HERKES İÇİN SİYER - 29. BÖLÜM (İNSANLIĞA EN BÜYÜK MESAJ: VEDA HACCI)

 



HERKES İÇİN SİYER - 29. BÖLÜM (İNSANLIĞA EN BÜYÜK MESAJ: VEDA HACCI)


Bismillahirrahmanirrahim.


• TEBÛKTEN SONRA


Allah Resulü (s.a.v.) bir önceki sene Mekke valisi Attab b. Esid’e haccı yaptırması konusunda

ruhsat vermişti. Mekke fethedildiği için ortada artık bir engel de yoktu ancak insanlar ne yapacaklarını

bilmedikleri için Efendimiz’den gelecek bir haberi bekliyordu. Sahabe merak içerisindeydi. Efendimiz

(s.a.v.) ise Cebrail (a.s.) aracılığı ile aldığı emirler doğrultusunda hareket ettiği için beklemekteydi.

O sırada münafıkların lideri İbn Selûl hastalandı. Efendimiz (s.a.v) onu birçok kez ziyaret etti

ve bu ziyaretlerinin sebebi bizzat İbn Selûl değildi. Maksadı onun etkilediği birçok insana ulaşmak,

ilahi mesajı ulaştırmak, kalplerini iman ile buluşturmak idi. Çünkü gitmeseydi İbn Selûl bunun

üzerinden de Efendimiz hakkında olumsuz nazarlar oluşmasına sebebiyet verebilirdi. Efendimiz

(s.a.v.) onun öleceğini görünce ona Medine’de birçok fitne yaptığını, Es’ad b. Zürare’ye ve Sa’d b.

Muaz’a düşman olduğunu hatırlattı. İbn Selûl ise Allah Resulü’nden kefenlenmek için hırkasını

vermesini ve cenaze namazını kıldırmasını istedi. Efendimiz (s.a.v) onun bu isteğine hiçbir cevap

vermedi.

İbn Selûl vefat ettiğinde oğlu Abdullah Efendimiz’e gelerek babasının taleplerini söyledi ve

Efendimiz de buna tamam dedi. Eve doğru giderken Hz. Ömer O’nu durdurdu ve İbn Selûl’ün münafık

olduğunu, Tevbe suresi ile münafıkların ne kadar tevbe etseler de Allah katındaki değerlerinin

değişmeyeceğinin bildirildiğini hatırlattı. “Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme (fark etmez.)

Onlar için yetmiş kez bağışlanma dilesen de, Allah onları asla affetmeyecektir. Bu, onların Allah ve

Resûlünü inkâr etmiş olmaları sebebiyledir. Allah, fasık topluluğu doğru yola iletmez.” (Tevbe

9/80.) Resulullah’a buna rağmen gidecek misin diye sordu. Allah Resulü (s.a.v.) Allah’ın kendisini

muhayyer bıraktığını ve o ayette bir yasağın olmadığını söyledi. “Umuyorum ki binlerce insan ondan

sonra Müslüman olacak. Umuyorum ki yüzlerce insan bundan etkilenecek.” diyerek gitme sebebini de

izah etti. (İnsan yaptığı işi hep sevdiği için yapmaz. Bazı şeylerin hatırı vardır. Allah Resulü (s.a.v.) de

birilerinin hidayete etmesi hatırına gitmek istemiştir.) Ancak sonra gelen ayet Hz. Ömer’i onaylamış

ve gitmemesi konusunda Resulullah’ı uyarmıştır: “Onlardan ölen hiçbirine asla namaz kılma ve

kabrinin başında durma. Çünkü onlar Allah’ı ve Resûlünü inkâr ettiler ve fasık olarak öldüler.”

(Tevbe 9/84.)

Efendimiz (s.a.v) bu ayet o anlarda henüz inmediği için İbn Selul’ün cenazesine gitti ve

namazını kıldırdı. Ama bu İbn Selûl’ün akıbetini değiştirmezdi. Onun ölümü Medine’nin biraz daha

berraklaşmasını ve etkilediklerinin de ön yargılarının kırılmasına vesile oldu.


