğini söyledi. Rebâh çadıra girip

çıktıktan sonra Resulullah’ın hiçbir şey söylemediğini, yani görüşmek istemediğini bildirdi. Hz. Ömer,

üçüncü kez görüşmek istediğini ve kızı Hafsa ile alakalı görüşmeye gelmediğini bildirince Allah Resulü

(s.a.v.) onu huzuruna kabul etti. Efendimiz çadırındaki hasırında yattığı için yüzünde hasırın izleri

çıkmıştı. Hz. Ömer onları görünce ağlamaya başladı. Kisra, Kayser, krallar, melikler bu kadar rahat

içerisinde iken Allah Resulü’nün yatacak bir yatağı olmadığına ağladığını söylediğinde Allah Resulü

(s.a.v.) “Ya Ömer! İstemez misin dünya onların olsun, ahirette bizim olsun.” dedi.

Hz. Ömer havayı yumuşatıp konuya girmek için “Ya Resullah! Zeyd’in kızı (kendi hanımı Atîke

binti Zeyd’i kastediyor) geçenlerde benden bir şeyler istedi. Ben de yok dedim. Bir müddet sonra bir

daha istedi, bir daha yok dedim. Üçüncü kez isteyince öyle bir yok dedim ki bir daha benim karşımda

konuşamadı.” deyince Allah Resulü tebessüm etti. Hz. Ömer bu fırsattan yararlanarak eşlerini boşayıp

boşamadığını sordu. Efendimiz (s.a.v.) boşamadığını söyleyince bu habere çok sevindi ve sahabeyi de

müjdeledi.

O günlerde içinde bulundukları ay 29 çekiyordu ve süre bitince Resulullah (s.a.v.) evine döndü

ve ilk olarak Aişe annemizin odasına gitti. Nazil olan Ahzab suresinin ayetlerini okudu: “Ey 

peygamber, zevcelerine de ki: Eğer siz dünyâ hayâtını ve onun zînet ve ihtişamını arzu ediyorsanız 

gelin size boşanma bedellerini vereyim de hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allâhı, peygamberini 

ve âhiret yurdunu diliyorsanız şüphe yok ki Allah, içinizden güzel hareket edenler için büyük bir 

mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab 33/28,29)

Efendimiz (s.a.v.) ayetleri okuduktan sonra Aişe annemize ne düşündüğünü sordu ve isterse

annesi ile babasına gidip danışabileceğini söyledi. Bunun üzerine Hz. Aişe annemiz, bir tarafta Allah ve

Resulü dururken diğer tarafta dünyalık nimetleri tercih etmeyeceğini söyledi. Diğer hanımlar için de

“Ya Resullah! Zannetmiyorum ki hiçbir hanımın benim söylediğimin dışında bir söz söylesin.” dedi.

Bu adaletti ve Allah Resulü (s.a.v.) bu adaleti insafı ile sağlamıştır. İnsafı ortaya çıkaran şey ise

kanaattir. Kanaat bozulursa insaf bozulur, insaf bozulursa adalet bozulur. (!)

İnsaf kelimesi Arapça nısf’tan gelir ve yarı demektir; yani bu %50 ben haklı olabilirim, %50 sen

haklı olabilirsin demektir. Bugün adaletsizliğin temelinde yatan da budur çünkü herkes kendisini haklı

görmektedir.

• Allah Resulü (s.a.v.) eşlerinin bir elbise istemelerine neden böyle bir tepki verdi?

Allah Resulü (s.a.v.) bu ümmetin en önündeki insandı ve öndeki insanın en arkadaki insanın

halinden anlayabilmesi için o seviyede olması gerekir. Hulefa-i Râşidin de bu şekildeydi. Toplumun

önünde olan bir insan mecburen bu noktalara dikkat etmek durumundadır. Bu, imamet çizgisinin bir

gereğidir. Burada aslında bizden istenen ise kanaattir.


• MUAZ B. CEBEL’İN YEMEN’E GÖNDERİLİŞİ


Muaz b. Cebel Yemen’e birkaç kez gitti. Bu gidip gelmelerin birinde Allah Resulü (s.a.v.) Hz.

