HERKES İÇİN SİYER - 9. BÖLÜM (MUHÂSARA GÜNLERİ VE AĞIR İMTİHANLAR)
Bismillahirrahmanirrahim.
İslam çok güzel bir şereftir ama çok da ağır bir yüktür. Bu şerefi hakkıyla taşıyıp temsil etme
adına bizden beklenenleri yerine getirebilmek duası ile...
EBU ZER el- GIFARÎ (R.A.)
Ebu Zer, Gıfar kabilesindendir. Mekke’ye 250 km. uzaklıktaki Rabiğ denilen bölgede
yaşamıştır. O günkü şartlarda bu çok büyük bir mesafedir ama o ilk günlerde İslam davetinden
haberdar olmuştur. İslamiyet’ten önce Miladi 607’de farklı bir ruh haline girmiş; putlara tapmayı
reddetmiştir. Namaz ve secde yokken o ruh hali ile secdeye kapanmıştır.
Gıfar kabilesi şakiliği ile meşhur bir kabile idi. Yol kesip insanların mallarına el koyuyorlardı.
Ebu Zer (r.a.) de bir zamanlar o işleri de yapmış bir insan idi.
3 yıl sonra Allah Resûlü (s.a.v.) Mekke’de davete başlayınca bundan haberdar oldu ve kardeşi
Ümeyse’yi bilgi alması için Mekke’ye gönderdi. Ümeyse gitti ama doğru dürüst bilgiler alamayınca
geri geldi. Ebu Zer (r.a.) bu sefer Mekke’ye kendisi gitmeye karar verdi. Kâbe’ye gidip Allah Resulü
(s.a.v.)’nü aramaya başladı. Kimseye bir şey soramadı ama 10 yaşında bir çocuk olan Hz. Ali’nin
dikkatini çekti. Hz. Ali onu misafir etmek istediğini söyledi ve alıp onu evine götürdü. 3 gün evinde
misafir etti. 3 günün sonunda Hz. Ali ona buralarda ne aradığını sordu. O da kimseye söylememesi
karşılığında Allah Resulü’nü aradığını söyleyince Hz. Ali onu Resulallah’a götürebileceğini ve
Resulallah’ın amcasının oğlu olduğunu söyledi. Peygamberin (s.a.v.) Sefa tepesinde bir evde olduğunu
ancak o evi kimsenin fark etmemesi gerektiğini, ikisini de birlikte kimsenin görmemesi gerektiğini izah
etti. Kendisini takip etmesini ve bir tehlike olduğunda eğileceği, o zaman da yanından geçip gitmesini
istedi. Sonra güvenli bir şekilde Hz. Ali, Ebu Zer (r.a.)’i Darü’l Erkam’a getirdi.
Allah Resûlü (s.a.v.) onu görür görmez “Gel bakalım Arap misafir.” dedi. Ebu Zer (r.a.)
Selamünaleyküm diyerek içeri girdi. (İslam selamını ilk kullanan kişidir. Ondan sonra selam
yayılmıştır.) Allah Resûlü’nün önünde durup iman etti. Sonra Efendimiz’e “Ne var üzerime Ya
Resulallah?” diye sordu. Sorumluluklarını öğrenmek istedi. (Bu bir tavırdır. Ebu Leheb’in “Ben
Müslüman olunca bana ne var?” demiştir. İki tavır arasında çok fark vardır. Biri kazanacaklarını
sormuş, diğeri sorumluluklarını sormuştur. Mümin tavrı Ebu Zer tavrıdır ve sorumluluklarını sorar.)
Allah Resûlü (s.a.v.) “Herkese ne varsa (cennet) sana da o var.” dedi. Bunun üzerine Ebu Zer “Beni şu
kölelerle, şu ayak takımıyla bir mi tutuyorsun? Beni bunlarla bir tutan bir din olmaz olsun.” dedi. (Bu
bir tavırdır, bir anlayıştır. Bunu iyi anlamamız lazım ki bugün bazı olaylar karşısında ortaya
koyduğumuz tavırlarda kimin çizgisini takip ettiğimizi belli etmiş olalım. Ebu Zer çizgisi mi, Ebu Leheb
çizgisi mi? Ebubekir çizgisi mi, Ebu Cehil çizgisi mi?)
Sonra Allah Resûlü (s.a.v.) namazı anlattı. Ebu Zer (r.a.) 3 senedir zaten kıldığını söyledi. Hz.
Peygamber bundan memnun oldu. Sonra Ebu Zer Kâbe’ye gidip bu dini insanlara haykırmak için Allah
Resulü’nden izin istedi. Resulallah şimdi zamanı olmadığını söyledi ama Ebu Zer duracak gibi değildi.
Sonra izni aldı, gitti, dini duyurdu ve bayılıncaya kadar dayak yedi. Orada olaya Hz. Abbas müdahale
etti. Onun Gıfar kabilesinden olduğunu ve eğer duyarlarsa kervanlarını bir daha oradan
geçiremeyecekleri konusunda onları uyardı. Ebu Zer’i Darü’l Erkam’a getirdiler, Allah Resulü
2
yapmasaydın dediyse de o İslam’ı haykırmanın ne kadar güzel olduğunu söyledi ve tekrar izin istedi.