• HZ. EBÛ BEKİR’İN HACCI VE MÜŞRİKLERE VERİLEN ÜLTİMATOMLAR


O günlerde Zilhicce ayına yaklaşınca Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebubekir’i çağırdı ve onu hac emiri

tayin etti. Hz. Ebubekir bu emri insanlara ilan etti ve hazırlıklarını yapıp yola çıktı (hicri 9). Hz.

Ebubekir’in hemen ardından Tevbe suresinin ilk ayetleri nazil oldu. (Kur’an’ın tek besmelesiz başlayan

suresidir çünkü ültimatomlar vardır, direk hükümler bildirilmiştir.) Antlaşmaya ait bazı şeyler olduğu

için Efendimiz’in (s.a.v) ailesinden birini göndermesi gerekiyordu. Bu sebeple de Hz. Ali’yi Hz.

Ebubekir’in arkasından gönderdi. Onu ültimatom maddelerini Arafat’ta, Müzdelife’de ve Mina’da

insanlara duyurmakla görevli memur tayin etti.

Hz. Ali, eski Arapların geleneği olarak Efendimiz (s.a.v) adına konuşacağı için O’nun bineğine,

Kusva’ya, binerek geldi. Hz. Ebubekir imamete geçip öğle namazı kıldıracağında Kusva’nın sesini

duydu ve Efendimiz’in geldiğini zannederek heyecanlandı. Namazı bitirir bitirmez sese doğru koştu ve

karşısında Hz. Ali’yi görünce Resulullah’ı göremediği için hüzünlendi. Sonra “Ya Ali, amir olarak mı

geldin, memur olarak mı?” diye sordu. Hz. Ali amir olarak geldim dese Hz. EbûBekir anında ona itaat

edecekti ancak Hz. Ali memur olarak geldiğini bildirdi ve ona görevini açıkladı. Beraber haccı

başlatmış oldular.


Hz. Ali, Resulullah’tan aldığı Tevbe suresini insanlara okudu ve dört yeni hükmü duyurdu:


1. Müminlerden başkası cennete giremeyecek. [Buna rağmen insanlar hala Müslüman

olmayanın cennete girip girmeyeceğini tartıştılar.]

2. Müşrikler bundan sonra Kâbe’yi tavaf edemeyecek. Bundan sonra Medine ve Kâbe

dokunulmazdır ve sadece müminlere özeldir.

3. Kâbe bundan sonra çıplak tavaf edilmeyecek. [Araplar bununla ilgili bir sektör oluşturmuştu

ve dışarıdan gelenlere elbiselerinin günahkâr elbiseleri olduğunu söyleyip onlara elbise satıyorlardı.

Parası olmayan çoğu insan da Kâbe’yi çıplak tavaf ediyordu.]

4. Allah Resulü (s.a.v.) kiminle, hangi şartlarda, hangi tarihe bağlı olarak antlaşma yaptıysa o

antlaşma geçerlidir. Antlaşması olmayanlara 4 ay mühlet tanınacaktır, 4 ay sonunda gideceklerdir.

Hicri 9. yılda Hz. Ebubekir’in amirliğinde ve Hz. Ali’nin memurluğunda hac tamamlanmış oldu.

Bu hac sırasında Efendimiz (s.a.v.) Medine’de hacca katılamamanın hüznünü yaşayarak

kendisi için iznin gelmesini bekliyordu.


• HZ. ALİ’NİN YEMEN’E GÖNDERİLİŞİ


Allah Resulü (s.a.v.) bu sıralarda Halid b. Velid’i bir grupla tebliğ ve davet faaliyetleri için

Yemen’e gönderdi. Bir müddet sonra Hz. Halid, Efendimiz’e bir mektup yazdı ve buradaki insanların

laf dinlemediklerini bildirdi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.) Hz. Ali’yi gönderdi.

Hz. Ali orada öyle güzel bir tebliğ çalışması yaptı ki insanlar onu dinlemiş ama Halid b. Velid’i

dinlememişti çünkü Hz. Ali tebliğ ve davet konusunda oldukça kabiliyetli birisi idi. Üslubu ile insanları

etkilemişti. Halid b. Velid de sonra onun başarısının sebebini anlamıştı. Hz. Ali veda haccına kadar

orada kaldı ve daha sonra Efendimiz’in veda haccına yetişti.