Muaz (r.a.)’ın parmağında bir yüzük gördü ve bu yüzüğün nereden geldiğini, üzerinde ne yazdığını

sordu. Hz. Muaz, insanlara mektup gönderdiğinde bazı şeylerin çıkarılmasından ya da ilave

edilmesinden endişe ederek bu yüzüğü mühür olarak yaptırdığını ve üzerinde de “Muhammedün

Reesulullah” yazdığını belirtti. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.v.) “Muaz’ın yüzüğü bile iman

etmiştir.” duyurdu.

Allah Resulü’nün gözünde Muaz b. Cebel’in büyük bir değeri vardı. O âlimlerin imamıdır.

Efendimiz ona birçok olaylara şahit olabileceği bir yere gideceğini ve o olaylarla karşılaştığında neyle

hüküm vereceğini sordu. Muaz b. Cebel önce Allah’ın kitabı ile, orada bulamazsa Resulullah’ın sünneti

ile hüküm vereceğini, orada da bulamazsa kendi içtihadına başvuracağını söyledi. Allah Resulü (s.a.v.)

bundan memnuniyet duydu ve “Allah’ın Resulü’nün resulünden O’nu memnun edecek cümleler

duyduğum için hamdolsun.” demiştir.

İçtihat herkesin yapabileceği basit bir şey değildir. İçtihat, Allah’ın kitabı ve Peygamberin

sünneti Muaz b. Cebel gibi biliniyorsa yapılacak bir iştir. Muaz b. Cebel gibi ilme muvafık ve hâkim

olmak lazımdır. İlme hâkim değilsek had bilmemiz gerekir. (!)

*



KENDİMİZE NOT:


Sahabeden Sabit b. Kays sesi oldukça gür birisiydi. Hucûrat suresinin buyruğu üzerine

Resulullah’ın sesini bastırırım endişesi ile kendisini eve kapatmıştı çünkü gelen ayetleri üzerine almış

ve sesi ile Resulullah’ın önüne geçmekten korkmuştu. Bu sebeple bizler de Hucûrat suresinin meal ve

tefsirini üzerimize alarak okuyalım.

Efendimiz (s.a.v.) sahabelerine dönerek; “Allah’a günahsız dillerle dua edin” buyurdu.

Efendimizin bu sözünü işiten sahabeler: “Ey Allah’ın Resulü, bu nasıl mümkün olabilir?” diye sordular.

Bunun üzerine efendimiz şöyle buyurdu: “Birbirinize dua edin! Çünkü ne sen onun, ne de o senin

dilinle günah işlemiştir”

“Bir Müslümanın, yanında bulunmayan din kardeşine yapacağı dua kabul olunur. Bir kimse

din kardeşine hayır dua ettikçe, yanında bulunan görevli bir melek ona, ‘Duan kabul olsun, aynı

şeyler sana da verilsin.’ diye dua eder.” (Müslim, Zikir 87, 88; İbni Mâce, Menâsik 5)


Yapılacak en güzel dua da “ALLAH RAZI OLSUN.” demektir.

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 26. BÖLÜM (BİR MEKTEP OLARAK HUNEYN)





HERKES İÇİN SİYER - 26. BÖLÜM (BİR MEKTEP OLARAK HUNEYN)


Bismillahirrahmanirrahim.


• KADİR GECESİ NEDEN ÖNEMLİ?


Kadir gecesi değer ve kıymeti Kur’an’da anlatılan çok önemli bir gecedir. Allah’ın rahmeti ve

mağfireti her ayda ve her andadır. Ancak bu rahmet ve mağfiret farklı sürprizlerle, farklı mükâfatlarla

gelir. Allah, kulları ile Rahman ve Rahim isimleri ile bağ kurar. Bu gecelerdeki rahmete ve mağfirete

ulaşma adına Allah’ın bize sundurduğu özel ikramlara muhatap oluyoruz.

Bu gecenin en önemli ameli duadır. Bunu Âişe annemizin sorduğu sorudan öğreniyoruz. Hz.

Aişe Resulullah’a “Nasıl dua edeyim?” diye sordu çünkü Efendimizin Kadir gecelerini nasıl ihya ettiğini

biliyordu. Allah Resulü (s.a.v.) de “Allahümme inneke afüvvün kerimün tuhibbül afve fa’fü anni.

