KİBİR BAHSİ -10

Bundan sonra Allah Teâlâ insanoğlunun üzerindeki nimetini zikrederek şöyle buyurmuştur:
Ondan iki çifti; erkeği ve dişiyi var etti. Bunları yaratan, ölüleri diriltmeye kâdir değil mi?(Kıyâmet/40)

O meniden erkek ve dişi iki eş yarattı ki üremek suretiyle insan varlığı devam etsin! Nitekim insan varlığının başlangıcı bu ise, onun durumları böyle ise, öyle bir kimseye haddini aşmak, kibir ve gurura kapılmak, böbürlenmek ne gerek? O kimse hakikatte hasislerin en hasisi, zayıfların en zayıfıdır. Fakat böbürlenmek, hasis kimsenin âdetidir. Hasisliğinden yüceldi mi burnu büyür, büyüklük taslar. Bu da öncesinin hasisliğine delâlet etsin diye böyle olmuştur. Günahtan dönüş ve ibâdete yöneliş ancak Allah'ın kuvvet ve kudretiyledir.

Evet! Eğer Allah Teâlâ, insanoğlunu kemâl derecesine getirip onun işini ona havale etse, onun ihtiyarıyla varlığını devam ettirse, insanın tuğyan etmesi, başlangıç ve sonucunu unutması mümkündür. Fakat Allah Teâlâ varlığın devamında çeşitli afetleri, acı balgam, yel ve kandan mürekkep olan zıt unsurları (elementleri) ona musallat kılmıştır. Onların bazısı, onun cüzlerinden bir kısmını istese de istemese de yıkar. O, ister istemez acıkır. İster istemez susar. İster istemez hastalanır. İster istemez ölür. Nefsine ne bir fayda, ne de bir zarar veremez. Ne şer, ne de hayr getirebilir. Bilmek ister, cahili olur. Almak ister, unutur. Bir şeyi unutmak ister bir türlü unutamaz. Kalbini, kendini ilgilendiren şeye çevirmek ister, vesveselerin içine dalar. Kısacası kalbine, nefsine sahip olamaz. Birşeyi ister, oysa çoğu zaman o şey helâk eder. İlaçlardan tiksinir, oysa ilaçlar ona fayda verirler. Gece ve gündüzün bir lâhzasında kulak ve gözünün dumura uğramasından, azalarının felç olmasından, aklının gitmesinden, ruhunun çıkıp uçmasından emin değildir. Dünyasında sevdiği herşeyin kendisinden alınmasından emin değildir. Bu bakımdan insan mecbur ve zelil bir yaratıktır. Eğer terkedilirse devam eder. Eğer götürülürse yok olur. Başkasının da hiçbir şeyine gücü yetmez. O halde insandan daha zelîl ne olabilir? Keşke insan nefsini tanımış olsaydı! Eğer cehalet olmasaydı kibrin nefsine yakışmayacağını fark ederdi. İşte insanoğlunun durumlarının normali budur. Bu bakımdan insanoğlu bunu düşünmelidir. İnsanoğlunun akibeti ve varacağı nokta ise şu ayetle işaret edilen ölümdür:

Sonra onu öldürdü de kabre koydu. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek!(Abese/21-22)
Âyetin mânâsı, Allah insanın ruhunu, kulağını, gözünü, ilmini, kudretini, hissini, idrâk ve hareketini insandan alacaktır. İnsan başlangıçta olduğu gibi cansız bir şeye dönüşecektir. Onun sadece âzalarının şekil ve sureti kalır. Onda his ve hareket diye birşey kalmaz. Sonra toprağa konur. Bundan sonra necis, pis kokulu bir leş olur. Nitekim başlangıcında da tiksinilen bir meni olduğu gibi... Sonra âzaları çürür. Parçaları birbirini bırakır. Kemikleri parçalanıp toprağa dönüşür. Kurtlar parçalarını yer. Onun iki göz bebeğinden başlayıp onları çanaklarından çıkarırlar. Diğer âzâlarını da yerler. O kurtların kursağında pisliğe dönüşür. Öyle bir leş olur ki hayvanlar bile ondan kaçar. Her insan ondan tiksinir. Kokunun şiddetinden ondan kaçar. Onun en güzel hali, ilk aslına dönüşmesidir. Bu bakımdan o, kendisinden testiler ve küpler yapılan toprak olur. Ondan binalar inşa edilir. Var olduktan sonra yok olur. Öyle bir duruma gelir ki sanki dün hiç yokmuş gibi paramparça olur. Uzun bir zaman, başlangıcında olduğu gibi kalır. Keşke bundan sonra da kalsaydı. Eğer o toprak olarak bırakılsaydı ne iyi olurdu. Hayır! Toprak olarak bırakılmaz. Aksine uzun zaman çürümüş kaldıktan sonra rabbim onu diriltecek, ona belânın şiddetini tattıracaktır. Onun darmadağın olan parçaları bir araya geldikten sonra kabrinden kıyametin dehşetlerine doğru gitmek üzere çıkar. O kıyameti seyreder. Paramparça olmuş ve delinmiş bir göğü, değiştirilmiş bir arzı, yerinden yürütülmüş dağları, küme küme düşen yıldızları, simsiyah kesilen güneşi, kapkaranlık halleri, şiddetli ve katı melekleri, alev alev yanan cehennemi, mücrimlerin kendisine bakıp da hasret çekeceği cenneti seyreder. Dağılmış sahifeler görür. Ona 'Kitabını oku!' denilir. O, kitabına işaret ederek 'Bu nedir?' diye sorar. Ona 'O hayatın ki onunla seviniyor, onun nimetleriyle böbürleniyor, sebepleriyle iftihar ediyordun. Orada iki melek seni kontrole memur edilmişti. Senin konuştuğunu veya yaptığını, az veya çok, büyük ve küçük, yemek ve içmek, oturmak ve kalkmaktan ibaret olan her şeyini yazarlardı. Sen onu unutmuşsun fakat Allah onları teker teker senin yüzüne vuracaktır. Bu bakımdan hesaba gel! Cevaba hazırlan veya azap evine sevk olunacaksın!' denir.

Böylece o hitabın korkusundan kişinin kalbi paramparça olur. Hem de sahifesi açılmadan ve oradaki rezaletlerini görmeden önce bu duruma düşer. Sahifeyi gördüğü zaman şöyle der: 'Vay hâlimize! Bu kitaba ne oluyor ki küçük büyük birşey bırakmaksızın hepsini sayıp dökmektir!' İşte insanoğlunun işinin sonucu budur. Bu da şu ayetin mânâsıdır: 'Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecek' (Abese/22). Acaba hali bu olan bir kimsenin gurur ve büyüklükle ne işi vardır? Hatta birtek lâhza bile olsa nasıl sevinebilir? Hele haddini aşmak, hele zâlimlik yapmak... (bunlar hiç de ona yakışmaz!)

İşte onun halinin başı ve ortası belli oldu. Eğer halinin sonu belli olursa ki onun dehşetinden Allah'a sığınırız, çoğu zaman köpek veya domuz olmasını temenni eder ki hayvanlarla beraber toprak olup gitsin, Allah'ın kitabını dinleyen ve azaba atılan bir insan olmasın! Eğer insan Allah nezdinde ateşe müstehak ise, domuz ondan daha şerefli, daha güzel ve daha yücedir; zira domuzun öncesi toprak, sonu da topraktır. Domuz, hesap ve azabdan kurtulmuştur. Köpek ve domuzdan halk kaçmaz. Eğer dünya ehli günahkâr kulu ateşte görürlerse, onun ateşteki hilkatinin vahşetinden, suretinin çirkinliğinden derhal ölürlerdi! Eğer onun kokusunu hissetseler pis kokusundan ölürlerdi. Eğer onun içtiği şaraptan bir damla dünya denizlerine dökülse, dünya denizleri leşten daha pis kokulu olurdu. Bu bakımdan sonuçta hali bu olan bir kimse, -Allah'ın affetmesi müstesna ki Allah'ın affetmesi de şüphelidir- nasıl sevinir, haddini aşar? Nasıl gururlanır, zulmeder? Nasıl nefsini birşey olarak görür de faziletine inanır? Acaba cezaya müstehak olan bir günah işlemeyen hangi kul vardır? Ancak kerîm olan Allah affederse o başka! Allah'ın kereminden ve Allah hakkındaki hüsn-i zandan dolayı Allah'tan bu af umulur. Kuvvet ancak Allah'tandır!

Acaba bir sultana karşı cinayet işlemiş, bin sopa yemeye müstehak olmuş, hapse tıkılmış, çıkarılıp halk huzurunda cezasının tatbik edilmesini bekleyen, bağışlanıp bağışlanmayacağını bilmeyen bir kimsenin hapishanedeki zilleti nasıl olur ve bunu nasıl görüyorsun? Acaba bu adamın hapishanedekilere karşı gururlanacağını sanıyor musun? Oysa hiçbir günahkâr kul yoktur ki dünya onun hapishanesi olmasın ve o, Allah'ın azabını haketmiş olmasın ve sonucun ne olacağını bilmemiş olmasın! İşte bu durum, o kula üzüntü bakımından yeter, korku ve zillet bakımından kâfi gelir, işte kibrin kökünü söken ilmî ilaç budur.

Amelî ilaca gelince, o bilfiil Allah'a tevazu göstermektir. Diğer yaratıklara ise, daha önce salihlerin ve Hz. Peygamber'in ahvalinden hikâye ettiğimiz gibi mütevazi olmaktır.

Hz. Peygamber toprak üzerinde oturur, yemek yer ve şöyle derdi: 
'Ben ancak kulum. Kulun yediği gibi yerim'.72
Selmân-ı Fârisî'ye 'Neden yeni bir elbise giymiyorsun?' denildi. Cevap olarak 
'Ben ancak köleyim. Âzad edildiğim gün yeni elbise giyeceğim!' dedi. Selman, bu sözüyle âhiretteki âzad edilmesine işaret etmiştir. Mârifetten sonra tevazu, ancak amelle hasıl olur.
Bu sırra binaen Allah ve  Peygamber'e karşı böbürlenen Araplar, iman etmekle beraber namaz kılmakla emrolundular ve denildi ki: 'Namaz dinin direğidir!' Namazda birtakım sırlar vardır. O sırlardan ötürü dinin direği olmuştur.
O sırlardan olarak Allah'ın huzurunda ayakta el bağlamak, rükûa varmak ve secde etmek suretiyle tevazu göstermektir. İslâm'dan önce Araplar, eğilmeyi horluk telâkki ederlerdi. Onlardan birinin kamçısı yere düştüğü zaman, onu almak için bile eğilmezdi. Papucunun bağı kopar, onu bağlamak için başını eğmezdi.
Hâkim b. Hizam73 der ki: 'Hz. Peygamber'e ancak secdeye ayakta varmak suretiyle biat etmiştim'. Hz. Peygamber de onun bu şekildeki biatini kabul etti. İslâm'ın hikmetini anladıktan sonra, imanı kemâle erdi. Secdeye varmak Arapların nezdinde zillet ve alçaklığın en son derecesi kabul edildiğinden onların kibri kırılsın, gururları kökünden sökülsün ve tevazu kalplerinde yerleşsin diye secde etmekle emrolundular ve aynı zamanda bütün insanlar da secde etmekle emrolundu; zira rükû, secde, ayakta elpençe divan durmak, tevâzunun gereği olan amellerdir. Böylece NEFSİNİ TANIYAN, KİBRİN GEREKTİRDİĞİ BÜTÜN FİİLLERİ süzmeli ve onun ZIDDINA DEVAM ETMELİDİR Kİ TEVAZU onun için tabiî bir AHLAK OLSUN. Çünkü kalpler, güzel ahlâkları ancak ilim ve amelin birleşmesiyle elde
ederler. Bunun hikmeti, kalp ile organların arasındaki gizli bağın, mülk (madde) âlemiyle melekût (mânâ) âleminin arasındaki bağlantının sırrı içindir. KALP İSE MELEKUT ÂLEMİNDEDİR..