• VEDA HACCININ HAZIRLIKLARI


Hicretin 10. yılının Ramazan ayı Allah Resulü’nün son Ramazan’ı idi ve Efendimiz 20 gün itikâf

yaptı. Cebrail (a.s.) ile Kur’an’ı iki kere arz etti (arza-i ahîra). Ramazandan sonra Zilkade ayına

gelindiğinde sahabe Allah Resulü’nün bu sene hacca gidip gitmeyeceği konusunda heyecanlı bir

bekleyiş içerisindeydi. Ara ara bunu Efendimiz’e de soruyorlardı ama bir cevap alamıyorlardı.

24 Zilkade Cuma günü, Efendimiz (s.a.v.) mescitte Cuma namazı kıldıracaktı. Hutbede giriş

dualarını okuduktan sonra Hac ayetlerini de okudu ve sahabe böylece Efendimiz’in hac müjdesini

vereceğini anladı. Allah Resulü (s.a.v.) ayetleri okuduktan sonra bir sonraki gün kendisi ile hacca

gelmek isteyenlerin Zülhuleyfe’de toplanmasını istedi (Zülhuleyfe Mekke’ye 450 km uzaklıktaki en

uzak mikat yeri). İhrama orada gireceklerini ve haccın vazifelerini (menâsik) bildirdi. Hac yolculuğu

böylece bir sonraki gün başlamış oldu.

(Hac mahşerin bir provasıdır. 28 günlük veda haccını sahabenin dikkati sayesinde bugün gün

gün tüm detaylarıyla bilebiliyoruz.)

Efendimiz (s.a.v.) 24 Zilkade Cuma günü haccın haberini vermişti. Cumartesi günü mescitte

cemaate öğle namazını kıldırdıktan sonra Zülhuleyfe’ye geldi (Mescid-i Nebevi’ye 11 km’ uzaklıkta).

Yanında Aişe, Ümmü Seleme ve Safiye annelerimiz vardı. İkindi namazını Medine’nin dışında 

oldukları için yolcu namazı olarak kıldırdı, geceyi de orada geçirdi. Efendimiz’in ilk haccı olduğu için 

onunla beraber olmak isteyen insanlar da orada toplandı. Efendimiz’in bu haccı “Haccetü’l İslam” 

(İslam döneminin haccı), İbn Abbas’ın kullanımı ile “Haccetü’l Belağ” (tebliğ haccı), “Haccetü’l 

Temâm” (tamamlanmış hac) gibi isimlerle adlandırılmıştır. Allah Resulü’nün son haccı olduğu 

anlaşılınca “Haccetü’l Veda” (veda haccı) denilmiştir.

Allah Resulü (s.a.v.) ertesi gün sabah namazını kıldıktan sonra ihrama girdi ve dışarı çıktı.

Dışarıda bir sürü insan vardı. Devesinin üzerine çıkarak yüksek sesle telbiye getirdi. Sahabe de O’nun

arkasından telbiye getirmeye başladı. İslam döneminde ilk kez Resulullah’tan telbiyeyi duyuyorlardı:

“Lebbeyk, Allāhümme lebbeyk. Lebbeyke, lâ şerîke leke lebbeyk. İnne’l-hamde ve’n-ni‘mete leke

ve’l-mülk, lâ şerîke lek.” (Rabbim! Davetine sözüm ve özümle tekrar tekrar icabet ettim, emrine

boyun eğdim. Rabbim! Senin davetine icabet boynumun borcudur. Senin eşin ve ortağın yoktur.

Rabbim! Bütün varlığımla sana yöneldim; hamd senin, nimet senin, mülk senindir. Senin eşin ve

ortağın yoktur). Efendimiz (s.a.v.) sahabeden sesini yükseltmesini istedi ve onlar telbiye getirdiğinde

etraftaki çiçeklerin, taşların, her şeyin kendilerine icabet ederek telbiye getirdiklerini söyledi.

Bunu hakkıyla anlayan Peygamber evladı Hz. Hasan ne zaman telbiye getirse sapsarı kesiliyor

ve bayılacak dereceye geliyordu. Neden böyle olduğunu soranlara; “Bunu bilinçli olarak

söyleyemiyorsak ve Allah bize dese ki ‘Senin lebbeyk’in kabul değil! Senin bu söyleyişin samimi

değil!’ O zaman ne deriz O’na?” demiş ve insanları bunun bilincine vararak söylemeleri konusunda

teşvik etmiştir.