(Allah’ım! Sen çok affedicisin, affetmeyi seversin. Beni bağışla!” diye dua etmesini buyurdu. Bu

duada Afuvv isminin zikredilmesi ile Kadir gecesi arasında çok ciddi bir münasebet vardır. Bu gece tan

yeri ağarana kadar duaları bırakmamak gerekir çünkü bu gece duamızla yüceliriz, duamızla esen

rahmet rüzgârlarına denk geliriz ve o rüzgârın getirdiği müjdeye erişiriz. (inşallah)


• HUNEYN’E GİDEN SÜREÇ


Allah Resulü (s.a.v.) fetihten sonra Mekke’yi Medineleştirdi çünkü Medine bir modeldi,

Mekke de aslında Yesrib’di. Orada günah ve küfür hâkimdi. (Kalpler, evler, toplum, şehirler ve âlem

Medineleşmelidir. Uhud’dan aldığımız ilhamla Medineleştirmenin çabasını vermeliyiz.) Allah Resulü

(s.a.v.) de Medine’de kurduğu modeli her anlamda Mekke’ye taşıdı. Bu sebeple de Mekke’de bir süre

kaldı. Resulullah artık Mekke’de kalacak diye ensarı fetihten itibaren bir endişe sarmıştı. Bazıları

Medine’ye dönemeyeceğini düşünerek ağlamıştı bile ama Allah Resulü (s.a.v.) ensara olan vefası ile

“Hayatım da sizinle, ölümüm de sizinle.” diyerek onlara müjdeyi verdi.

Resulullah (s.a.v.) Mekke’deki putları temizledikten sonra Halid b. Velid’i Uzza putunu kırması

için görevlendirdi çünkü Halid b. Velid putu kırarken kendisini izleyen insanlara kimliği ile de bir 

mesaj verecekti. Amr b. Âs’ı Süvâ putunu yıkmaya, Sa’d b. Zeyd el-Eşhelî’yi Menat putunu yıkmak 

için gönderdi. Bunlar üç büyük puttu ama başka putlar da vardı. Hevâzin’de de putlar vardı ve kırılan

putlar hala putperest olanların korkularını arttırdı.

Allah Resulü (s.a.v.) bazı seferler düzenlemeyi düşünüyordu ama ilk seferi Hevâzin’e yapmak

aklında yoktu. Hevâzinliler Hz. Peygamber putları kıra kıra geldiği için sıra kendilerine de geleceğini

düşündüler ve O gelmeden biz gidelim dediler ve bu sebeple 20.000 bin kişilik ordu hazırladılar.

Kabile reisleri 30 yaşlarında olan Mâlik b. Avf isimli biriydi. Mâlik, Efendimize karşı büyük bir kin

besliyordu (sonrasında Müslüman oldu).

Efendimiz (s.a.v.) Abdullah b. Ebî Hadrad isimli bir sahabiyi bilgi alması için gönderdi. Abdullah

b. Ebî Hadrad gözlemlerinde bir hazırlık, bir hareketlilik olduğunu gördü ama detaylı bir bilgi

getiremedi.

Huneyn’in oluşum şartlarına baktığımızda Efendimizin diğer seferlerinde olduğu gibi çok ciddi

hazırlıklar olduğunu göremiyoruz çünkü Huneyn ani gelişen bir sefer oldu ve Efendimiz de büyük bir

sefer olacağını kestiremedi.


Allah Resulü (s.a.v.) 12.000 (10 bini ile Mekke’ye gelmişti, 2 bini sonradan Müslüman oldu)

kişi ile yola çıktı. Mekke’ye vali olarak Attab b. Esid’i atamıştı, sefer için çıkacağında da dini meseleler

ile ilgilenmesi için Muaz b. Cebel’i bıraktı. Ordunun içerisinde halen imanlarını oturtamamış insanlar

da vardı, ganimet arzusu ile gelenler de vardı çünkü Resulullah hangi savaşa girse galip gelecekti,

Hevâzin de zengin bir kabile idi. Bu sebeple en öne geçenler olmuştu.