İkinci Yol

Bu yol daha önce zikredilen yedi sebepten doğan kibirle ilgilidir. 
Biz Câh'ın Zemmi bölümünde de hakikî kemâlin ilim ve amel olduğunu zikretmiştik. Bunun dışında kalan ve ölümle yok olan kemâl ise hayalî bir kemâldir. Bundan dolayı âlim kişiye gururlanmak zor gelir.
Fakat biz bütün o yedi sebep hakkında ilim ve amelden mürekkeb olan tedavi yolunu zikredelim:

Birinci Sebep:

Birinci sebep, neseble mağrur olmaktır.
Bu bakımdan neseb cihetinden gururlanan bir kimse kalbini, iki şeyi bilmekle tedavi etmelidir: O şeylerden birincisi, bu gururu, başkasının kemâliyle gururlanmak olduğu için cehaletin ta kendisidir ve şöyle denilmiştir.
Eğer ben şeref sahibi ecdad ile öğünürsem, doğru söylemiş olurum. Fakat o ecdadların doğurdukları ne kötüdür!

Bu bakımdan neseble mağrur olan haddi zatında kötü sıfatlara sahip ise, onun çirkinliği başkasının kemâliyle nasıl örtülebilir? Hatta nisbet edildiği kimse, eğer hayatta olsaydı, ona şöyle diyecekti: 'Fazilet benimdir! Sen kimsin? Sen, ancak benim sidiğimden yaratılmış bir böceksin!' Acaba bir insanın sidiğinden yaratılmış bir böceğin, atın pisliğinden yaratılmış böcekten daha şerefli olduğunu zanneder misin? Heyhat! Ne uzak bir ihtimâl! Onların ikisi eşittirler. Şeref, böceğin değil insanındır.
İşlerin ikincisi, hakikî nesebini tanımasıdır. Bu bakımdan babası ve dedesini tanımış olur. Çünkü kişinin yakın babası, necis olan bir meni damlası, uzak dedesi ise zelîl bir topraktır. Oysa Allah Teâlâ, insanoğluna nesebini tanıtarak şöyle buyurmuştur:
O'dur ki herşeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı. Sonra insanın neslini bir özden, hakir bir sudan (meniden) yaptı.(Secde/7-8)
Bu bakımdan, aslı zelil ve ayaklarla çiğnenen bir toprak olan, sonra çamuru kokmaya yüz tutan, balçık oluncaya kadar yoğrulan bir kimse nasıl gururlanır? Oysa nisbet edildiği şey, şeylerin en hasisidir; zira şöyle denilir: 'Ey topraktan daha zelîl! Ey balçıktan daha pis kokulu! Ey kan pıhtısından daha necis!' Eğer kişinin babasından olması, topraktan olmasından daha yakın ise, biz deriz ki: 'Uzak ile değil, yakın ile iftihar et. Çünkü meni ve et oluşu kişiye, babasından daha yakındır. Bu bakımdan kişi bununla nefsini hakir saymalıdır. Sonra eğer bu yakınlıktan dolayı bir yücelik gerekiyorsa, en yüce babası topraktandır. O halde yüceliği nereden gelir? İnsanoğlunun yüceliği olmadığı zaman evlâdına yücelik nereden geliyor? İnsanın aslı toprak ve menidir. Öyle ise ne insanın aslı, ne de faslı vardır. Bu ise neseb hasisliğinin en son derecesidir. Bu bakımdan aslı, ayaklarla çiğnenir, faslından ise bedenlerin yıkanması gerekir. İşte insanoğlunun hakikî nesebi budur! Bunu bilen neseble gururlanmaz, kişinin bu bilgiden ve hakikî aslının yüzünden perde kalktıktan sonraki misâli, tıpkı şu kişinin misâline benzer ki Benî Hâşim soyundan (Hz. Peygamber'in soyundan) geldiğini anne ve babasından işitmiş, dolayısıyla kendisinde şeref gurur vardır! Fakat sözlerinden şüphe edilmeyen adil bir cemâat kendisine, hacamat yapan, pisliklerde çalışan Hindli bir kimsenin oğlu olduğunu haber verir ve bu husustaki düşüncesini alt-üst ederler. Onların vesikalı beyanlarının doğruluğunda şek ve şüphesi kalmaz. Acaba böyle bir kimseye verilen bu haberin onun nesebden gelen gururunun zerresini dahi bırakacağını sanır mısın?
Hayır! Aksine bu kişi kendi nefsinde insanların en hakîri ve en zelîli olur. O, hasisliğinden ötürü, sezdiği mahcubiyetten o kadar meşguldür ki, başkasına karşı mağrur olmaya artık imkânı yoktur. İşte bu hal, basireti açık bir kimsenin, aslını düşündüğü, meniden ve topraktan olduğunu bildiği zamanki halidir; zira eğer babası, toprak taşıyan veya hacamat yoluyla kan alan veya başka işlerde çalışan bir kimse ise bununla nefsinin hasisliğini bilmiş olur. Çünkü babasının âzası, toprakla kana temas etmektedir. Acaba nefsinde topraktan, kandan ve tiksindiği kirli şeylerden mevcut olduğunu bildiği zaman, nasıl bunu bilemez?

İkinci Sebep: 

İkinci sebep, güzellikle mağrur olmaktır.
Bunun tedavisi, akıllı kimselerin baktığı gibi, iç âlemine bakmasıdır. Hayvanların bakışı gibi zâhirine bakmamalıdır. Kişi iç âlemine baktığı zaman kendisini zâhirî güzelliğiyle mağrur olmaktan alıkoyan o kadar çirkinlik görür ki sayısı hadde hesaba gelmez.İnsan, pisliği barsaklarında, sidiği mesânesinde, sümüğü burnunda, tükrüğü ağzında, kiri kulağında, kanı damarlarında, nemi derisinin altında, kötü kokusu koltuklarının altında olan bir varlıktır. Hergün bir veya iki defa pisliği eliyle yıkar, hergün bir veya iki defa içindeki pisliği çıkarmak için helâya gider. Öyle bir pislik ki eğer gözüyle görmüş olsaydı eliyle temas etmek veya kok-lamaya hacet kalmadan tiksinirdi. Bütün bunları necaset ve zilletini bilmesi için düşünmelidir. İşte bu, normal durumda olduğu haldir. İnsan, işin başlangıcında necasetlerden yaratılmıştır. Meniden, hayız kanından, necasetlerin mecrasından çıkarılmıştır; zira önce belden, sonra sidiğin mecrası olan yerden çıkmıştır. Sonra hayız kanının feyezan ettiği ana rahminden, sonra necasetin mecrasından çıkmıştır.
Enes (r.a) der ki: 'Ebubekir Sıddîk bize hutbe okuyor, nefislerimizi gözümüzden düşürmek için çirkinleştiriyor ve şöyle diyordu: 'Herhangi biriniz, sidiğin yolundan iki defa çıktı!'
Tavus, Ömer b. Abdülaziz'e şöyle dedi: 'Bu yürüyüş karnında pislik taşıyanın yürüyüşü değildir! Tavus, Ömer'in mağrur bir şekilde yürüdüğünü görünce bunu söylemiştir. Bu olay Ömer halife olmadan önce cereyan etti. İşte insanoğlunun öncesi ve sonrası budur. Eğer insan bedenini birgün yıkamadan kendi haline bırakırsa, ondan pis kokular ve necasetler gelmeye başlar. O, nefsine hiçbir zaman sahip çıkmayan ve başıboş olan dört ayaklı hayvanlardan daha pis kokulu ve daha necis olur. Bu bakımdan pisliklerden yaratıldığını ve pislikler içerisinde durdurulduğunu ve ölüp de tekrar diğer pisliklerden daha tiksindirici bir leşe döneceğini düşündüğü zaman, mezbelelikte biten çiçeklerin ve derelerin kenarında açılıp pırıl pırıl parladıkları bir anda, ansızın çer-çöp kesiliveren, esen rüzgârların önünde toz olup uçan çiçeklerin rengi gibi olan güzelliğiyle iftihar edip böbürlenmez. Nasıl böyle olmasın? 
Eğer kişinin güzelliği bâki olup, o kişi bu çirkinliklerden uzak olsaydı, yine çirkine karşı böbürlenmemesi farz olurdu; zira çirkinin çirkinliği elinde değildir ki ondan dolayı övünsün! Nasıl böyle olmasın ki? Oysa güzelliğinin bekâsı da yoktur. O güzelliğin her an hastalık veya çiçek veya çıban veya herhangi bir sebeple yok olup gitmesi düşünülebilir. Nice güzel yüzler vardır ki bu sebeplerden dolayı bedleştiler. Bu bakımdan bu şeylerin bilinmesi, güzellikten ötürü kalbe gelen gurur hastalığını bu durumları düşünen kimse kökünden kazıyıp atar.

Üçüncü Sebep:

Üçüncü sebep, kuvvet ve güçten ötürü gurura kapılmaktır.
Kişiyi bu şekil gurura kapılmaktan, kendisine musallat kılınan illet ve hastalıkları bilmesi, elindeki bir damarın acıdığı takdirde her âcizden daha âciz kesileceği, her zelilden daha zelîl olacağını takdir etmesi meneder ve yine eğer karasinek, kendisinden birşey aşırırsa, o şeyi sinekten kurtaramayacağını, eğer bir sivrisinek burnuna girerse veya bir karınca kulağına dalarsa, kendisini öldüreceğini veya bir diken ayağına batarsa kendisini âciz bırakacağını düşünmesi, kendisini bu gururdan kurtarır. Bir günün sıtmasını bir müddet boyunca düşünürse, gururundan vazgeçer. Bu bakımdan bir dikene güç yetiremeyen, bir sivrisineğe mukavemet edemeyen, nefsinden bir karasineği uzaklaştırmaya muktedir olmayan bir kimseye kuvvetiyle mağrur olmak yakışmaz. Sonra insanın kuvvetlisi, eşeğin, sığırın, filin, devenin kuvvetlisinden daha kuvvetli olamaz. Öyle ya, hayvanların senden ileride olduğu bir sıfatla nasıl mağrur olabilirsin?

Dördüncü ve Beşinci Sebep:

Zenginlik ve malın çokluğundan gurura kapılmaktır.
Dost ve yardımcıların çokluğu, sultanların saltanatlarıyla gururlanmak, onların yüzü suyu hürmetine imkân sahibi olmak da bu türdendir. Bütün bunlar insanın zatından hariç güzellik, kuvvet ve ilim gibi bir mânâdan ötürü gurura kapılmaktır. Bu gurur, gurur türlerinin en çirkinidir, zira malıyla gururlanan bir kimse, sanki atıyla, oturduğu eviyle gururlanır. Eğer atı ölür, evi yıkılırsa zelîl olur. Nefsinde bulunan bir sıfatla değil de sultanın kendisine sağlamış olduğu nüfuz ve imkânla gururlanan bir kimse de işini, çanaktan daha fazla kaynayan bir kalbin üzerine bina eder. Eğer o kalp onun aleyhine dönerse, bu sefer insanların en zelîli olur. Zatının dışında olan bir şeyle gururlanan kimsenin cehaleti apaçıktır. Nasıl böyle olmasın? Zira zenginlikle mağrur olan bir kimse, eğer düşünürse görecektir ki zenginlik, servet ve dünya süsünde kendisinden daha üstün olan yahudi vardır. O şeref ki yahudi senden önce ona nail olmuştur. O şeref ki bir lâhzada hırsız bir kimse onu elde eder ve onun sahibi de iflâs eden bir zelîl olur. O şerefe yuh olsun! İşte bunlar insanın zatında olmayan sebeplerdir. İnsanın zatında olan ve varlığının devamı insanın elinde olmayan ve ahirette insan için vebâl ve azap olan şeylerle mağrur olmak cehaletin en son derecesidir. O halde dizgini sende olmayan birşey senin değildir! Oysa bu saydığımız şeylerin hiç birinin dizgini senin elinde değildir. Onların dizgini onları hibe edenin elindedir. Eğer o onları sana bırakırsa ne âlâ, eğer isterse onlar senin elinden gider. Sen ancak hiçbir şeye gücü yetmeyen bir kölesin. Bunu bilen bir kimsenin gururu elbette yok olur. Bunun misâli, kuvveti, güzelliği, malı, hürriyeti, istiklâli, evinin genişliği, at ve hizmetçilerinin çokluğu ile gaflete dalanın böbürlenmesidir. ,
Bu böyle böbürlenirken iki adil şahid, insaflı bir hâkimin yanına gelip onun filan adamın kölesi olduğuna, anne ve babasının da o adamın köleleri olduğuna şahidlik ederler. Hâkimde bununla hükmeder. Bunun üzerine esas sahibi gelir, onu ve elindeki şeyleri alıp götürür. Bununla beraber o, sahibinin mallarında tefrite kaçtığı, sahibinin istemesine rağmen kusur edip sahibini tanımaya bir türlü yanaşmadığı için cezaya çarptırılmasından korkar. Sonra bu kul, kendisini bir evde hapsedilmiş olarak görür. Etrafının yılan, akreb ve çiyanlarla sarılmış olduğunu görür. O her durumda bütün bunlardan korkmaktadır. Öyle bir durumdadır ki ne nefsine, ne de malına hâkimdir. Ne de hiçbir zaman kurtuluş yolunu bulabilir. Acaba hali böyle olan bir kimsenin kudret, servet, kuvvet ve kemâliyle böbürleneceğini veya nefsini zelîl edip tevâzua yapışacağını mı sanıyorsunuz? İşte basiret sahibi ve akıllı kimsenin durumu budur. Çünkü o nefsini böyle görür. Ne boynuna, ne bedenine, ne aza ve ne de malına sahip değildir. Bununla beraber âfetler, şehvetler, hastalıklar arasında kıvranmaktadır. Bunlar akrep ve yılanlar gibidir. Bunların kendisini helâk etmesinden korkar. Hali böyle olan bir kimse kuvvet ve kudretiyle nasıl mağrur olabilir? Zira kuvvet ve kudretinin olmadığını bilmektedir!