Allah Resulü (s.a.v) etrafındaki binlerce insana bakarak orada; “Ey Allâh’ım! Bunu bana içinde

riyâ ve süm’a (gösteriş ve şöhret) bulunmayan mebrûr ve makbûl bir hac kıl!” diyerek duâ etti (İbn-i

Mâce, Menâsik, 4). Çünkü hac çok havalı bir ibadettir. İnsanın bazen ayağı yerden kesilir. O yüzden

Efendimiz riyâsız ve süm’asız bir hac istedi. Biz de aynı şeyi yapmak durumundayız. (!)


• YOLDA YAŞANANLAR


Tam bu sıralarda Cafer b. Ebî Talib’in hanımı Esma binti Ümeys orada doğum yaptı. Hz. Cafer

vefat ettikten sonra Hz. Ebubekir ile evlenmişti. Hz. Ebubekir doğan oğlunun adını Muhammed b. Ebû

Bekir koydu (İleride Hz. Ali’nin terbiyesinde yetişmiş bir çocuk olacaktı). Hz. Esma doğum yaptıktan

sonra haccı nasıl yapacağı konusunda üzülmüştü. Efendimiz (s.a.v.) ona kendisini iyi hissediyorsa

gelebileceğini söyledi. Hz. Ebubekir gelmesini istemiyordu ancak Hz. Esma o haliyle hacca dâhil oldu.

Hz. Ebubekir başından sonuna kadar Resulullah’ın yanında idi. Efendimizin yiyeceklerini bir

deveye yüklemişti ama Ukbe isimli bir görevli bir şekilde deveyi kaybetti. Sahabe, Efendimiz’in ve

ailesinin azıksız kaldığını duyunca ellerinde olanları Resulullah’a taşıdı. En son Sa’d b. Ubade de bir

şeyler getirince Efendimiz ihtiyaç olmadığını söyleyerek almak istemedi. Bunun üzerine Hz. Sa’d çok

üzüldü. Resulullah (s.a.v.) de “Siz ensar olarak zaten verdiniz ve vermeye doymadınız. Bu sefer de

almamış olayım.” diyerek onu teskin etti. Bu sözler Hz. Sa’d’ın yüreğini biraz rahatlatmıştı.

Hz. Ebubekir deveyi kaybettiği için hizmetlisi Ukbe’ye çok kızdı. Öyle ki neredeyse onu

dövecek kıvamdaydı. Efendimiz (s.a.v.) insanlara Hz. Ebubekir’i göstermiş ve “Hem ihram giymiş hem

de sinirli” diyerek ona latife etmiştir. Allah Resulü (s.a.v.) sahabe ile örnek olacak insanî bağlar

kurmuştu. Bunun için de sahabe O’nun yanında oturmaktan hiç bıkmadı.

Yol devam ederken ihramda olmayan bazı avcılar avlarını getirip Efendimiz’e ikram ettiler.

Aralarından biri gelip “Ya Resulallah! Bunu senin için vurdum ve sana ikram ediyorum.” deyince

Efendimiz bunu yemeyeceğini söyledi. Avı getiren yine ihramda olmayan bir avcıydı ancak Allah

Resulü ihramlıydı ve avcı “senin için” diyerek sununca Efendimiz yemeyeceğini söyledi.


• YAPILAN HAC VE VERİLEN MESAJLAR


Allah Resulü (s.a.v.) Mekke’ye yine Hacûn’dan girdi. Kâbe’nin karşısına gelip Hacerül Esved’i

“Bismillahi Allahü Ekber” diyerek selamladı ve gözyaşlarını tutamadı, dakikalarca ağladı. Sonra

tavafına başladı ve bitirince Makam-ı İbrahim’in orada iki rekât tavaf namazı kıldı. Sahabe sürekli

O’nu izliyordu. İlk rekâtında Kafirun suresini, ikinci rekâtında ihlas suresini okuduğunu gördüler. Aynı

şeyi ihram namazında da yaptığına şahit oldular. (Bu iki sure “la ilahe illallah”ın tefsiridir. Kafirun

suresi → la ilahe; ihlas suresi → illallah. İkisi olmadan tevhid olmaz. Onun için bu iki sureyi çok iyi

öğrenmeliyiz, anlamalıyız.)