Efendimiz hayır demesine rağmen o durmadı ve aradan birkaç gün geçtikten sonra Sefa tepesine gitti.
Putlara saygı gösteren insanlarla alay edince insanlar yine toplanıp onu dövdü. Allah Resulü baktı ki
Ebu Zer işi farklı bir noktaya getirecek, ondan kabilesine geri dönmesini istedi. Ebu Zer kabilesine
döndü ve orada tebliğ çalışmalarına devam etti. Hicretin 5. yılında da yanına bir sürü insanı alarak
Allah Resulü’nün yanına gitti.
Hz. Peygamber onun için “Her kim İsa'nın zühtü ile yeryüzünde yürüyen birini görmek isterse
Ebu Zer’e baksın.” demiştir. Sahabisini bir İslam peygamberine benzetmiştir. “O tek başına yaşar, tek
başına ölür ve tek başına haşr olur” diyerek Ebu Zer’in tekliğine de vurguda bulunmuştur.
Müşrikler Hz. Ömer’in İman Etmesinden Sonra Daveti Engellemek İçin Neler Yaptılar?
* Müşrikler bu konuda Allah Resûlü (s.a.v.)’e, Hz. Ebubekir'e ve Ebu Talib'e direkt olarak
birçok şey yaptı.
* Hz. Ebubekir'e işkenceler edildi. Ebubekir (r.a.) soylu birisiydi, ona rağmen arkadaşlık
bağlarını koparanlar oldu.
* Ebu Talib'e ailenin büyüğü olduğu için Allah Resulü'nü sürekli ona şikâyet ettiler. Ebu Talib
de tabiri caizse iki arada bir derede kaldı. Kapısına gelen ilk heyeti yeğeni ile konuşacağını söyleyip
gönderdi. Allah Resulü de amcasına bunun Allah’ın dini olduğunu, bir vazifesinin olduğunu ve asla geri
adım atamayacağını söyledi. (Allah Resûlü'nün bu davada durduğu yer 23 yıl boyunca hiç değişmedi
ama onun karşısında duran inkârcılar, münafıklar ve münkirler hep değiştirmek zorunda kaldılar.
Mümin tavrını değiştirmeyen adamdır! Şartlar mümini şekillendiremez ancak mümin şartlara göre o
tavrının en ideal halini ortaya koyar.)
Aradan bir müddet geçince Velid bin Muğire, yine yanında bir heyetle Ebu Talib’in kapısına
gitti. Yanlarında Ümare İbni Velid isminde (Velid bin Muğire’nin oğlu) bir tane de delikanlı vardı. Bu
delikanlı Mekke’de yakışıklılığı ve akıllılığıyla biliniyordu. Bu gence karşılık Ebu Talib’ten öldürmek için
Hz. Peygamber’i istediler. Bir cana karşılık bir can teklif ettiler. Ebu Talip bu saçma teklife oldukça
sinirlendi ve onları kovaladı.
En son artık yapabilecekleri başka şeyler kalmayınca tavırlarını daha da sertleştirdiler. Başka
bir heyetle geldiler Ebu Talib’in evine. “Ya yeğenini susturursun ya da biz onu bulduğumuz yerde
öldürürüz.” diyorlar. Ebu Talib’in dünyası başına yıkıldı. Efendimiz’e durumu izah etti ve kendisine
acımasını, dayanamayacağı yükleri yüklememesini istedi. Allah Resulü ise o tarihi sözünü burada
söylemiştir: “Güneşi sağ elime verseler, ayı sol elime verseler vallahi Allah bu dinini aziz kılıncaya
kadar ya da ben bu yolda ölünceye kadar bu davadan vazgeçmem.” Bu sözleri söyleyince Allah
Resûlü (s.a.v.)‘nün gözlerinden yaş aktı ve o anda amcasının himayesini artık kaldırdığını zannetti.
Efendimiz tam gideceği sırada Ebu Talib yine kendisine yakışır bir şey yaparak yeğenine işine devam
etmesini, arkasında duracağını söyledi. İman etmedi ama risalet davasına çok ciddi bir biçimde sahip
çıktı. O da duruşunu değiştirmedi.
Efendimiz davete ve tebliğe devam ettikçe müşrikler çıldırdı. Velid bin Muğire defalardca
Allah Resulü’nün yanına gitti, bir şeyler söyledi. Hz. Peygamber ona ayetler okuyunca da etkilendi.
Birkaç gün evden çıkmadı. İnsanlar onun Müslüman olduğunu zannetti. Gerçekten bir etkilenme vardı
ama Ebu Cehil gidip onu tekrar Hz. Peygamber’e düşman etti.
3
Müşrikler ne yapacaklarını konusunda sürekli istişareler ettiler. Velid bin Muğire ve Nadr İbn
Haris çaresizliklerini dile getirdiler. Kimileri kâhin, kimileri şair, kimileri sihirbaz, kimileri mecnun,
kimileri yalancı diyelim dediler. Ne düşündülerse çaresiz kaldılar. O anda Nadr İbn Haris bunlarla
insanları ikna edemeyeceklerini belirtti ve öyle sözler öne sürdü ki o sözler kişiyi ailesinden ayırırdı.