İşte haricî sebeplerden dolayı gurura kapılmanın tedavi yolu budur. Böyle bir gururun tedavisi, ilim ve amelden gelen gururun tedavisinden daha kolaydır. Çünkü ilim ve amel kişinin nefsinde, iki kemâl sıfatıdır. Onlarla kişinin sevinmesi uygundur. Fakat onlarla mağrur olmak da -ilerde zikredeceğimiz gibi- cehaletin gizli bir çeşididir.

ALTINCI SEBEP: 

Altıncı sebep ilimden dolayı gurura kapılmaktır. 
Bu, âfetlerin en büyüğü, hastalıkların da en galibidir. Tedaviyi uzun bir çalışma ve yorucu bir zahmetten sonra da kabul etmekten en uzağıdır. Bu hastalığın hikmeti şudur:
İlmin kıymeti Allah'ın nezdinde büyüktür. 
İnsan nezdinde de büyüktür. Mal ve güzellik ve başka şeylerden de daha büyüktür. Hatta mal ve güzelliğin büyüklüğü, eğer beraberinde ilim ve amel varsa sözkonusu olur.❗

Bunun için Kâ'b'ul-Ahbar şöyle demiştir: 'Muhakkak malın tuğyânı gibi ilminde tuğyânı vardır'. Hz. Ömer de şöyle demiştir: 'Âlim kişi KAYDIĞI ZAMAN ONUN kayışıyla BERABER BİR ALEM kayar'. Bu bakımdan Allah nizamında ilmin faziletini açıkça belirten hükümlerin çokluğundan dolayı cahile nisbeten âlim kişi nefsini büyütmekten aciz kalır. Alim kişi ancak iki şeyi bilmek suretiyle gururu nefsinden uzaklaştırabilir.

Bir
Bilmelidir ki Allah'ın ilim ehline karşı hücceti daha kuvvetlidir. Onda biri için âlim kişinin özrünü kabul etmediği hataların özrünü, cahilden kabul eder. Çünkü ilminden ötürü, Allah'a isyan eden bir kimsenin suçu daha fâhiştir; zira böyle bir kimse Allah'ın ilim hususunda kendisine vermiş olduğu nimetin hakkını edâ etmemiştir.❗ Bunun için Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
Kıyamet gününde âlim kişi getirilir, CEHENNEM ATEŞİNE ATILIR. Barsakları dökülür. Değirmeni çeviren merkep gibi o barsaklarının etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafında gezerek kendisine şöyle sorarlar: 'Sana ne oldu?' Cevap olarak der ki: 'Ben DÜNYADA HAYRI EMREDİYOR, FAKAT KENDİM YAPMIYORDUM, ŞERRİ YASAKLIYOR, FAKAT KENDİM yapıyordum'.74
Allah Teâlâ bilip de ilim ile amel etmeyen bir kimseyi hem eşeğe, hem de köpeğe benzeterek şöyle buyurmuştur:
Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların durumu, kitap taşıyan eşeğin haline benzer.(Cum'a/5)
Bununla Allah yahudi âlimlerini kasdetmiştir. Bel'am b. Baura hakkında da şöyle buyurmuştur:
Onlara şu kimsenin haberini de oku: Kendisine ayetlerimizi verdik de onlardan sıyrıldı çıktı, şeytan onu arkasına taktı, böylece azgınlardan oldu. Eğer dileseydik o kimseyi o ayetlerle yükseltirdik. Fakat o yere saplandı ve hevasına uydu. Onun durumu tıpkı şu köpeğin haline benzer ki üzerine varsan da dilini sarkıtıp solur, kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.(A'raf/175-176)
İbn Abbas (r.a) der ki: 'Bel'am'a Allah tarafından bir kitap indirildi. Bel'am yeryüzünün şehvetlerine meyletti. Yani sevgisi bunlarla teskin oldu. Bu bakımdan onun misali, üzerine vardığında da soluyan, bıraktığında da soluyan bir köpeğe benzer. Yani Bel'am'a ister hikmet verilsin, ister verilmesin, o şehvetini terketmez. Âlim kişiye bu kadar tehlike yeter❗ Acaba hangi âlim bu şehvete tâlip olmaz❓ Hangi âlim yapmadığı hayrı emretmez❓ Bu bakımdan madem cahile nisbeten âlimin tehlikesi büyüktür, o halde âlim kişi o büyük tehlikeyi düşünmelidir. Çünkü onun tehlikesi başkasının tehlikesinden daha büyüktür. Nitekim kıymetinin de başkasının kıymetinden daha büyük olduğu gibi... Bu bakımdan o kıymete karşı bu tehlike vardır. Âlim kişi, düşmanlarının çokluğundan dolayı, mülkünde canı daima tehlike içinde olan sultan gibidir; zira sultan, düşman tarafından esir edildiği zaman daha önce fakir olmayı temenni eder. Nice âlim vardır ki ahirette cahil kimselerin selâmeti gibi bir selâmeti arzular. BÖYLE BİR ARZUDA BULUNACAK RADDEYE DÜŞMEKTEN ALLAH'A SIĞINIRIZ❗

Bu bakımdan bu TEHLİKE ÂLİMİ GURURDAN MENEDER; zira âlim eğer cehennem ehlinden ise ilmi ile nasıl gururlanabilir!

İki
Âlim kişi bilir ki kibir ancak Allah'a lâyıktır ve yine bilir ki kibirlendiği zaman Allah'ın nefretine uğrar. Oysa Allah da kendisinden tevazu göstermesini ister ve Allah kendisine 'Sen nefsine kıymet biçmedikçe nezdimde senin kıymetin vardır. Nefsine kıymet verdiğin takdirde nezdimde senin kıymetin yoktur' demiştir. Böyle düşündüğü zaman, muhakkak nefsinden, mevlasının kendisinden kabul edip seveceği hareketleri talep eder. Böyle bir istek kalbinden kibri götürür. Her ne kadar günahının olmadığını kesinlikle biliyor veya düşünüyorsa da yine böyle yapmalıdır. Bu tür tedavi ile peygamberlerden kibir zâil olmuştur; zira peygamberler, Allah'ın abâsı olan kibir hakkında Allah ile cedelleşen bir kimsenin belini Allah'ın kıracağını bilirler. Allah onlara manevî makamları Allah nezdinde büyüsün diye nefislerini küçümsemelerini emretmiştir. İşte bu da insanı şüphesiz tevazuya sürükleyen sebeplerdendir.

Soru: Fâsıklığı açıkça görünen bir fâsığa ve bir bid'atçıya kişi nasıl tevazu gösterir? Âlim ve âbid olduğu halde nasıl nefsini bunlardan daha küçük görür? Allah nezdindeki ilim ve ibâdetin faziletini nasıl bilmemezlikten gelir? Fâsığın ve bid'atçının tehlikesinin daha fazla olduğunu bildiği halde kalbine ilmin tehlikesinin hutûr etmesi, kendisini nasıl böyle birşeyden müstağni eder?


Cevap: Bu ancak akibetin(sonunun) tehlikesini düşünmek suretiyle mümkündür.

Devamını Oku »

KURAN'I ANLAMAK 📖

“Kur’ân’ın hakkıyla okunması, sadece dilin değil, akıl ve kalbin müştereken okumasıyla gerçekleşir. Dil tashihi hurufa riayet ederek tertille okur. Akıl manaları anlar. Kalpse emir ve yasaklara uyarak öğüt alır. Yani dil ağır ağır okur, akıl okunanı anlar, kalp de etkilenerek alınması gereken dersi, öğüdü alır.”
İmam Gazali

📖


Her kim Kur’ân’ı okur, onu anlayarak ezberler ve helalini helal,
haramını haram kabul ederse Allah bu Kur’ân sebebiyle onu cennete koyar.”

Konuya dair Ebu Abdurrahmân es-Sülemi’nin şu sözleri de gerçekten çok anlamlıdır:

“Biz kurandan on     1⃣0⃣ayet
öğrenince onun helalini,haramını,emrini,nehyini öğrenmeden başka bir ayete geçmezdik.”

Evet bu kur'an'la cennete girmek istiyorsak
Helalini helâl ,haramını haram kabul etmek zorundayız.
Rabbimiz kur'an'ı hakkıyla okuyanlardan eylesin hepimizi..AMİN  📖


Kur’ân Kerim’i anlamaya çalışmanın, üzerinde kafa yormanın ve tefekkür etmenin nafile namaz kılmaktan daha önemli olduğuysa Allah Rasulünün s.a.v. Hz Ebu Zer’e hitaben söylediği;
 “Oturup Allah’ın kitabından bir ayeti anlamak senin için 100 rekât nafile namazdan daha hayırlıdır” sözünde gayet net olarak ifade edilmiştir.

Yine bir başka hadisi şerifte Rasulullah Efendimiz s.a.v. buyuruyor ki:

“Kur’ân’ı üç 3⃣ günden az bir sürede hatmeden onun manasını anlayamaz.”‼

Evet üç günden az veya ayda bir veya senede bir veya iki defa hatmezsek  bile önemli olan kur'an'ın manasının da anlaşılması için gayret göstermektir.
Burada kasdedilen mana az da olsa konuyu kavrayıp ne okuduğunun bilincinde olmaktır.Kur'an bir deryadır ve manası çok geniştir ama en azından bizim zahiri de olsa manasını anlamamız gerekir.


Bu hususta İbn Abbas’ın şöyle bir beyanı vardır:

“Bakara ve Ali İmran surelerini tertil üzere düşünerek okumak‼ Kur’ân’ı baştan sona süratle okumaktan bana daha doğru görünmektedir.”

Süleyman Darani de bu konudaki tutumunu şu sözlerle anlatmıştır:

“Ben bir ayet okurum, dört beş gece onu düşünürüm. Onu iyice anlamadan başkasına geçmem.”

Demek ki faziletli‼ olan Allah kelamını mümkün olan en kısa zamanda okuyup bitirmek değil onu anlayarak okumaktır.

Kur’ân’ın anlamını bilmeyen ve bu yüzden korkuyla heyecanın iç içe bulunduğu bir duruma düşmeyen kişinin halini İyaz bin Muaviye bakınız ne güzel bir misalle anlatmaktadır:

“Kur’ân’ı okuyup da onun manasını bilmeyen kimse lambanın olmadığı bir gecede hükümdardan kendisine bir mektup gelen ve bu yüzden kendisini korku saran ve mektubun içinde ne olduğunu bilmeyen kimse gibidir.
Kur’ân’ın manasını bilen ise lamba getirerek mektubun içindekini
okuyan kimse gibidir.”

Rabbim hepimize
kur'an'ın  manasını anlamayı nasip etsin📖
Rabbim lambalarımızı güçlendirsin ve ışığımızı  artırsın💡💡💡☀☀☀🌹🌹🌹



Kur’ân’ı okuyup ahkâmıyla amel edilmemesi ya da hayata tatbik edilmemesi genellikle şöyle bir özellikle izah edilir:

Ülkelerden birinin padişahı valilerden birine ferman göndererek der ki: “Bana şu bölgede, şu özelliklerde bir saray yaptır.” Vali, padişahın emrini yapmak yerine onun gönderdiği fermanı her gün okumakla yetinir. Bir gün padişah, valinin bulunduğu şehre çıkar gelir. Vali beye sorar: “Vali bey ben ferman göndererek size şöyle bir saray yaptırmanızı istemiştim. Ne oldu?”