Kur’an’da 28 gazve ve 55 seriyye ile alakalı birçok ayet vardır ancak sadece Bedir ve Huneyn

gazvelerini isim olarak anar çünkü ikisinin üzerinden inanılmaz mesajlar verilmektedir. Birbirleri ile

mukayeseleri vardır: Bedir’de Müslümanların sayıları az, düşmanı güçlü idi ama sayılarının azlığına

takılmadan Allah’a tevekkül edip zafere ulaşmışlardı. Huneyn’de ise Müslümanlar sayıca kalabalıktı ve

sayılarına güvenip Allah’ın verdiği zafer unutulduğu için işin bidayetinde yaşanmış bir imtihan ortaya

çıktı. (Asla bir Müslüman gücü ve kuvveti ne kendine ne bir başkasına bağlayamaz. Allah’a inanıyorsa

tedbirden sonra tevekkülü zedeleyecek hiçbir şey olmamalıdır. Şu iki ilkeyi asla unutmamalıyız: “Ve la

kuvvete illa billah (Güç ve kuvvet sadece Allah’tadır). Hasbünallahü ve nimel vekil (Allah bize yeter,

O ne güzel vekildir.)” Müslümanlardan bazıları kim durur artık bizim önümüzde diye düşündü ve

Allah da “Sizin gücünüz bendendir.” diye onlara hatırlatma da bulundu.


• YAŞANANLAR


Mekke’de fetih ezanının okunduğu tarih 19 Ramazan’dı. Huneyn’e giriş tarihi de 8 Şevval idi.

Yani arada 20 günlük gibi kısa bir zaman dilimi var. (Huneyn Mekke’ye 30 km kadar uzaklıkta bir

yerdir.)

Efendimiz (s.a.v.) sahabeye savaşa ait birçok şey söyledi. Sabah namazından sonra Huneyn

vadisine doğru gelinecekti. Düşmanın orada olduğuna dair de bilgi alınmıştı. Malik b. Avf, bu bizim

için bir ölüm kalım savaşı diyerek 20.000 savaşçıyı toplamış, üstelik herkesin kadınlarını, çocuklarını 

ve hayvanlarını da savaş meydanına getirmişti. Bu Arapların asla yapmadığı bir şeydi. Malik b. Avf 

bunu iki amaçla yapmıştı:

- Askerler düşmanla karşı karşıya kaldığında bilsin ki bu kendileri için bir ölüm kalım savaşı idi.

Tam anlamıyla savaşmazlarsa aileleri ve çocukları Müslümanların eline esir düşebilirdi. Mallarını

kaybedebilirlerdi. Bunun için askerlerinin heyecana gelmesini amaçladı.

- Müslümanların gözüne çok görünmek istedi. Bunun için de öne mızraklıları, arkasına

okçuları, arkasına süvarileri, arkasına develeri ve onların arkasına da hayvanlar ile çocukları

yerleştirdi. Büyük bir gürültü oluşmuştu. Vadinin iki tarafına da okçular yerleştirdi.


• DAĞILAN İSLAM ORDUSU


Müslümanlar sayılarının çokluğuna güvenerek savaş meydanına geldiğinde büyük bir şok

yaşadılar. Gürültüyü anlamaya çalıştıkları bir anda ok yağmuruna tutuldular ve İslam ordusu

darmadağın oldu. Öyle bir an geldi ki Efendimiz’in (s.a.v.) yanında bir avuç insan kaldı. Sağ yanında

amcası Hz. Abbas, sol yanında da diğer amcasının oğlu Ebu Süfyan b. Hâris vardı. Hz. Ali, Hz. Ömer 

ve Hz. Ebubekir de oradaydı. O ilk anda Allah Resulü’nün yanında sadece 100 kişi kaldı ve “Ben 

Nebi’yim, bunda yalan yok! Ben Abdulmuttalib’in oğluyum.” diyerek seslenmeye başladı. İnsanlarda 

yeniden bir coşku oluşması için kendisini dedesinin adı ile anmıştı. Müslümanları toparlaması için 

amcası Hz.Abbas’a da bağırmasını buyurdu. Orada Hz. Abbas’a üç çağrı yaptırdı:

“Ey ensar topluluğu!” diye bağırmasını istedi → Ensarı ayağa kaldırmaya çalıştı.

“Ey Semûre biatının ashabı!” → Hudeybiye’de Semûre ağacının altında biatleşmişlerdi. Bu

hatırlatıldı.