Kafirun Suresi


1) De ki: Ey kâfirler. 2) Ben sizin taptıklarınıza

tapmam. 3) Siz de benim ibadet ettiğime

ibadet edecek değilsiniz. 4) Ben de sizin

taptıklarınıza tapacak değilim. 5) Siz de benim

ibadet ettiğime, ibadet edecek değilsiniz.

6) Sizin dininiz size, benim dinim bana.


İhlas Suresi


1) De ki: O Allah birdir. 2) Allah samed (her şey

O’na muhtaç, O kimseye muhtaç değil)’dir. 3)

O doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. 4) Ve

hiçbir şey O’nun dengi değildir.


Allah Resulü (s.a.v.) namazını o gün müsait olduğu için Makam-ı İbrahim’de kıldı ancak illa

orada kılınacak diye bir kaide yoktur. Oranın herhangi bir yerinde de namaz kılınabilir. Zaten Makam-ı

İbrahim’in yeri Efendimiz’in zamanında Kâbe duvarına neredeyse bitişik bir halde idi. Şu andaki yerini

tavafta sıkıntı olmasın diye Hz. Ömer belirlemiştir. Hatta Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ömer’e heybetli olduğu

için Hacerü’l esved’e gitme ve onu öpme konusunda “Eziyet de verme, eziyete de uğrama.” diyerek

tavsiyede bulunmuş ve uzaktan selamlamanın da yeterli olduğunu söylemiştir.

Efendimiz (s.a.v.) namazından sonra zemzem içti ve sonrasında Safa tepesine gitti. Orada bir

müddet durdu, Kâbe’yi seyretti ve yine ağladı. “İnnes safa vel mervete min şeairillah, fe men haccel

beyte evı'temera fe la cunaha aleyhi en yettavvefe bi hima ve men tetavvaa hayran, fe innallahe

şakirun alim.” “Şüphesiz Safa ile Merve, Allah’ın (dininin) nişanelerindendir. Onun için her kim hac ve

umre niyetiyle Kâbe’yi ziyaret eder ve onları da tavaf ederse, bunda bir günah yoktur. Her kim de

gönlünden koparak bir hayır işlerse, şüphesiz Allah onu bilir, karşılığını verir.” (Bakara 2/158.) ayetini

okuyarak Safa ile Merve arasındaki say’ını yaptı. (Bu Hz. Hacer’in rolünü oynamaktır. Hac sembollerle

donatılmış bir ibadettir ve her bir sembol arkasında bir hakikat saklar. Hz. Hacer’in orada koşması bir

gayrettir ve o gayrete bizim ihtiyacımız var!.)

Say bittikten sonra Allah Resulü’nün normalde tıraş olması lazımdı ama hacc-ı kıran yaptığı

için tıraşını olmadı. Umresini bitirmişti şimdi haccını yapacaktı.

Edâsı itibariyle hac üç çeşittir:

* Haccı ifrad: Yalnız hac yapmak için ihrama girilir. Umre yoktur.

* Haccı kıran: Kıran yaklaştırmak demektir. Umre ve haccın tek ihramla yapılmasıdır.

* Haccı temettü: Temettü yararlanmak demektir. Umre yapıldıktan sonra ihramdan çıkılır.

Hac için yeniden ihrama girilir.

Efendimiz (s.a.v) daha sonra Hacûn’a (Hz. Hatice annemize) yakın bir yerde kurdurduğu

çadırına çekildi. İnsanlar gelip O’nu evlerine davet ettiler ama O (s.a.v.), arkadaşları ile kalması

gerektiğini söyleyip hiçbirinin teklifini kabul etmedi. Amcasının kızı Ümmü Hanî’yi bile bu konuda

reddetti. Ve insanların farzlarına engel olmamak için Kâbe’ye tekrar tavaf yapmaya bile gitmedi.