Vali cevap verir: “Padişahım, sarayı yaptıramadım ama sizin gönderdiğiniz fermanı her gün akşam sabah ihmal etmeden okudum.” Padişah herhalde bu cevaptan mutlu olacak değildir. Çünkü vali emrini yerine getirmemiş, azarlanmayı hatta cezalanmayı hak etmiştir.

Kur’ân’ı Kerim de, ilahi emirde, ilahi bir ferman mesabesindedir. Allah onunla kullarına namaz,oruç,zekât,hac ve diğer emirlerle insani ilişkileri ferman buyurmaktadır.Yapanlara mükâfat, ihmal edenlere azap edileceğini vaad etmektedir. İlahi emirleri yerine getirmeden, sadece okumakla iktifa etmek takdir edersiniz ki yetersiz ve bir o kadar da faydasız olacaktır.
Burda bir noktanın altını da çizelim;

Elbette kuranın her harfine 10 hasene vardır okuduğumuzda anlasak da anlamasak da ,ama kur'an'la kurtuluşa erip cenneti haketmek isteyenlerin kur'an'ı anlayıp yaşamaları zorunludur.
Yani Allah Resulünün ifadesi ile "kur'an'ı okuyan munafık gibi olmayalım kokusu güzel ama tadı acı olan reyhan otu gibi..

Kur'an'ı anlamak konusunda başka bir misal daha verelim: 

Anadolu da yaşayan bir baba İstanbul da ya da bir başka büyük şehirde okuyan oğluna şöyle bir mektup yazar. “Oğlum iyi çalışır muvaffak olur mektebinin bitirirsen sana mükâfat olarak şunu şunu alacağım.” 

Genç delikanlı çok sevinir ve hemen bu mektuba güzel bir çerçeve yaptırır ve kaldığı evin ya da yurdun en uygun  yerine asar.Her gün sabah akşam o çerçeveli mektuba bakar ve itina ile okur. Ancak babasının emrini yerine getirip mektebi bitiremez. Yılsonunda babası oğlunu ziyaret eder. Heyecanlıdır. Ve vaadini yerine getirme telaşındadır.

Ona sorar, “oğlum sana yıl içinde bir mektup göndermiştim. Almışsınızdır inşallah. O mektubumda sana vaatlerim vardı. Şimdi ben o vaatlerimi yerine getirmek istiyorum. Ne yaptın bakalım? Mektebi bitirdin mi?”

Oğlu, “babacığım mektubunu aldım. İşte gördüğün gibi ona yakışır bir çerçeve yaptırdım.Sabah akşam onu zevkle seyredip okudum. Fakat mektubunda söylediğin mezuniyet gereğini yapamadım” dese, baba bu cevaptan memnun olur mu sizce?

İşte Müslümanın Kur’ân karşısındaki durumu bundan farklı değildir aslında. Kur’ân’ı süslü torbalarla, yüksek mekânlarda, tazimle saklamak, mübarek gün ve geceler de okumak, kısmen güzeldir ,ama istenen bu değildir.Çünkü istenen sadece ara sıra okumak değildir. Okumanın ötesinde anlamak daha da ötesinde onu hayata geçirmektir.


Kur’ânı  sadece görmek ve okumak, maksada ulaşmak için yeterli değildir.Zira asıl olan ayetler üzerinde derin bir şekilde düşünüp onları tatbik etmektir.

Nitekim bir hadisi şerifte Hz. Peygamber Efendimiz s.a.v. ümmetine şöyle seslenmektedir:

“Kur'an’ı öğreniniz, onu okuyunuz. Onu öğrenen, onu okuyan ve gereğini yapan kişi miskle doldurulmuş bir kap gibidir.Kokusu her tarafa yayılır.Kur’ân’ı öğrenip anlayabildiği halde gaflete dalan kişi ise içinde misk varken ağzı sıkıca kapatılmış kap gibidir.”

İmam Malik’in rivayetine göre de bu hadisi hayat düsturu yapan 
Abdullah b. Ömer Bakara suresini öğrenmek ve hakkıyla hayatına geçirebilmek için üzerinde tam 8⃣sekiz sene durmuştur.

Demek ki o devirde Allah kelamı anlaşılıp yaşanıyordu. Günümüzde olduğu gibi manası bilinmeden sadece yüzünden okumak veya ezberlemekle yetinilmiyordu.

Rabbim hepimize manasını anlayıp amel edebilme hedefi ve azmi versin.Amin...



Kur’ân’ı okuyup da anlamaya çalışan kişi hakkında Hz. Peygamber Efendimiz s.a.v. şu müjdeyi veriyor:

“Ancak iki kişi gıpta edilmeye değerdir:

 Biri Allahın kendisine Kur’ân ihsan edip de gece gündüz onu uygulamaya çalışan,diğeri de Allah‘ın verdiği malı gece gündüz infak eden kimsedir.”

Konuyla ilgili olarak Abdullah b. Mes’ûd hazretlerinin sözleri de oldukça manidardır:

“Bize Kur’ân’ın lafızlarını ezberlemek zor, onunla amel etmek kolay gelirdi.Bizden sonrakilere ise Kur’ân’ı ezberlemek kolay, onunla amel etmek zor gelecek.”

Hasan Basri hazretleri bu konudaki hassasiyetini şöyle ifade eder:

“Önceleri insanlar Kur’ân’ı Allah’ın bir emri, fermanı bilir öyle davranırlardı. Gece gündüz onun üzerine titizlik gösterir,onu gözetir,göz önünde bulundurur,ona göre amel ederlerdi.
Şimdi siz onun harflerine ve harekelerine çok dikkat ediyorsunuz ama ilahi emirlere, içinde neler bulunduğuna hiç dikkat etmiyorsunuz. Hatta onları anlamıyorsunuz bile.”

Hasan Basri harekelerine dikkat edip manasını anlamayanları eleştirirken;
Ya bizi görseydi!
Ne mana ,ne de hareke ve mahreçlere dikkat edilmiyor.Bizim için ne derdi ?
Allah celle bizden
Hem hareke yani tecvid kurallarına uymayı,hem de manasına dikkat edip anlamamızı istiyor.



Kur'an'ı anlamak konusunda Gazali’yi dinleyelim:

“Kur’ân’ın hakkıyla okunması, sadece dilin değil,akıl ve kalbin müştereken okumasıyla gerçekleşir.
Dil tashihi hurufa riayet(harflerin güzel bir şekilde çıkartılıp tecvid kurallarını öğrenerek okumak) ederek tertille okur.
Akıl manaları anlar.Kalpse emir ve yasaklara uyarak öğüt alır.
Yani dil ağır ağır okur, akıl okunanı anlar, 
kalp de etkilenerek alınması gereken dersi, öğüdü alır.”

Ey Rabbimiz,
Bugün ve hergünde senden İmam Gazeli'nin dediği gibi;
kalbimizle ve aklımızla ve dilimizle olması gereken şekilde efendimiz ve sahabe-i kiram nasıl okudularsa bizlere de aynısını nasip et,bizlere kur'an talebesi olmayı ve bu konuda azimli ve samimi olmayı sadece dilimizle değil yüreğimizle de isteyip
eyleme dönüştürmeyi yani tüm organlarımızla istemeyi gerçekten bu isteği yerine getirenlerden olmayı bizlere lutfeyle...
Senin lutfuna ve rahmetine sığınırız.Amin...

Devamını Oku »

KİBİR BAHSİ -9

Kibri Tedavi Etmenin ve Tevazu Sahibi Olmanın Yolu


Kibri Tedavi Etmenin ve Tevazu Sahibi Olmanın Yolu📌
Kibir, helâk eden şeylerdendir.

Kibirden tamamen KURTULAN hiçbir insan yoktur.

Kibri sökmek FARZ-I AYNDIR. 

Kibir, sadece TEMENNİ ile SÖKÜLMEZ. TEDAVİ ile, KÖKÜNÜ KESEN İLAÇLARI KULLANMAKLA KESİLİR. 

Kibri tedavi etmekte iki yol vardır:

Birinci yol;

KİBRİN TEMELİNİ DİPTEN KALDIRMAK, ağacını kalpteki kökünden söküp atmaktır. 

İkinci yol;

Arızî olan kibri, insanın başkasına karşı kibirlendiği özel sebeplerde bertaraf etmektir.

Birinci Yol  

Bu yol, KİBRİN KÖKÜNÜ KAZIMAK hususundadır. Bu yolun İLACI, İLMÎ VE AMELİ OLMAK ÜZERE İKİ KISIMDIR. 

ŞİFA ancak bu iki ilacı birden kullanmakla MÜMKÜNDÜR.

İlmî ilaca gelince, o ilaç, kişinin hem NEFSİNİ, hem de RABBİNİ TANIMASI DEMEKTİR. Kibri kazımak hususunda bu İRFAN kişiye yeter; zira kişi, hakkıyla NEFSİNİ tanıdığı zaman, her zelilden daha zelil, her azdan daha az olduğunu anlar.. Kendisine zillet ve tevazudan başka hiçbir şeyin yakışmayacağını da anlar. RABBİNİ tanıdığı zaman, azamet ve kibriyanın ancak ALLAH'A lâyık olduğunu bilir. RABBİNİ, O'nun azamet ve mecdini bilmeye gelince, bu husustaki söz oldukça uzar. Bu mükâşefe ilminin son noktasıdır.

Kişinin nefsini bilmesine gelince, bu da oldukça uzar. Fakat biz bu hususta tevazu ve güzelliği elde etmekte faydalı olan miktarı zikredeceğiz. Kişiye Allah'ın Kitabı'ndaki bir tek ayetin mânâsını anlamak kâfidir. Çünkü Kur'an'da basireti açık bir kimse için öncekilerin ve sonrakilerin ilmi mevcuttur.
Kahrolası insan, ne kadar da nankördür! Allah onu hangi şeyden yarattı? Bir nutfeden (meniden). Onu yarattı, ona biçim verdi. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı. Sonra onu öldürdü de kabre gömdürdü. Sonra dilediği vakit onu tekrar diriltecektir.(Abese/17-22)

İşte bu ayet-i celîle, insanoğlunun yaratılışının öncesine ve varacağı yerin sonuna ve ortasına işaret ediyor. İnsan bunu dikkatle izlesin ki ayetin mânâsını anlamış olsun!
İnsanın öncesine gelince, insan anılacak birşey değildir. Yokluk içinde nice asırlar durdu. Hatta onun yokluğunun öncesi yoktur. Acaba mahvolmaktan ve yokluktan daha hasis birşey var mıdır? İnsanoğlu da böyle idi. Sonra Allah onu şeylerin en mebzulünden (topraktan) yarattı. Sonra şeylerin en pisinden (meniden) meydana getirdi; zira Allah onu topraktan, meniden, kan pıhtısından, bir çiğnem etten yarattı. Sonra bir yığın kemik yaptı. Sonra kemiğe et giydirdi. İşte insanoğlunun varlığının başlangıcı anılacak birşey olacağı andan itibaren budur. Bu bakımdan insanoğlu ancak vasıfların en hasisi üzerinde olduğu an anılacak birşey oldu; zira insanoğlu yaratılışının başlangıcında kâmil ya-ratılmadı. Allah Teâlâ onu hareketsiz bir ölü olarak yarattı. Duymaz, görmez, hissetmez, kıpırdamaz, konuşmaz, çalışmaz, idrâk etmez ve bilmezdi. Bu bakımdan hayatına önce ölümüyle başladı. Kuvvetinden önce zafiyetiyle, ilminden önce sağırlığıyla, konuşmasından önce dilsizliğiyle, hidayetinden önce dalâletiyle, zenginliğinden önce fakirliğiyle, kudretinden önce acizliğiyle başladı.İşte bu, Allah Teâlâ'nın şu ayetlerinin mânâsıdır:
Onu yaratan hangi şeyden yarattı? Onu yarattı ona biçim verdi!(Abese/17-18)

İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan birşey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi? Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık.(İnsan/1-2)
Böylece Allah Teâlâ, önce insanı yarattı. Sonra ona minnet etti. Sonra ona yolunu kolaylaştırdı.(Abese/20)
Bu ayet-i celîle insanoğlu için hayatı boyunca kolaylaştırılan şeylere işarettir.
Doğrusu biz insanı denemek için karışık bir nutfeden yarattık da onu işitici, görücü yaptık. Biz ona yolu gösterdik. (O) ya şükredici veya nankör olur.(İnsan/2-3)
Ayetin mânâsı şu demektir: İnsan cemad ve ölü olduktan sonra Allah onu diriltti. Birinci derecede toprak, ikinci derecede meni iken Allah Teâlâ ona hayat verdi. Sağır olduktan sonra ona dinleme âletini, gözü yokken ona göz, zafiyetten sonra ona kuvvet, cehaletten sonra ona ilim verdi. Azalarını, içindeki acaipliklerle ve alâmetlerle beraber yok iken var etti. Fakirlikten sonra zengin kıldı. Açlıktan sonra doyurdu. Çıplaklıktan sonra giydirdi. Dalâletten sonra hidayet etti. Dikkat et! Allah onu nasıl devirlerden geçirdi! Ona nasıl sûret verdi. Onun için yolu nasıl kolaylaştırdı ve yine insanın tuğyanına dikkat et ki insan ne kadar da nankördür. İnsanın cehâletine dikkat et ki o cehaleti nasıl belirtiyor!
İnsan, bizim kendisini nasıl bir nutfeden yarattığımızı görmedi mi ki şimdi apaçık bir hasım kesildi?(Yasin/77)


O'nun ayetlerinden biri sizi topraktan yaratmasıdır. Sonra da siz insan olarak çoğalıp yayılıyorsunuz!(Rûm/20)
Bu bakımdan Allah'ın insanoğluna bahşettiği nimetlerini dikkatle izle! Onu zillet, kıllet, hisset ve pislikten nasıl bu yücelik ve keramet mertebesine nakletmiştir? O, yokluktan sonra nasıl var olmuştur! İnsanoğlu haddi zatında birşey değildir. Acaba birşey olmayandan daha hasis* birşey tasavvur edilebilir mi? Katıksız yokluktan daha değersiz birşey olabilir mi? Sonra insanoğlu Allah'ın kudretiyle mevcud birşey oldu. Ondan önce Allah (c.c) insanoğlunu ayaklarla çiğnenen zelil topraktan yarattı. Katıksız yokluktan sonra da necis olan meniden yarattı ki insan, zatının hasisliğini tanımış olsun ve böylece nefsini de tanısın! Allah Teâlâ, insana kemâl derecesinde nimet verdi ki rabbini, O'nun azamet ve celâlini tanısın! Kibriyanın (büyüklüğün) ancak o yüce Allah'a lâyık olduğunu bilsin! Bunun için de ona minnet ederek şöyle buyurmuştur:
Biz ona vermedik mi iki göz, bir dil ve iki dudak! Bir de ona (hak ve bâtıl) iki yol gösterdik!(Beled/8-10)
İnsanoğlunun başlangıcındaki hissetini tarif ederek şöyle buyurmuştur.
İnsan başıboş bırakılacağını mı sanır? Kendisi dökülen meniden bir nutfe değil miydi? Sonra kan pıhtısı oldu da (Allah onu) yarattı! Derken (insan) biçimine koydu.(Kıyâmet/36-38)

*hasis:insanı küçülten, alçak, bayağı

Devamını Oku »

KİBİR BAHSİ -8

Kibir`i Teşvik Edip Hazırlayan Sebepler

Kibir, bâtınî bir ahlâktır.(yani içimizde olan,görünmeyen) Görünen ahlâk ve fillere gelince, onlar o bâtınî ahlâkın meyvesi ve neticesidirler❗. Buna tekebbür demek❗, kibir ismini de nefsin büyütülmesi ❗ve kıymetinin başkasının kıymetinden üstün olması❗ mânâsına tahsis etmek uygundur.❗ Bu bâtınî ahlâkı gerektiren bir tek sebep vardır. O da -mânâsı ileride geleceği gibi- mütekebbir kişiye bağlı bulunan ucubdur‼; zira kişi nefsinden,❗ ilminden, ❗amelinden❗ veya sebeplerinden herhangi birşeyle ucb`a❗ kapıldığı zaman nefsini büyütür❗ ve kibirlenir.❗

Zahirî kibre gelince,❗ onun sebepleri üçtür:3⃣ Birinci sebep,1⃣ mütekebbirdedir.‼

İkinci sebep,2⃣ kendisine karşı kibir taslanan kimsedir.‼ Üçüncü sebep3⃣ de ❗bu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan şeydir.❗
Mütekebbir kimsedeki sebebe gelince, o sebep ucubdur.❗ 
Kendisine karşı kibir taslananla ilgili sebebe gelince, o da hıkd ❗ve hased`dir.❗

 Bu ikisinin dışındaki şeylere bağlı bulunan sebebe ge-lince, o sebep riyadır.❗

 Bu bakımdan bu itibarla sebepler dört olur:

 Ucub, ❗hıkd, ❗hased❗ ve riya❗

Ucub

Biz daha önce de ucbun(kendini beğenme)❗ bâtınî kibri gerektirdiğini,❗ bâtınî kibrin de ameller, söz ve hallerde zâhirî kibri doğurduğunu ❗söyledik.

Hıkd (nefret)


insanı ucubsuz kibirlenmeye zorlar. ❗Tıpkı kendisine ait veya daha üstün gördüğü bir insana karşı kibirlenen kimse gibi... Fakat o kimse, eşit veya daha üstün olmasına rağmen, daha önce geçen bir sebepten dolayı ona öfkelenmiş, öfke de onda hıkd hastalığını‼ doğurmuştur. ‼
Böylece o adamın nefreti onun kalbinde yerleşmiştir. ❗
Bu bakımdan kibirli kimse, bu illetten dolayı, bir türlü o adama tevazu göstermeye yanaşmaz.‼ Her ne kadar o adam onun nezdinde kendisine tevazu göstermeye müstehak ise de... ❗
Nice rezil ❗kimse vardır ki nefsi hıkdından ve buğzundan dolayı büyük insanlardan birine tevâzu göstermesine müsaade etmez.‼ 
Kendisini, o büyük insan tarafından geldiği zaman hakkı reddetmeye, nasihati
kabul etmemeye zorlar‼. O büyük insanı geçmek hususunda, her ne kadar muvaffak olamayacağını bilse de❗ var kuvvetiyle çaba sarfetmeye kendisini zorlar. ❗Eğer o büyük insana zulmederse, gidip onunla helâllaşmayı nefsine yediremez‼. Ona karşı suç işlese bile ondan bir türlü özür dilemez‼. Bilmediği meseleleri ondan sormaz.❗
Allah hepimizi bu hastalıklardan korusun ve eğer bu rahatsızlıklara sahipsek bize en kısa zamanda şifalar versin

Hased

O da kendisine hased edilen insana buğzetmeyi gerektirir. Her ne kadar o insan tarafından kendisine bir kötülük dokunmamış, buğz ve hıkdı gerektiren bir sebep yok ise de... 
Hased insanı, hakkı inkâr etmeye de dâvet eder!📌 Hatta hasedçi bir kimse hased ettiği insanın nasihatini kabul etmez. Ondan ilim öğrenmeyi bile reddeder. Nice cahil vardır ki ilme muhtaçtır. Oysa memleketinin halkından birinden veya akrabalarının birinden istifade etmekten çekindiğinden ve bunu da hasedden dolayı yaptığından cehaletin rezalet deryasına dalmıştır. O hasedci kimse o ilim ehlinden yüz çevirir, ona karşı gurur taslar. Oysa, onun ilmî faziletinden dolayı, o kendisine tevazu gösterilmeye lâyıktır. Fakat hased onu mağrurların ahlâkıyla -her ne kadar bâtınında o insanın üstünlüğünü görse de- ona karşı hareket etmeye zorlar!📌

Riya

Riya da insanı mütekebbirlerin ahlâkına dâvet eder. Hatta kişi, kendisinden üstün olduğunu bildiği bir kimse ile aralarında ne bir dostluk, ne tanışıklık, ne hased ve ne de hıkd olmadığı halde münazara eder. Her ne kadar böyle bir durum aralarında yoksa da ondan gelen hakkı kabul etmekten imtina eder. İstifade etmek hu-susunda ona tevâzu göstermez. Bütün bunları halkın `o kendisinden üstündür` diyeceği korkusundan yapar📌. 
Bu bakımdan kendi-sini KİBİRLENMEYE sevkeden âmil sadece RİYADIR. Eğer onunla tek başına kalmış olsaydı ona karşı böbürlenmezdi.
 UCUB veya HASED veya HIGDAN ötürü böbürlenene gelince, böyle bir kimse, karşıdaki insanla tek başına kaldığı ve beraberlerinde üçüncü bir şahıs bulunmadığı takdirde de BÖBÜRLENİR. YALANCI olduğu halde, nefsini şerefli bir soya nisbet eder. Yalancılığını bildiği halde o nesebe mensub olmayan bir kimseye karşı GURURLANIR. Meclislerde ona karşı büyüklük taslar❗! Yolda giderken onun önünde yürür. İkram ve i`zazda(şerefte) onunla eşit olmaya razı olmaz. Oysa bunlara müstehak olmadığını bilir. 

Neseb dâvasında yalancı olduğunu bildiği için,bâtınında kibir de yoktur. Sanki mütekebbir ismi, ancak bâtınında bulunan bir kibirden dolayı bu fiilleri çoğu zaman işleyene, kibri ucub ve başkasına hakaret gözüyle bakmaktan ibaret olana ıtlak olunup kullanılır. O halde eğer böyle bir kimseye mütekebbir denirse, bu İsim kibir fiillerine benzemekten ileri gelir. Allah Teâlâ`dan hüsn-ü tevfîkini dileriz. Allah en doğrusunu bilir❗

Devamını Oku »

ÜÇ AYLAR VE KANDİL GECELERİ

Kandil Geceleri(1)

Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’den kutlanması hakkında sahih bir hadis olmayan, ama ülkemizde kutlanan bazı kandil geceleri hakkında, Müslümanların bilinçlenmesi gerekiyor. Çünkü insanlar günlük ihtiyaçlarını karşılamak için alış veriş yaparken hangi mağazada daha ucuz hangi markette daha kaliteli diye araştırıyorlar!

Ama ahirette kendilerini kurtaracak olan işleri yaparken, acaba bu amelin yapılmasını Allah (Azze ve Celle)emretmiş midir?❓ Veya Rasulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)bunu yapmış mıdır? ❓Ya da sahabeler bunu uygulamış mıdır, diye araştırmıyorlar. ‼Kişinin işlemiş olduğu amel, salih ise onu kabrinde görür ve mükâfatlandırılır.‼ Eğer kişinin işlemiş olduğu amel, salih değilse onu kabrinde görür ve cezalandırılır!‼

YALAN HADİS UYDURMAK(1)

Müslümanlar olarak, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’le ilgili konuşurken ve O’ndan bir söz naklederken çok dikkatli‼ ve hassas olmamız gerekmektedir.‼ Zira Allah Rasûlü (s.a.v) Efendimiz, diğer insanlar gibi değildir. ❗O’na yalan izafe etmek,‼ diğer insanlara yalan izafe etmek gibi değildir,‼ bu ikisi arasında çok muazzam bir fark vardır.❗

Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’in hareketlerinden ve sözlerinden hüküm‼ çıkarılır, insanlar bunlarla hayatlarına nizam verirler ve bazı kararlar alırlar.‼ Bu sebeple Nebiyy-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’e âit olmayan bir davranışı, sözü veya hâli O’na âitmiş gibi nakletmek, pek çok insana zarar‼ verebilir. İnsanlar bu söz sebebiyle yanlış işler yaptıkları veya zarar gördüklerinde ise kalplerinde Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz’e karşı bir soğukluk hissedebilirler.‼ Bu ise çok ağır bir vebaldir‼. Bu sebeple sahih olup olmadığını bilmediğimiz bir sözü ❗hadis diye❗ nakletmekten şiddetle sakınmalıyız‼. Güvenilir kaynakları okuyarak onlardan hadîs-i şerîf nakletmeliyiz.‼

SENEDSİZ HADİS NAKLETMEK HELÂL OLMAZ

Hâfız Ebû Bekir bin Hayr şöyle nakleder:


“Âlimler şu hususta ittifak etmişlerdir ki bir Müslümanın, yanında velev ki en zayıf rivâyet şekliyle de olsa bir senedi olmadan herhangi bir söz hakkında «Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu»❗ demesi helâl olmaz.”‼ (Ali el-Kârî, el-Esrâru’l-merfûa, thk. Muhammed es-Sabbâğ, Beyrut: Dâru’l-Emâne, s. 45)

Üç aylar” diye adlandırılan Receb, Şaban ve Ramazan ayları mübarek aylar olarak kabul edilir.  Üç ayların Müslümanlarca önemli ölçüde değer kazanmasının sebepleri arasında Hz. Peygamber (sav)’in bu aylar hakkında verdiği haberler gösterilebilir. Geniş halk kitleleri tarafından özel bir hassasiyet gösterilerek çeşitli ibadetlerle ihya edilegelen ayları ihyâ ve bu üç aydaki  “Kandil Geceleri” adı altında “kutsal veya mübarek” olarak ilan edilen geceleri kutlamak  konusunda öteden beri farklı yorumların yapıldığı herkesin malumu.