“Ey Bakara suresinin ashabı!” diye seslendirdi. → Bakara suresinde İsrailoğulları anlatılıyor.

İsrailoğulları Hz. Musa’yı yüzüstü bırakmışlardı, “Siz de mi beni yüzüstü bırakacaksınız?” demekti bu.

Ebu Vakid el-Leysi (r.a.) rivayet ediyor ki: “Allah Resulü (s.a.v.) ile birlikte Huneyn seferine

çıktık. Biz küfür ve şirk âleminden az bir süre önce ayrılmıştık. Müşriklerin "Zat-ı Envat" dedikleri ve

kutsal saydıkları bir ağaçları vardı. Silahlarını o ağacın altında kuşanırlar, ona ibadet ederlerdi. Yine

böyle ulu bir ağacın altından geçiyorduk. Rasulullah (s.a.v.)' e ; "Ey Allah'ın Rasulü! Bize de onların 

Zatı Envat'ı gibi bir ağaç tayin et." dedik. Rasulullah (s.a.v.) sinirlendi ve “Allahu Ekber! Yine aynı yol.

Yemin ederim ki, İsrailoğullarının Musa'ya ‘Ey Musa! Bunların ilahları gibi bize de bir ilah yap.’

dedikleri gibi diyorsunuz. Şüphe yok ki siz, sizden önceki kavimlerin yolundan yürüyeceksiniz."

cevabını verdi. (Ahmed: 5/218, Tirmizi Fiten: 18)

Sahabe, Bakara ashabı ile kastedileni anlayıp bir anda Allah Resulü’nün etrafına toplandılar.

Hz. Abbas onların halini annelerine koşan çocuklara benzetmiştir ve “Ben yeğenimin cesaretini

biliyordum ama Huneyn’de tam olarak öğrendim.” dedi. Gitmesin diye Resulullah’ın bineğinin ipini

tutuyordu ancak Resulullah (s.a.v.) korkusuzca düşmanın içine daldı. Sahabe toplanıncaya kadar da

mücadelesinden geri dönmedi. Tam bu anlarda önemli üç hadise vardır:

- Daha iman kalplerine oturmamış insanlar “Muhammed (s.a.v.) bizi kandırdı, büyü bozuldu.”

dediler.

- Bazıları “Artık bundan sonra bu ordu mümkün değil ayağa kalkamaz.” dediler.

- Bazıları ise “Hevazin bizim öcümüzü aldı.” dedi.


• ALINMASI GEREKEN DERSLER


* Cihadın fıkhını, mücadelenin fıkhını bilmeyen bir adam Müslümanlarının başının belasıdır.

En kritik anlarda kaçar gider, sana ihanet eder. Fıkıh bilmediği için iyilik yapayım derken zararlar verir.

* Müslüman görünen Şeybe b. Osman b. Ebî Talha’nın tek derdi Allah Resulü’nü öldürmek idi

çünkü babası Osman b. Ebî Talha Uhud’da Müslümanlar tarafından öldürülmüştü. Bu yüzden içinde

iman yoktu. Efendimizi (s.a.v.) buldu ve sağdan yaklaşayım diye düşündü ancak sağında Hz. Abbas

vardı. Sola geçti, solunda Ebu Süfyan b. Hâris olunca yaklaşamadı. En son önüne geçti ve o anda

Resulullahla göz göze geldiler. Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve yanına çağırdı. “Ne yapıyorsun?”

deyince Şeybe hiçbir şey söyleyemedi. Resulullah “Allah’ım! Kalbindeki şeytanı çıkar, onu iyi bir

mümin eyle.” diye dua etti. Şeybe (r.a.) o anda kalbindeki kinin dağılıp sevgi ile dolduğunu

söylemiştir. Resulullah eline kılıcı verdi ve Allah için cihada yürümesini emretti. Şeybe (r.a.) “Vallahi o

anda ölmüş babam dirilip karşıma çıksaydı onu da öldürürdüm. O günden sonra imandan başka bir

şey düşünmedim.” demiştir. Allah Resulü (s.a.v.) taşlaşmış bir kalbi yumuşatmıştır.