Çadırında kaldı. (Hac günlerinde büyük bir izdiham oluştuğu için başkalarının da farzlarını

tamamlaması konusunda sıkıntı olmamak gerekir!.)

Terviye günü (Arafat’tan bir gün önce) Allah Resulü (s.a.v.) Kâbe’de sabah namazını kıldı ve

insanlarla birlikte Mina’ya gitti. Çadırına yerleşti (bugün Mescid-i Hayf’ın bulunduğu yer) ve öğle,

ikindi, akşam, yatsı ve bir sonraki günün (arefe gününün) sabah namazını burada kıldı. (O günler

duaların ve tesbihatın çoğaltılması gereken günlerdir.)

El-haccu arefe: Hac, arefe vakfesinden ibarettir.

Sahabe ertesi gün sabah, Arefe gününde, Efendimiz’den önce Arafat’a gidip (bugün Mescid-i

Nemira’nın bulunduğu yerde) çadırını kurmuştu. Efendimiz de Mina’da sabah namazını kıldıktan

sonra 100 bini aşkın insanla Arafat’a doğru yola çıktı. (Zülhuleyfe’de 30-40 bin kişi ile yola 

çıkılmışken hacda sayı 100 bini geçmiştir.)

İbn Abbas (r.a.) Arafat’a geldiğinde Efendimizin her anını izlemiş ve yüzünde büyük bir

hüznün olduğunu görmüştü. Allah Resulü (s.a.v.) birçok kez secdelerini uzattığında O’nun vefat

ettiğini zannetmişlerdi. Secdede dualarını uzatırken Resululah’ın ne için bu kadar dua ettiğini çok

merak etmişler ve dikkat ettiklerinde de “Ümmetî, ümmetî” dediğini duymuşlardı. Efendimiz (s.a.v.)

hac boyunca hep bu haldeydi.

Efendimiz (s.a.v) öğle vaktinde öğle ile ikindiyi cem’i takdim yaparak (Öğle vaktinde ikisini

beraber kılmak) ve kısaltarak (kasr) kıldı ve orada hutbeler irat etti. Ondan sonra vakfeye durdu.

Vakfeye durmak, durmaya durmak demektir. Vakfe aslında duruştur. Duruşunu bilmeyen bir

insan yürüyüşü de öğrenemez. Orada Allah Resulü’nün âleme öğrettiği esas duruş vardır. Allah’ın

karşısında vakfe etmek, başka hiç kimsenin karşısında durmamak demektir. Arafat mağfiret,

Müzdelife şuur, Mina aşk diyarıdır. Marifeti ve şuuru kavrayamayan bir insanın aşkı Allah’ın razı

olacağı bir aşk değildir. Mağfiret ve şuur olmadan da aşk olmaz. Aşk eylem ister.

Resulullah (s.a.v.) vakfesinden sonra da dua dua yakardı. Akşam vaktine yakın gitmeye

hazırlandığında İbn Abbas (r.a.) yine aynı hüznü gördü ve Resulullah’a nedenini sordu. Allah Resulü

(s.a.v.) sabahtan beri Rabbine niyazda bulunduğunu ve Allah’ın da “Mazlumlar mağfiretime nail

olacaklar ama ben mazlumların hakkını zalimlerden alacağım.” dediğini söyledi. Efendimiz (s.a.v)

zalim kulların da affedilmesini istiyordu, hüznü bundandı.

En büyük zulüm Allah’a şirk koşmaktır. Bu Allah’ın hukukudur. Allah’ın hukukunu ve kulların

hukukunu gasp eden kişiye zalim denir.

Efendimiz böyle bir haldeyken Müzdelife’ye geldi ve burada cem’i te’hir yaptı (yatsı vaktinde

akşam ile yatsıyı beraber kılmak). Burada geceledi, sabah namazını da burada eda etti ve vakfeye

durduktan sonra Mina’ya doğru hareket etti. Efendimiz (s.a.v.) Müzdelife’den hareket edeceği sırada

gülümsemeye başladı ve sahabe de bunu hemen fark etti. Hafsa annemizden ne olduğunu sormasını

istediler. Efendimiz (s.a.v.) dişleri görünürcesine gülerek ümmetinin affedildiğini ve şeytanın bunu

duyunca üzülüp yerden toprak alarak başına attığını, onun o haline güldüğünü söyledi.