İfrat görüşü benimseyenler, Ramazan ayına girene kadar Receb ve Şaban aylarının tamamını oruçla geçirmeyi ve bu iki aya özgü olduğu kanaatiyle bazı namazlar kılmayı adet haline getirmişlerken, Tefritgörüşü benimseyenler, Üç aylar dediğimiz zaman dilimine herhangi bir özellik tanımanın doğru olmadığını, bu zaman diliminde tutulan oruçların, kılınan namazların ve yapılan diğer ibadetlerin tümüyle bid’at olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu iki kesimin her birinin, zaman zaman diğerini en ağır şekilde suçlayıcı ve itham edici tavırlar sergilediği hatta tekfirleştiği de görülmektedir.

Bu yazımızda, gerek “Üç aylar” geleneğine karşı çıkan bazı çevrelerin, gerekse bu gelenek konusunda aşırı bir hassasiyet gösterdiği ve bu sebeple bazı bid’at tutumlar sergilediği gözlenen kesimlerin birbirine taban tabana zıt olan bu anlayışları konusunda Sünnet-i seniyye’ye ve Selef-i salihin’in davranışına uygun olan orta yolu ifade etmeye çalışacağız.Tevfik Allah(cc)’dandır..

Üç aylarla ilgili rivayetlere ve bu aylarda  kutsal addedilen gecelerle ilgili bilgilere geçmeden önce İslâm’ın Zaman Kavramına bakışını kısaca inceleyelim:

ÜÇ AYLAR VE KANDİL GECELERİ 


  KUR’ÂN’DA VE SÜNNET’TE ZAMAN

Evreni ve evrendeki her şeyi yoktan var eden Allah, yaratılmış şeyleri “zaman” ile sınırlandırmıştır. Zamanın belli dilimlere bölünmesiyle yıllar, aylar, haftalar ve günler oluşmuştur.

İslam dininin iki temel kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet; yıllık, aylık, haftalık ve bilhassa günlük hayatın değerlendirilmesiyle ilgili ince detaylara yer vermektedir. Diğer yandan bazı ibadetler ve özellikle namazın zamanla doğrudan ilgisi vardır. Hatta farz, vacipve nafile namazlar, zaman tanzimine yönelik gayeler taşımaktadır.[1]

Kur’ân-ı Kerîm’de bizzat zaman kelimesine rastlanmamakla birlikte, zaman mefhumu çok çeşitli kelime ve kavramlarla ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, zaman bildiren kelimeler içinde en çok “yevm/gün” üzerinde durmaktadır. Yevm kelimesi, Kur’ân’da çeşitli şekillerde (müfred, tesniye, cemi, marife, nekre) 474 defa zikredilmektedir.[2]Âyetlerde zikredilen gün -değişik anlamları olmakla beraber- daha çok âhiret günü anlamındadır. Bununla birlikte dünya günü manasında kullanılmış olan yevm kelimesine de rastlanmaktadır. Allah Teâlâ, yılın her gününü bir tutmamış, kapalı veya açık biçimde  bazılarının daha faziletli olduğunu belirtmiştir. Kur’ân’da faziletine vurgu yapılan günler arasında Zilhicce’nin ilk on günü[3], Kurban bayramı ve Arefe günleri[4] ile Kadir Gecesi[5] sayılabilir.

Haftanın günlerinden bir kısmı özel ismiyle Kur’ân’da yer almıştır. Örneğin, hafta manasına gelen Cuma kelimesi, haftalık farz namazı tespit etmek için bir kere zikredilmiş ve geçtiği sûreye ad olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’de günün belli kısımları (leyl, fecr, nehar) üzerine yemin edilmiş ve yine günün belli dilimleri bazı sûrelere isim olmuştur (Leyl, Duhâ, Asr, Fecr). Bu da zamanın Allah katındaki değerini ve Kur’ân-ı Kerîm’in zaman tanzimine verdiği önemi göstermektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’de olduğu gibi hadis-i şeriflerde de zaman kavramı çeşitli türevleriyle çokca zikredilmiştir. Kıyamet alametleriyle ilgili bir hadiste; “Zaman yakınlaşmadıkça kıyamet kopmaz. Bu yakınlaşma öyle olur ki, bir yıl bir ay gibi, ay hafta gibi, hafta gün gibi, gün saat gibi, saat debir çıra tutuşması gibi (kısa) olur.”[6] buyrulmaktadır. Yine Efendimiz, kıyamet alametlerinden bahsederken, Deccal’in inişini de zikretmiş, orada bulunanlar onun dünyada ne kadar kalacağını sorduklarında Rasûl-i Ekrem: ”Kırk gün (kalacak). (Onun) bir günü bir sene gibidir. Bir günü, bir ay gibidir. Bir günü bir hafta gibidir. Diğer günleri, sizin günleriniz gibidir” [7]buyurmuşlardır.

Mutlak olarak gün kavramının ele alındığı hadislerin hâricinde, haftanın yedi günü, özel günler ve hicri aylar hakkında da hadisler rivâyet edilmiştir. Hz. Peygamber, aynı ölçüde olmamakla birlikte her günün faziletini belirtmiş, bu günlerde vukû bulan hadiseleri haber vermiş ve günlerle ilgili önemli tespitlerde bulunarak, belli günlerde bazı işlerin yapılmasını teşvik etmiştir.[8]

Ümmetine oruç tutmayı tavsiye eden Hz. Peygamber, bu tavsiyesini bazı günlerde yoğunlaştırmıştır. Bunlardan Pazartesi ve Perşembe günlerini ay boyunca oruçlu geçirmeye güç yetiremeyenlere, o hicri ayın ilk Pazartesi ve Perşembe gününde oruç tutmaları önerilmiştir. Çünkü bu dönemde oruç ibadeti, ayın diğer zamanlarına göre bünyeyi daha az yormakta, kişiye daha kolay gelmektedir. Yine dolunaydan sonraki dönemle ilgili olarak hadislerde kan aldırılması (Hacamat)  tavsiye edilmiştir. Ancak bunun özellikle hicrî ayın on yedinci gününde yapılmasının istenmesinin ardında bir hikmet bulunmaktadır. Zira dolunayın zararlı etkilerine  maruz  kalan  insanların  bünyeleri bu dönemde zayıflamakta, damarlarındaki kan miktarı azalmaktadır. [9]İşte tam bu noktada O’nun her sözünün ardında bir hikmetin bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Zira günümüzde ilim adamlarının belirttiği hususları, Allah Rasûlü bundan asırlar öncesinde dile getirmiştir.

Haftanın günlerini değerlendirme konusunda Müslümanlara tavsiyelerde bulunan Hz.Peygamber’in, hicrî ayların belirli günleri hakkında da bazı emir, tavsiye ve yasakları bulunmaktadır.

Hadislerde ayın ve yılın belli günleri sair zaman dilimleri içinde ayrıcalıklı bir  yere konmuş, bir kısım özel günlerin faziletine işaret edilmiştir. Haftanın günleri arasında, fazileti hakkında en fazla hadis rivayet edilen gün Cumadır. İçerisinde duaların reddedilmediği bir saatin bulunduğu bu gün, diğer günlerin efendisi olarak nitelendirilmiştir. Cumanın ardından Pazartesi ve Perşembe günleri, Hz. Peygamber tarafından seçkin kabul edilen günler olarak karşımıza çıkmaktadır.[10]

Şüphesiz ki Allah Rasûlü haftanın her gününü  ve zamanını kulluk şuuru içerisinde, ibadet ve hayırlarla dolu olarak geçirmiştir. Ancak, araştırmalardan çıkan sonuç, O’nun bazı günleri ve zamanları diğerlerinden daha faziletli kabul ettiği ve bu günlerde ve zamanlarda zikir, dua ve ibadetini arttırdığıdır.

B) ÜÇ AYLAR

“Üç Aylar”
  Receb ayı ile başlayıp, Ramazan ayı ile biten feyizli ve bereketli bir maneviyat mevsimidir🌔
Bu aylara girince, mü’minlerin ruhlarını manevi bir hava kaplar
. Bu ayların Müslümanlarca önemli ölçüde değer kazanmasının sebepleri arasında:
 Hz. Peygamber (sav)’in bu aylar hakkında verdiği haberler gösterilir. Nitekim Enes b. Mâlik (r.a)’den şöyle rivayet edilmiştir:
 “Receb ayı girdiğinde Hz. Peygamber (sav) şöyle derdi: Allahım! Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.”[11]

Hadis âlimlerine göre bu hadis zayıftır ama dua olarak söylenilebilir
Çünkü her müslüman;kadir gecesine erişip bağışlananlardan olmayı arzu eder.hadisin kaynağı aşağıda belirtilmiştir.

[11] Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/259.  Ebû Nu’aym, “Hilyetu’l-Evliyâ”da ve ed-Deylemî, “Müsnedu’l-Firdevs”te rivayet etmişlerdir. Ancak isnadında zayıflık vardır. Bkz. el-Münâvî, “Feydu’l-Kadîr”, IV, 18.

1) RECEB AYI:
 Muharrem ile başlayan ve Zilhicce ile sona eren Kamerî takvim aylarının yedincisi olan Receb,
 aynı zamanda 
“üç aylar”ın ilkidir.
 Hz. Peygamber (sav) ‘in Receb ayı girdiğinde:
 “Allahım! Receb ve Şaban’ı bize mübarek kıl ve bizi Ramazan’a ulaştır.”diye dua ettiği (zayıf hadis olduğunu hadis alimleri söylüyor) nakledilir. 
Halk arasında meşhur olan

, “Receb Allah’ın ayıdır; Şaban benim ayımdır; Ramazan ise ümmetimin ayıdır”‼‼


 şeklindeki muhaddislerin çoğunca uydurma‼‼ sayıldığını da burada ifade etmiş olalım. [13]

Nitekim günümüz İslam alimlerinden Yusuf el Kardavi de bu rivayetle ilgili şunları söylüyor: “Receb, Allah’ın ayıdır…” diye başlayan hadis münker ve çok zayıf bir hadistir.
 Hatta alimlerin çoğu ona  “Mevzu” demişlerdir. 
Yani Allah Rasulü (sav) adına uydurulmuştur‼. Dini ve ilmi yönden herhangi bir kıymeti yoktur. 
AIimlere düşen insanları sakındırmak için bu yalan‼ ve uydurulmuş‼ hadislerden insanları haberdar etmektir.” [14
Kaynaklar:

][13] Muhammed b. Ali eş-Şevkânî, el-Fevâidü’l-Mecmûa fi’l-Ehâdîsi’l-Mevdûa, Sh:100,2. Baskı, el-Mektebü’l-İslâmî, Beyrut, 1392; Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ ve Müzîlü’l-İlbâs, c: 1, s: 423-424, hadis no: 1358.3. Baskı, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, 1998.


14] Prof. Dr. Yusuf El- Kardavi Çağdaş Meselelere Fetvalar, c.2,Sh:55-57,Tahir Yayıncılık, İstanbul, 1994.