* Enes b. Mâlik’in annesi Ümmü Süleym, hamile haliyle Resulullah’ı korumak için göğsüne bir

hançer koyarak savaşa gelmişti. Efendimizin önüne geldi ve kendisini geçmeden kimsenin O’na

dokunamayacağını söyledi. Bir yandan da eşi Ebu Talha’yı arıyordu. Eğer kaçmışsa hançerini ilk onun

tadacağını söyledi. Ebu Talha da o sırada oradaydı ve kaçmadığını belirtti. Efendimiz (s.a.v.) Ümmü

Süleym’in iman coşkusunu takdir etti ama kaçan Müslümanlara kızıp laf ettiği için işine bakmasını

söyledi. (Bazen başkalarının kusurlarıyla uğraştığımız için işlerimizi aksatabiliyoruz!)

Allah Resulü (s.a.v.)’nün çağrısı ile İslam ordusu yeniden ayağa kalktı. Huneyn’in birinci

safhası Uhud’dur, ikinci safhası Bedir’dir. Efendimiz (s.a.v.) yerden bir avuç toprak alıp düşmanların

üzerine fırlattı ve düşmanlar ne olduğunu anlayamadılar. Allah’ın yardımı ile de Müslümanlar zafer

elde ettiler. "Andolsun ki. Allah size birçok yerlerde ve çokluğunuzun sizi böbürlendirdiği fakat bir

faydası olmadığı, yeryüzünün geniş olmasına rağmen size dar gelip de bozularak arkanızı

döndüğünüz Huneyn gününde yardım etmişti." (et-Tevbe 9/25).


• GANİMETLER VE İMTİHANLAR


Savaştan sonra 6000 tane esir, 24.000 deve, 40.000 koyun, 4.000 ukıyye (ağırlık) gümüş,

elbiseler, kılıçlar, kalkanlar vs. birçok ganimet elde edildi. Allah Resulü (s.a.v.) ganimetleri

Cirâne’ye taşıttı.

Efendimiz (s.a.v.) ganimetleri gönderdikten sonra kendisi de Cirâne’ye uğradı. Baktı ki

esirlerin üzerinde elbise yok, gidip Mekke’den elbise getirmeleri için birilerini görevlendirdi.

Ayrıca âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (s.a.v.) esirlerin gölgelik bir yere

alınmasını buyurdu.


• TAİF KUŞATMASI VE CİRÂNE UMRESİ


Askerlerden bazıları kaçıp Taif’e sığınmıştı. Resulullah (s.a.v.) de Taif’e gitti. Taif’teki insanlar

güçlü kalelerine sığınmıştılar ve kuşatma bir rivayete göre 20 gün, bir rivayete göre 1 ay sürdü.

Efendimiz daha fazla eziyet olmasın diye dönmeyi istedi ama sahabeden bazıları devam ettirmeyi

teklif etti ve kuşatmaya birkaç gün daha devam edildi ancak netice değişmeyince dönüp gelmek

zorunda kaldılar.

Dönüş yolunda sahabeden birisi kendilerini perişan etmelerinden dolayı Resulullah’tan

Sakifliler’e beddua etmesini istedi. Allah Resulü (s.a.v.) ellerini açtı ve “Allah’ım! Sakif’e sen hidayet

ver ve onları kendi ayakları ile bana getir.” şeklinde dua etti. Öyle de oldu.

Taif kuşatmasında şehit olanlar vardı. Onlardan bir tanesi de Hz. Ebubekir’in oğlu Abdullah idi.

Hz. Ebubekir’in hilafeti döneminde Taif’ten bir heyet huzuruna geldi. Aralarında meşhur ok ustası Sa’d

b. Ubeyd de vardı. Hz. Ebubekir o ustayı görünce beklemelerini söyledi ve elinde bir okla geri döndü.

Taifliler elinde oku görünce kan davası ile ilgili bir şey söyleyeceğini düşünüp endişelendiler. Hz.

Ebubekir “Bu okun ustası aranızda mı?” diye sordu. Sa’d b. Ubeyd de çekinerek kendisini tanıtınca Hz.