Mina’da büyük, orta ve küçük olmak üzere üç tane şeytan vardır. Efendimiz (s.a.v.) Mina’ya

geldiğinde ilk gün büyük şeytana 7 taş attı. İkinci gün üçüne de yedişer tane taş attı. Üçüncü gün de

üçüne yedişer taş attı. Toplam 49 taş atmış oldu. Üçüncü gün yine Mina’da gecelerse dördüncü gün

de yedişer tane atacaktı (toplam 70).

7-49-70 kesretten mecaz yani bitmeyen bir savaştır. 7 taş atma, tavafta 7 kere dönme, sa’y’da

7 defa gidip gelme şeytanla Allah’ın istediği kadar hesaplaşmanın birer sembolüdür.

Mina’daki şeytan taşlama bize Hz. İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban etmeye götürdüğünde

şeytanın vesvesesine karşı atmış olduğu taşlardan kalan mirastır. Aynı zamanda bugün büyük şeytan

firavunu, orta şeytan Karun’u, küçük şeytan Bel’am’ı temsil etmektedir. Büyük şeytanı “Allah’tan

başka ilah yoktur.” (Rabb olmaya yeltenen kim varsa hepsiyle savaş halindeyiz) diyerek; orta şeytanı

“Mülk Allah’ındır.” diyerek; küçük şeytanı “Din Allah’ındır. Allah’ın dini hiçbir şeye alet edilmeyecek

kadar önemlidir.” (Kim dinini siyasetine, ticaretine, menfaatine alet ederse o Bel’am’dır.) diyerek

taşlarız. Ve aslında o taşları kendi içimizdeki zafiyetlerimize, kusurlarımıza, kalbimizdeki

bozulmuşluklara, şeytanın vesveselerine atıyoruz.

Allah Resulü (s.a.v.) birinci gün büyük şeytanı taşladıktan sonra Kâbe’ye geldi ve ziyaret

tavafını yaptı. Sonra kurban kesecek ve tıraş olacaktı. Efendimiz kendisi ile beraber 100 deve

getirmişti. (Aslında Zülhuleyfe’de bir tane, yolda da yüz tane alarak toplam 101 deve ile gelmişti)

Develerden 63 tanesini her bir yaşı için bizzat kendisi kesti ve her birisinden bir parça aldı, pişirtip

yedi. Kalanları da Hz. Ali kesti.

Efendimiz (s.a.v.) berberi Muammer b. Abdullah’a saçlarını kazıttı. Bazı sahabeler Efendimiz’i

daha görmedikleri için saçlarını kısaltmışlardı, bazıları da kazıtmıştı. Bu yüzden bunun nasıl olması

gerektiğini Efendimiz’e danıştılar. Efendimiz de onlara üç kez “Saçlarını kazıtanlara Allah merhamet

etsin.”, bir kez de “Saçlarını kısaltanlara da Allah merhamet etsin.” diyerek saç kazıtmanın önemine

işaret etmiştir. (Bu, Allah için feda etmek demektir ve saçlarla beraber günahlar da bırakılmış olur.)

Efendimiz’in haccı böylece tamamlanmış oldu. Sonraki günlerde de yine Mina’da şeytan

taşlamaya devam etti.

Bu süreç içerisinde Resulullah (s.a.v.) Arafat’ta, Müzdelife’de ve Mina’da üç ya da beş tane

hutbe irat etti. (Veda hutbesi tek bir metin değil, bu hutbelerin birleştirilmiş halidir ve Efendimiz’in

bazen bir yerde söylediği cümleleri başka yerlerde de ısrarla tekrarladığı olmuştur.)

Hutbelerdeki mesajlar sadece Müslümanlara değil tüm insanlığa söylenmiştir ve

Müslümanların yaptığı haccın insanlığa mesajı vardır.

“Ey insanlar! Sizlere açıklayacağım hususları çok iyi dinleyiniz! Zira bu yıldan sonra sizlerle

bu yerimde bir kere daha buluşabilecek miyim bilmiyorum.”