 Hz. Peygamber (sav), Receb ayında çok sık oruç tutmuştur. ❗
İbnu Abbâs (ra) şöyle demiştir: 
“Resulullah (sav) Recep ayında bazı yıllarda öyle oruç tutardı ki biz, ‘Gâliba) hiç yemeyecek (ayın her gününde tutacak)’ derdik‼. 
(Bazı yıllarda da öyle) yerdi ki biz; ‘(Galiba) hiç tutmayacak’ derdik.”❗[15]
Hz. Peygamber (sav), her ay üç gün oruç tutardı.‼ Bu üç günü, bazen ayın başına, bazen ortasına‼ (eyyâm-ı bîd: kamerî ayların 13, 14 ve 15./dolunay geceleri)❗, bazen da sonuna rastlatırdı. ❗ Özellikle dolunay günlerinde oruç tutmayı tavsiye ettiği nakledilir.❗ Hatta bu günlerde orucu emrettiği ve faziletini belirttiği olmuştur:
 Abdullah İbnu el-Kaysî, babasından anlatıyor: 
“Resulullah (s.a.), bize eyyam-ı bi’z’de yani ayın onüç, ondört ve onbeşinci günlerinde oruç tutmamızı emrederdi❗ ve ‘Bunlar yıl orucu vaziyetindedir’ derdi.” ❗
Bu hadislere dayanarak, her ay üç gün oruç tutmak, ❗nafile oruçlar arasında sayılmıştır.❗
 Ve dahi Ramazan’dan sonra en sevaplı ❗nafile oruçlar, ❗Recep ve Şaban aylarında tutulan oruçlardır.❗

 Ama şunu söylemekte fayda var:

 Receb ayını tamamen oruçlu geçirme‼ ve bu aya mahsus özel bir oruç‼ tutmanın faziletine dair de ne Hz. Peygamber (sav)’den, ne de Sahabe’den (Allah onlardan razı olsun) gelmiş sahih bir rivayet yoktur.[16] ‼‼

Üç ayları hiç ara vermeden tutmak❗ sünnet ve müstehap da değildir,‼
 hatta bunun bid’at olduğu alimlerin cumhurunun
(çoğunluğunun) görüşüdür‼

Kaynaklar aşağıda zikredilmiştir

.[17]15]Buharî, savm 53; Müslim, sıyâm 179, no:1157; Ebu Davud, savm 55, no:2430.

[16] İbn Receb, “Tebyînu’l-Aceb bimâ Verede fî Fadli Receb” ‘den naklen Ebubekir Sifil. Üç Aylar Üzerine, http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=makale&no=10

[17]  Prof.Dr. Vecdi Akyüz, Mukayeseli İbadetler İlmihali, C. 2, sh. 244, İz yayıncılık, 1995 baskısı.


Burda bu konuyu karışıklık olsun ‼ diye değil❗Allah resulunden ve Allah dan korktuğumuzdan dolayı emaneti yerine getirmek için yapıyoruz❗ yani hadis olmayan bir sözün Allah resulü söyledi veya yaptı denilmesi sonucu ateş olan yani cehenneme gitmemize vesile olacak kötü bir iştir ki bundan Allah a sığınırız‼
Lutfen ‼hepimiz ‼
Samimiyetle rabbimizden hakikatleri öğrenmeyi isteyelim❗ ilmimizi artırıp doğru ilim öğrenme de tereddüt etmeyelim‼
Allah hepimizin yardımcısı olsun ❗burada yazılanları anlamayı hepimize nasip etsin❗


Recep ayının içinde özellikle ülkemizde❗(araplar bilmiyorlar regaib gecesini turkler kutluyor sadece) kutsal sayılan iki gece bulunmaktadır. Birincisi, Recep ayının ilk Cuma gecesidir. ❗

Recep ayının ilk Perşembe gününü Cuma gününe bağlayan gece 
“Regaib gecesi” ❗
olarak kutlanır. ‼Birtakım takvim yaprakları ve ehil kimseler tarafından yazılmamış olan‼
 “Namaz Hocası”,‼ 
“Dua Kitabı” ‼türünden kitaplarda,
  Hz. Peygamberin Regaip gecesinde ana rahmine düştüğü, ❗ Recep ayının ilk Perşembe günü oruç tutup gecesinde Regaip namazı adıyla bir namaz kılmanın sevap olduğu❗ ve bu gecenin birçok faziletinin bulunduğu yönündeki rivayetlerin “asılsız” olduğu❗ hadis âlimlerince belirtilmiştir‼.[18]Nitekim Ali el-Karî ve Şevkânî  gibi alimler şöyle derler: 
”Receb ayının ilk gecesi‼ veya herhangi bir gecesi❗ belli bir namaz kılmaya teşvik eden hadisler uydurmadır.‼


”[19]Yine İbni Hacer şöyle der: ”Receb ayının ilk cuma gecesi –ki “Regaib Kandili” olarak anılmaktadır– belli bir namaz kılmaya teşvik eden hadisler arasında da Hz. Peygamber (sav)’den sağlam tariklerle gelen bir rivayet yoktur.”[20][18] Hamdi Tekeli, “Regâip Gecesi”,  c: 34, Sh: 535,DİA, İstanbul, 2007

[19] “el-Masnû’”, 259; el-Leknevî, “el-Âsâru’l-Merfû’a”, 58 vd.; eş-Şevkânî, “el-Fevâidu’l-Mecmû’a”, 47.

[20] İbn Receb, “Letâifu’l-Ma’ârif”, 131.

Arkadaşlar‼ yukarıdaki kaynaklarda belirtildiği gibi bu hadis âlimlerinin inceleyip bize bildirdikleri ilimdir.❗Elbette her ilmi ehli olan uzmanlardan almak gerekir❗ riyazussalihin kitabında bu konuda bir hadis yoktur.kütübü sitte olan 6 hadis kitabında da böyle bir hadis yoktur.‼
Bu bilgiyi; Allah Resulünün sünnetini iyi öğrenme ve yanlış bilgilerden doğru olana ulaşmak adına yapıyoruz‼ ve asla hedefimiz kafa karıştırıp❗ birilerini yalanlamak değildir.❗
Allah celle den hepimize faydalanıp kurtuluşa bizi ileten ilmi ve ameli bize nasip etmesini dileriz.
Allah herşeyin en iyisini bilir ve bizi de en iyisine yönlendirmesini O'ndan niyaz ederizGünümüz alimlerinden Vehbe Zuhayli (4 mezhebin islam fıkhının yazarı ve tefsir dalında da uzman büyük bir âlim)
de şöyle demektedir: ‼
“Her ne kadar bazı rivayetlerde Regaib ve Berât kandillerinde‼ kılınacak nafile namaz‼ çeşidinden bahsediliyorsa da muhakkik hadisçiler❗ bu rivayetlerin uydurma❗ olduğunu, dolayısıyla sırf bazı kandillere has nafile namaz❗ bulunmadığını ispat etmişlerdir. ❗
Hatta herhangi bir şer’î dayanağı bulunmadığı❗ halde halk arasında yaygın hale getirilmiş❗ olan ve bazı mübarek gecelere mahsus olduğu zannedilen ❗namazları cemaatle kılmak bidat❗ olduğu için mekruhtur.❗ Halk arasında Regaib gecesi namazı ❗diye meşhur olan ❗ve tamamen uydurma olan❗ namazda olduğu gibi.❗ Çünkü sahih hadis kitaplarında böyle ve bu isimle bilinen herhangi bir namaz yoktur.” [21]‼

Tasavvuf kitaplarında yer alan: ❗“O ayda bulunan İlk Cuma gecesinden gafil olmayın. Çünkü o, meleklerin regaip diye isimlendirdikleri bir gecedir. Kim recep ayının ilk Perşembe gününü oruç tutar ve o günün, akşamla yatsı arası on iki rekat namaz kılarsa, (namazın keyfiyetini açıkladıktan sonra) AllahuTeala o kimsenin günahlarını bağışlar”[22] ‼ rivayeti hakkında❗ İbnu’l-Cevzi şunları söyler: “Bu hadis Allah Rasulu (sav) üzerine uydurmadır‼‼. 
Ali İbn Abdillah‼ bu rivayetiyle ilim ehli tarafından itham olunup‼ yalancı sayılmıştır. ‼…Ben doğrusu ramazan❗ ve teravih namazlarına nazaran❗ insanların bunda, nasıl izdihamlaştıklarını❗ garibsiyorum. ❗Çünkü bu namaz halk indinde diğerlerinden daha büyük ve değerlidir.❗ Çünkü bu namazda ❗diğer beş vakit namaza gelmeyenler❗ hazır bulunmaktalar.”[23
]İbnu’l-Cevzi’nin garipseyerek söylediği durumun ülkemizde şuan fazlasıyla olduğunu söylememiz yanlış olmayacaktır. ‼
Farz namazları kılmayan❗ nice kimselerin kandil gecelerinde❗ cami cami dolaştıklarını görmekteyiz‼ ve duymaktayız. 
Dine karşı kayıtsız❗ davranışlarda bulunan❗ ve yılın çoğunda Allah için alınlarını secdeye koymayan❗ milyonlarca insanın “kutsal” görülen bu gecelerde ❗yüzlerce rekât namaz kılıp❗ sabahlamaları ❗gerçekten içler acısı ❗ve ağlanacak bir durumdur.❗ Üzülerek ifade etmek gerekir ki, cami ve mescidlerini kabir haline getirip,❗ Kur’an’a hayatlarında sırt dönenlere,❗ gaflet ve isyan içinde yaşayanlara,❗ Kandiller❗, Mevlidler değil, ❗Kur’an ve Sünnet bilgisi gerekmekte‼. Râsul-i Ekrem (sav)’in : “Dinimizden olmayan herhangi bir şeyi uyduranın ortaya koyduğu merduttur (reddedilmiştir). Her bid’at dalalettir.”[24]buyurduğu bilinmektedir. ‼
Bu hadisteki “Küllü bid’atün dalaletün” hükmü umumi bir beyandır. ❗
Bugün; kandil gecelerinde devlet televizyonlarından mevlidler okunmakta ve dua edilmektedir. Bu dualarda Allahu Teala’nın dinine karşı savaşan ve binlerce mü’mini şehid eden tağutlara bile dua edilmektedir. Bu husus göz ardı edilmemelidir. [25]21] Vehbe Zuhayli, İslâm Fıkhı Ansiklopedisi, C.2, Sh.179, Risale Yayınları, İstanbul-1990.

[22] Ebu Şame, el-Baisu Ala inkari’l-Bida’i ve’l-Havadisi, s. 39-40.

[23] İbnu’l-Cevzi, el-Mevdu’at, c.2, s. 125-127.

[24] (Sahih-i Müslim, C/1, sh:592. Had. No:867. İst. 1401)

[25] Yusuf Kerimoğlu, Fıkhî Meseleler, c.2, Sh:333, Ölçü Yayınları, İstanbul-1985

Bu aktardığımız bilgiler ❗
Kaynaklarda belirtildiği gibi ❗ilmi olup sahih rivayetlerde geçmektedir❗
Allah celle her gecenizin mübarek olmasını nasip etsin.Rabbim recep ve şaban aylarını fırsat bilip ibadetlerimizi  artırıp  ramazana beyaz bir sayfa ile girmeyi bizlere lutfetsin.
Rabbim ibadetlerimizi günlük olarak yapabilmeyi ve rıza i ilahiye erenlerden olmayı hepimize nasip ETSİN‼


Devamını Oku »

KİBİR BAHSİ -7

Âlimin böbürlenmesine gelince, ❗o mağlûb etmek için ❗münâzara ilminde var kuvvetiyle çalışır. ‼Gece gündüz mahfellerde münazara, cedel, güzel ibare, secîli lâfızlar, garip ilimlerde arkadaşlarını küçük düşürmek❗ ve onlara tevafuk etsin diye ilimleri hıfzetme, hadîsin lafızlarında ve isnadlarında yanlış gideni reddetmek için ve dolayısıyla kendisinin faziletini,❗ arkadaşlarının da eksikliğini belirtmek için❗ hadîsin lâfız ve isnadlarını ezberlemek gibi ilimleri tahsile koyulur! ‼Arkadaşlarından biri yanlış birşey söylerse ona hücum etme ❗fırsatı doğduğundan dolayı sevinir. ‼Arkadaşı isabet ettiği zaman hoşuna gitmez❗. Çünkü arkadaşının kendisinden daha büyük kabul edilmesinden korkar.‼
İşte bütün bunlar kibrin şekilleri,‼ ilim ve amelle azizleşmenin vermiş olduğu meyve ve eserlerdir.‼ 
Acaba bütün bu huylardan veya bir kısmından uzak olan bir kimse nerede?⁉
 Keşke bilseydim bu ahlâkları nefsinden bilen ve Hz. Peygamber`in şu hadîs-i şerifini dinleyen kimdir?❓❓
 `Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez!‼` Böyle bir kimse nefsini nasıl büyütür❓❓? Başkasına karşı nasıl büyüklük taslar?❓❓ Oysa Hz. Peygamber (s.a) onun ateş ehlinden olduğunu haber veriyor.‼
 Büyük kimse, ancak bu rezaletten uzak olan kimsedir‼. Zaten bu rezaletten uzak olan kimsede büyüklük ve kibir yoktur‼
. Alim odur ki Allah Teâlâ`nın, `
Sen nefsine kıymet vermediğin takdirde benim nezdimde kıymetin vardır.‼ Nefsini kıymetli gördüğün takdirde bizce senin kıymetin yoktur`‼ dediğini anlar.‼
 Dinden bu hususu anlamayan bir kimseye âlim ismini vermek doğru değildir. ‼
Bilen bir kimseye de gururlanmamak‼ düşer. Nefsine kıymet❗ vermemesi lâzımdır.
 İşte bunlar ilim📚 ve amelle mağrur olmanın şekilleridir.‼