Ebubekir : “Rabbime hamd ediyorum ki o gün bu okla oğlum şehadet şerbetine erişti. Rabbime hamd

ediyorum ki o gün öldürülen benim oğlumdu, öldüren ise sendin çünkü benim oğlum Müslüman, sen

ise o gün küfür üzereydin. Yine Rabbime hamd ediyorum ki bu oku atan şu anda karşımda Müslüman

olarak duruyor.” dedi. (İman ne güzel nimet ♥)

Cirâne’de günlerdir ganimet dağıtılmadığı için insanların bazıları öfkeliydiler. Allah Resulü

(s.a.v.) Taif’ten döndüğünde Hevâzinliler gelir belki düşüncesiyle dağıtımı biraz ağırdan alıyordu.

Sonunda Efendimiz (s.a.v.) ganimeti asker arasında dağıttı. Kalplerinde imana dair sıkıntıları olanların

kalplerini imana ısındırmak için devlete ve kendisine ait olan paylardan da fazla fazla verdi. (Buna

zekâtta müellefe-i kulûb denir). Örneğin Safvan b. Ümeyye Efendimizin yanında duran develere

iştahla bakmıştı. “Ya Resulullah bunların hepsi senin mi?” diye sorunca Resulullah (s.a.v.) “Al hepsi

senin olsun.” dedi ve ona 100 deve verdi. Safvan b. Ümeyye bundan çok etkilenmiş ve kavmine gidip

“Koşun kavmim koşun! Muhammed’in (s.a.v.) getirdiği dine tabi olun. Vallahi Muhammed öyle

veriyor ki ancak bir peygamber böyle verebilir.” demiştir.

Ancak bu durum Ensarın bazı gençleri arasında hoşnutsuzluk oluşturdu. Allah Resulü (s.a.v.)

için “Adam kendi adamlarını buldu, bizi unuttu.” dediler. Efendimiz (s.a.v.) bunu duyunca çok üzüldü

ve Ensarın liderlerinden Sa’d b. Ubade’yi çağırdı. Duyduklarının doğru olup olmadığını ve kendisini ne

düşündüğünü sordu. Sa’d b. Ubade onlar gibi düşündüğünü söyleyince Allah Resulü daha çok üzüldü.

Bunun üzerine Ensarın bir yerde toplanmasını istedi ama sadece onların olmasını, aralarına

başkalarını almamalarını emretti. Konuşmasında önce Ensara kazandırdıklarını hatırlattı. “Siz birbiriniz

arasında kavga ederken (Evs-Hazrec kavgası) Allah benim vesilemle kalplerinizi ısındırdı. İmanla sizi

zenginleştirdi ama siz şimdi benim hakkımda konuşurken O adam diye konuşuyorsunuz, öyle mi?”

deyince Ensar ağlamaya başladı. Efendimiz (s.a.v.) bundan sonraki süreçte Ensarın faziletlerini anlattı.

“Hiç kimse el uzatmazken siz bana el uzattınız. Evinizi yurdunuzu açtınız. Allah sizin vesilenizle bu

iman davasını bu noktaya getirdi. Vallahi insanların hepsi bir vadiye, Ensar bir vadiye yürüsün, ben

ensarla beraber yürürüm. Benim hayatım da sizinle ölümümle sizinle.” dedi ve Mekke’de

kalmayacağının, kabrinin de Medine’de olacağının müjdesini verdi. Son olarak da “Siz Akabe’de bana

ne için söz verdiniz?” deyince Ensar cennet üzerine biat ettiklerini hatırladı ve ağlaştılar. Sonra Allah

Resulü’nden özür dilediler ve Resulullah’ın verdiği her hükme itaat edeceklerini beyan ettiler.

Esirler ve ganimetler dağıtıldıktan sonra Hevâzinliler Müslüman olmak için geldiklerini

söylediler. Efendimiz onlara üzüntüyle beklediğini ama sonra ganimetleri dağıttığını beyan etti. Sonra

da ganimetlerden kendisine ve Abdulmuttalib’in çocuklarına ait ne varsa hepsini onlara geri

vereceğini beyan etti. Allah Resulü’nün vermesi ile sahabeden bazıları da aldıklarını geri verdi, bazıları

ise vermedi (mesela Uyeyne b. Hısn, Akra’ b. Hâbis). Efendimiz (s.a.v.) borçla onlardan ganimetleri

aldı ve kendi sırtına borç yüklemiş oldu. (Vefat ederken zırhı bir Yahudideydi.) Cirâne’deki en büyük

pay Allah Resulü’ne aitti ancak elinde hiçbir şey kalmamıştı.