Resûlullah (s.a.v.), hitabelerinin sonunda ashaba Allah’ın kendisine verdiği tebliğ görevini

yerine getirip getirmediğini sormuş ve “evet” cevabını alınca, “Tebliğ ettim Allah’ım, şahit ol!”

demiştir.

“Her kimin yanında bir emanet varsa onu hemen sahibine versin.” → Emanet ahlakı!

“Muhakkak ki cahiliye âdeti olan faiz kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım faiz amcam Abbas b.

Abdulmuttalib'in faizidir. Bütün kan davaları kaldırılmıştır. İlk kaldırdığım kan davası da amcamın

oğlu Rebia b. Hâris b. Abdülmuttalib’in kan davasıdır.” → Bedelini yine evvela ailesine ödetmiştir.

“Ey insanlar! Muhakkak ki kadınlarınızın sizin üzerinizde hakları vardır. Sizlerin de

kadınlarınızın üzerinde haklarınız vardır.” → Kadınlar size Allah’ın emanetidir. Emanet demek

‘istediğin her şeyi yapamazsın; sen şahitsin, sahip değilsin’ demektir.

“Ey insanlar! Muhakkak ki müminler kardeştir.” → Kardeşlik hukuku! Cahiliyenin en önemli

hastalığı olan asabiyeti ayaklar altına almıştır.

“Ey insanlar! Şüphe yok ki Rabbimiz birdir. Babanız da birdir, her biriniz Âdem’in

çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allah katında en kıymetliniz en takvalı olanınızdır. Arap'ın

Acem'e bir üstünlüğü yoktur ve müminler bir tarağın dişleri gibidir. Üstünlük ancak takva iledir.”

Allah Resulü (s.a.v.) sözünü söyledikten sonra her seferinde “Dikkat buyurun tebliğ ettim

mi?” diye sormuş, ashab da hep bir ağızdan evet diye cevaplayınca “Tebliğ ettim Allah’ım, şahit ol!”

demiştir.


• GADİR-İ HÛM HADİSESİ


Hz. Ali hacca yetişmek için Yemen’den geliyordu. Gelirken de yanındaki askerleri

beraberlerinde getirdikleri zekâta ve hediyelere el sürmemeleri konusunda tembihledi ve dönünce

Efendimiz’in pay edeceğini söyledi. Oradaki insanlar da üstleri iyi olmadığı için Resulullah’ın 

huzuruna güzel elbiselerle çıkma niyeti ile getirdikleri elbiselerden giyindiler. Hz. Ali gelince buna çok 

sinirlendi ve aralarında bir cedelleşme oldu. Sonra insanlar arasında ciddi bir şekilde Hz. Ali’nin 

dedikodusu yapılmaya ve hakkında ileri geri konuşulmaya başlandı. Efendimiz (s.a.v.) de bu meseleyi 

duyunca Gadir-i Hûm bölgesine geldi. Bu bölge konaklamaya müsait olmamasına rağmen orada 

konakladı ve bir hutbe irat etti.

Şia, nakledilen bu hutbeden bambaşka bir sonuca vararak Allah Resulü’nün Hz. Ali’yi hilafete

tayin ettiği kanaatine vardı. Ancak aslolan ehl-i beytin hukukunun muhafazası idi. Ortada bir hilafet

ilanı falan yoktu. Olmadığının en bariz kanıtı da Hz. Ali’nin kendisidir çünkü Resulullah böyle bir şeyi

emanet etseydi o bunu canı pahasına üstlenirdi ve sessiz kalmazdı. Hz. Ali “Haklı olmak kadar haklı

kalmak da mühimdir.” demiştir. Hz. Ali’nin haklı kalması için o hilafeti alması gerekirdi.

Allah Resulü (s.a.v.) hutbesinde ehli beytine olan sevginin kendisini hoşnut edeceğini söylemiş

ve oradakilere “Ben kimin mevlâsı (dostu) isem Ali de onun mevlâsıdır. Allah’ım, onu seveni sev, ona

düşman olana düşman ol!” demiştir. Hz. Peygamber’in bu açıklamalarından sonra orada bulunanlar

sırasıyla gelip Hz. Ali’yi tebrik etmişler. (Allah bizleri ehl-i beyt ile haşreylesin inşallah. Âmin.)