Âlimin böbürlenmesine gelince, o mağlûb etmek için münâzara ilminde var kuvvetiyle çalışır. ‼Gece gündüz mahfellerde münazara, cedel, güzel ibare, secîli lâfızlar, garip ilimlerde arkadaşlarını küçük düşürmek‼ ve onlara tevafuk etsin(üstün gelsin,yensin) diye ilimleri hıfzetme, hadîsin lafızlarında ve isnadlarında yanlış gideni reddetmek için ve dolayısıyla kendisinin faziletini,❗ arkadaşlarının da eksikliğini❗ belirtmek için hadîsin lâfız ve isnadlarını ezberlemek gibi ilimleri tahsile koyulur!‼ Arkadaşlarından biri yanlış birşey söylerse ona hücum etme‼ fırsatı doğduğundan dolayı sevinir‼. Arkadaşı isabet ettiği zaman hoşuna gitmez. ‼Çünkü arkadaşının kendisinden daha büyük kabul edilmesinden korkar.‼
İşte bütün bunlar kibrin şekilleri, ❗ilim ve amelle azizleşmenin❗ vermiş olduğu meyve ve eserlerdir.❗ Acaba bütün bu huylardan veya bir kısmından uzak olan bir kimse nerede⁉? Keşke bilseydim bu ahlâkları nefsinden bilen ve Hz. Peygamber`in şu hadîs-i şerifini dinleyen kimdir? ❓❓❓`Kalbinde hardal danesi kadar kibir bulunan kimse cennete giremez!`‼ Böyle bir kimse nefsini nasıl büyütür?❓ Başkasına karşı nasıl büyüklük taslar❓? Oysa Hz. Peygamber (s.a) onun ateş ehlinden olduğunu haber veriyor.‼ Büyük kimse, ancak bu rezaletten uzak olan kimsedir.‼ Zaten bu rezaletten uzak olan kimsede büyüklük ve kibir yoktur. ‼Alim odur ki Allah Teâlâ`nın, `Sen nefsine kıymet vermediğin takdirde benim nezdimde kıymetin vardır.‼ Nefsini kıymetli gördüğün takdirde bizce senin kıymetin yoktur`‼ dediğini anlar. Dinden bu hususu anlamayan bir kimseye âlim ❗ismini vermek doğru değildir.‼ Bilen bir kimseye de gururlanmamak düşer.‼ Nefsine kıymet vermemesi lâzımdır. ‼İşte bunlar ilim ve amelle mağrur olmanın şekilleridir.

3. Haseb ve Neseble Gururlanmak‼
Şerefli bir nesebe sahip olan kimse, amel ve ilim bakımından kendisinden daha üstün olsa bile, o nesebe sahip olmayanı hakir görür.❗
Bazıları gururlanır, insanların kendisine köle olduklarını sanır❗ ve onlarla oturmaktan çekinir.❗
 Bunun meyvesi, diliyle bu sebepten böbürlenmesi ve başkasına şöyle demesidir: `Ey Hindli! ‼Ey Ermenî!‼
 Sen kimsin?❓ Senin baban kimdir❓?
 Ben filân oğlu filânım!‼ Senin gibisi nasıl benimle konuşabilir veya bana nasıl bakabilir veya benim gibisiyle nasıl konuşabilir?⁉` ve bu sözlere benzer sözler... Bu gurur nefiste saklı‼ bulunan bir damardır. Neseb sahibi bir kimse, salih ve akıllı da olsa, bundan bir türlü kurtulamaz.‼
 Ancak hallerinin normal olduğu anda bu gibi gurur kendisinden sızmaz.
 Eğer öfke kendisine galebe çalarsa, ❗bu öfke, basiretinin nûrunu söndürür ❗ve gurur kendisinden sızar.‼ Nitekim Ebu Zer el-Gıfârî şöyle demiştir: `Hz. Peygamber`in yanında bir kişiyle tartıştık.(bilal radiyallahu anhu ile)
 Ona `Ey siyah kadının oğlu`‼ dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle dedi:
Ey Ebu Zer! ‼
Ölçek doldu! ❗Ölçek doldu (veya dolmadı; yani iyi ölçmedin). 
Beyaz kadının oğlu❗, siyah kadının oğlundan üstün değildir!‼
Bunun üzerine ben yere uzandım ve kişiye dedim ki: `Benim yanağıma bas!`‼ İşte Hz. Peygamber`in, beyaz kadının oğlu olduğu için nefsini üstün telâkki eden Ebu Zer`i nasıl ikaz ettiğini ve bunun yanlış ve cehalet olduğunu söylediğini dikkatle izle‼! 
Yine Ebu Zer`in nasıl tevbe ettiğini, ‼kibir ağacının kökünü kalbinden, kendisine karşı kibir tasladığı kimsenin ayağının tabanıyla nasıl söktüğünü ve `Kibri ancak zillet sökebilir`❗ hakikatini nasıl gösterdiğini dikkatle izle!‼
İki kişi Hz. Peygamber`in yanında birbirlerine karşı böbürlenerek tartıştılar.‼ Onlardan biri diğerine şöyle dedi: `Ben filân oğlu filanım❗! Ey annesiz kişi! Sen kimsin?`❓
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
`İki kişi Musa`nın yanında birbirine karşı böbürlendiler. Onların biri şöyle dedi: `Ben filân oğlu filânım!`❗ Böylece dokuz atasını saydı. Bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Musa`ya vahiy göndererek şöyle buyurdu: `Böbürlenene söyle! ‼Senin o dokuz ecdadın ateş ehlindendir ve sen de onların onuncususun`57❗


Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
Herhangi bir kavim ecdadlarıyla gururlanmayı terketsin! Çünkü ecdadları cehennemde kömür kesilmişlerdir. Ecdadlarıyla övünmeyi terketmedikleri takdirde Allah nezdinde burunları ile pislik yuvarlayan böceklerden daha değersiz olacaklardır.58

4. Güzellikle Mağrur Olmak‼
Bu da çoğu zaman kadınlar arasında❗ cereyan eder❗ ve bu gurur insanı, başkasını eksik göstermeye,❗ ayıplarını saymaya,❗ gıybetini yapmaya ❗ve halkın ayıplarını sayıp dökmeye dâvet eder.❗
Hz. Aişe`den (r.a) şöyle rivayet edilir: `Bir kadın Hz. Peygamber`in huzuruna girdi. Ben elimle o şöyledir (yani kısa boyludur) dedim. Bunun üzerine Hz. Peygamber beni ikaz ederek şöyle dedi: `Sen onun gıybetini yaptın!‼`59
Bu tür gururun menşei, içte saklı bulunan kibirdir.‼ Çünkü Hz. Aişe de eğer o kadın gibi kısa boylu olsaydı onu `kısa boylu olmakla` anmazdı.❗ Sanki kendinin uzun boylu oluşu Hz. Aişe`nin hoşuna gitmiş ve uzun boyluluğunu beğenmiştir.❗ Kendi boyuna nazaran kadını kısa boylu saymış ve öyle demiştir.
Ey Allah'ım‼
Güzelliği ile övünen ‼kullarına güzelliklerinin de bir emanet olduğu şuurunu idrak ettir‼
Hepimizi kibre düşmekten koru❗

5. Malla Kibirlenmek

Bu, hazineler hakkında sultanlar arasında;❗ ticarî mallar hakkında tüccarlar arasında,❗ arazileri hakkında köy ağaları arasında,❗ elbiseleri, atları ve merkepleri süslü olanlar arasında❗ cereyan eden bir gururdur‼
. Bu bakımdan zengin,❗ fakiri hakir görür ve ona karşı gurura kapılır❗ ve ona şöyle der:
 `Sen yoksul ve fakirsin. Ben ise eğer istersem, senin gibisini satın alır, senden daha üstününü çalıştırırım. Sen kim oluyorsun? ❓❓❓Senin yanında ne var?❓ Benim evimin mobilyasının değeri senin bütün malından daha fazladır.‼
 Ben senin bir senede yemediğini bir günde harcarım!`‼
Bütün bunları, zenginliği gözünde büyüttüğü ve fakirliği hakir ‼gördüğü için söyler. ❗
Bütün bunlar fakirliğin faziletini❗ ve zenginliğin de âfetini❗ bilmemezlikten ileri gelir‼ ve şu ayet-i celîlede buna işaret vardır:
O (adamın) başka ürünü de vardır. Arkadaşıyla konuşurken ona 
`Ben malca senden daha zenginim! ‼
Toplulukça senden daha kuvvetliyim!`‼ dedi.(Kehf/34)
Arkadaşı ona şöyle cevap verdi:
Bağına girdiğin zaman `Mâşaallah, kuvvet yalnız Allah iledir‼!` demen gerekmez miydi❓? Gerçi sen beni malca ve evlatça senden az görüyorsun ama rabbim bana senin bağından daha hayırlısını verebilir.‼ Seninkinin üzerine de gökten bir âfet indiriverir de yalçın bir toprak oluverir‼.(Kehf/39-40)
Bu adamın böyle hareket etmesi, mal ve evlatla böbürlenmesinden‼ neşet(ortaya  çıkmıştır) etmiştir. Sonra Allah Teâlâ, onun işinin akibetine şu cümle ile işaret etmiştir:
`Ah ne olaydı❗! Rabbime hiçbir ortak koşmamış olaydım!`‼ diyordu.(Kehf/42)
Kârun`un gururu da bu türdendir; zira Allah Teâlâ onun gururunu haber vererek şöyle buyurmuştur:
Derken birgün (Kârun) ziynet ve ihtişamı içinde kavminin önüne çıktı. Dünya hayatını arzu edenler `Keşke Kârun`a verilen mal gibi bizim de olsa! O gerçekten büyük bir bahtiyar!`‼(şanslı) dediler.


6. Kuvvet ve Kudretle Kibirlenmek‼
Bununla zayıf kimselere karşı gurur göstermektir.

7. Etba, Yardımcı,❗ Talebe, ❗Hizmetkâr,❗ Aşiret, ❗Akraba ❗ve Evlatla Böbürlenmek❗
Bu, askerlerle böbürlenen sultanlar, ❗talebelerle böbürlenen âlimler❗ arasında cereyan eder.
Kısaca nimet sayılan her şeyin kemâl sanılması mümkündür.‼ Haddi zâtında kemâl değilse de... O şey ile böbürlenmek mümkündür. ‼Hatta muhannes (kadınımsı hareketlere sahip olan erkek) bile akran ve emsaline karşı bilgisinin ve muhanneslik sanatındaki maharetinin fazlalığıyla gururlanır. Çünkü o bunu kemâl telakki eder ve onunla gururlanır. Her ne kadar onun fiili azaptan başka birşey değil ise de...‼
Fâsık bir kimse de içki içmek‼, kadın ve oğlanlarla fazla zina etmekle gururlanır, kibir taslar!‼ Çünkü o bunu kemâl zanneder. Her ne kadar bu zannında yanlış ise de...
İşte buraya kadar saydıklarımız, âbidlerin birinin diğerine karşı kibirlerinin vasıta ve aletlerini toplayan kaidelerdir. Bu bakımdan bunlardan birşeye sahip olan biri, aynı şeye sahip olmayan❗ veya itikadına göre ondan daha aşağı birşeye sahip olana❗ karşı gururlanır. Bazen kendisine karşı gururlandığı kimse kendisi gibi veya Allah katında kendisinden daha değerli olur. Kendisinden daha fazla âlim olan kişiye karşı ‼kendisinin daha âlim olduğunu zanettiğinden ❗ve nefsi hakkındaki büyük inancından ötürü gururlanan âlim kişi gibi...‼
Allah Teâlâ`dan lûtfu ve rahmetiyle yardım talep ederiz. Muhakkak Allah herşeye kâdirdir.‼
_______
53)Irâkî şöyle der: ``Müellif böyle rivayet etmişse de Kuddal `İlmin âfeti
unutkanlık, güzelliğin âfeti gururdur` diye zayıf bir senedle Hz. Ali`den bu
hadîsi rivayet etmiştir".
54)İbn Mübârek, Zühd
55)Müslim
56)Müslim
57)Abdullah b. Ahmed, Zevâid-i Münsed
58)Ebu Dâvud, Tirmizî, İbn Hibban
59)Daha önce geçmişti.

Devamını Oku »