Bir bedevi Efendimizin (s.a.v.) cübbesinden çekti ve O’na “Adil ol Ya Muhammed!” dedi. Öyle

çekmişti ki Efendimizin boğazında iz oluştu. Allah Resulü (s.a.v.) de dönüp “Ben adil olmazsam kim

olacak?” demiştir. Yeryüzünün en adil insanı adaletsizlikle suçlanmıştı. Allah Resulü (s.a.v.) o şahsın

ileride Hariciler fırkasının lideri olacağı bilgisine sahipti.

Resulullah (s.a.v.) Cirâne’de her şeyi yaptıktan sonra umre için bugünkü Cirâne mescidinde

ihrama girdi ve sahabe ile beraber Mekke’ye geldi. (Ahbaru Mekke kitabında 300 peygamberin umre

yapmak için Cirâne’den ihrama girdikleri söylenmektedir.) O günlerde aylardan Zilkade ayı idi.

Efendimiz 10 gün daha kalsa hac zamanı gelmişti ama umreden sonra kalmadı çünkü Allah tarafından

izni yoktu. 24 Zilkade’de Medine’ye varmış oldu.

Allah Resulü (s.a.v.) Cirâne’den çıkıp Mekke’ye geleceği zaman Hz. Bilal ezan okurken birkaç

delikanlının ezan ile dalga geçtiğini gördü. Gençleri yanına çağırdı ve onlara ezan okuttu. Gençlerin

başında olan Ebu Mahzûra da okuyunca ona “Sen müezzin olacaksın.” dedi ve birkaç sahabiden ona

ezanı ve kameti öğretmesini istedi. Ebu Mahzûra daha sonra Mekke’nin müezzini oldu.

Allah Resulü (s.a.v.) kömürden elmas çıkaran birisi idi. Eğer nübüvveti hakkıyla anlarsak biz de

elmaslar çıkarabiliriz ama anlamazsak Allah korusun elmasları bile kömüre çevirebiliriz. (!)


* Efendimiz (s.a.v.) okuma yazma bilmiyordu, daha sonra öğrendi mi?


Allah Resulü (s.a.v.) fetâneti üst düzeyde olan birisiydi ve okuma yazma bilmeme gibi bir

durumu olamazdı. Ancak Allah (c.c.) birileri vahye şüphe karıştırmasın diye O’nu bundan mahrum etti.

Bu yüzden Efendimiz (s.a.v.) hayatı boyunca eline kalem almamıştır.

Aişe annemiz okuma biliyordu ama yazmayı bilmiyordu. Efendimiz (s.a.v.) Şifa binti

Abdillah’tan Hz. Aişe’ye ve Hz. Hafsa’ya yazmayı öğretmesini istedi. Kendisi istese pekâlâ 

öğrenebilirdi ancak öğrenmemesi ilahi bir mahrumiyetti.


* Kadir gecesi;


- Değer ve kıymetini nazil olmaya başlamış olan Kur’an’dan alır.

- Bin aydan daha hayırlıdır. Bir gece bir geceye değil, bir gece bin aya kıyasla hayırlıdır,


bir ömre bedeldir.


- Tenezzelü’l melâike, o gece melekler yeryüzüne inmektedir.

- Ruhu’l Emin, Cebrail (a.s.) de yeryüzüne inmektedir. Meleklerin komutanı olarak ve


vahiy getirmek için değil, vahyin sadıklarını tespit etmek için dolaşmaktadır.


- Bu sadece bir anda değil, sabah fecrin aydınlığına kadar devam etmektedir.

* Neden Afuvv ismi?

Afvvv ismi günahları mahvedendir. Allah günahları bağışlayan ve günahları örtendir. Ancak

afuvv ismi daha başkadır. Allah (c.c.) günahları affedip örttüğü gibi afuvv ismi ile sana yaptığını

unutturuyor ve kendisi de hatırlatmıyor. Hiç olmamış gibi günahların kayıtlarını defterinden de

senden de sildiriyor.


“Allahümme inneke afüvvün kerimün tuhibbül afve fa’fü anna.“

“Allah’ım! Sen çok affedicisin, affetmeyi seversin. Bizleri bağışla!”


Âmin.

Devamını Oku »