Gerçekten o sözler ile ortaya bir şey koyabildiler ama yine istedikleri neticeye varamadılar. Bunun
üzerine Nadr İbn Haris Faslardan İslam’ın tesirini kırmasını için bazı masallar öğrendi geldi. İnsanların
içerisinde farklı bir hava oluşturmak için Farslardan kadınlar getirtti. Bunlar da fayda vermeyince
Kur’an okunduğu zaman sesini bastırmak için tenekeler çalmaya, gürültüler yapmaya karar verdiler.
(Bugün de tenekeler filmler, müzikler vb. yollarla yapılmakta ama Hakk’ın sesini kısamazlar!)
Bir gün Efendimizin etrafında toplandılar ve ona istediğinin kral olmaksa, hükümdar olmaksa
başlarına Melih Kral yapacaklarını; malsa toplayıp malları ona vereceklerini, kadınsa hangisini isterse
onu vereceklerini söylediler. Allah Resulü tek bir şey istediğini söyleyince şaşırdılar. Tek bir şeyse
kolay o zaman dediler. Efendimiz “la ilahe illallah” demelerini istediğini söyleyince dünyaları başına
yıkıldı. Çünkü o cümleyi söyleyecekleri zaman hayatlarının değişeceğini biliyorlardı.
Yine bir gün Allah Resulü’nün etrafında toplandıklarında sallallahü aleyhi ve sellem “Şu
güneşin ışığını ve ısısını ulaştırmasında engelleyebilir misiniz?” dedi. Onlar hayır cevabını verince Allah
Resulü “Hak davayı da engelleyemezsiniz. Bu öyle bir dava ki güneş gibi. Ne yaparsanız yapın bunun
üzerine geçemeyeceksiniz.” dedi. İslam’ın yükselen sesini hiç engelleyemediler, en son muhâsara
yapmaya kalkıştılar.
Rûm Suresinin Nâzili
Rumlar İranlılarla (Farslarla) yaptıkları bir savaşta yenildiler. Farslar ciddi bir galibiyet elde
ettiler ve Rumları çıkardılar. Hatta dönemin Heraklius’u İstanbul'u bile geçerek kaçtı. Çünkü Rumların
bir daha düzelme ihtimali kalmamıştı. Bunun üzerine Mekke müşrikleri kendileri gibi kitapsız Farsların
Ehli kitap mensubu olan Rumları yenmelerini örnek göstererek Müslümanlara hava attılar ve yarın
sonlarının da aynen böyle olacağını söylediler. Bunun üzerine Kur'an meseleye müdahale etti
(Kur'an'ın müdahil olmasının başka başka sebepleri de var.) ve Rûm suresinin ilk ayetleri nazil oldu.
“(1)Elif-lâm-mîm. (2-5) Rumlar yakın bir yerde yenilgiye uğradılar. Fakat onlar bu yenilgilerinden
sonra birkaç yıl içinde galip gelecekler. Önce olduğu gibi sonra da Allah’ın dediği olur. O gün
müminler Allah’ın yardımı sebebiyle sevinecekler. O dilediğini muzaffer kılar. O çok güçlüdür, engin
merhamet sahibidir. (6) Bu Allah’ın vaadidir. Allah vaadinden caymaz; ama insanların çoğu bunun
bilincinde değildirler.” (Dördüncü ayette geçen “
“ (fi bid’ı sinîn) ifadesi 3 ile 9 yıl arasında
bir zaman dilimidir. Yakın bir gelecekte Rumlar Farsları yeniden yenecek ve o gün Allah'ın yardımıyla
müminler de sevinecektir.)
Ebu Bekir (r.a.) bu ayeti duydu ama Efendimiz (s.a.v.)’e bir şey söylemedi. (Bu onun Kur'an'a
olan itimadını gösterir.) Hemen Ümeyye İbn Halef’in yanına gitti ve ayetleri onun yanında okudu.
Ümeyye farklı bir tepki gösterip Hz. Ebubekir’i Rumların bir daha galibiyet elde edemeyecekleri
konusunda iddiaya çağırdı. 3 yıl içerisinde eğer Rumlar galibiyet sağlarsa diye 10 deve karşılığında
iddiaya girdiler. Bu sürede ölürsek diye de kendilerine varisler seçtiler. Sonra Hz. Ebubekir,
Efendimiz’in yanına gitti ve durumu ona izah etti. Efendimiz ona süreyi 9 yıla, develeri de 100’e
çıkarmasını söyledi. Hz. Ebubekir denileni yaptı. (100 deve o zaman için büyük bir servet idi. Efendimiz
Hz. Ebubekir’in bu iddiasından memnuniyet duymuştu lakin bu İslam’ın henüz başlarında olan bir
4
hadiseydi. Nitekim başta caiz olan bazı şeyler sonrasında hükümler değişerek haram olmuştur. Yani
iddia caiz değildir.)
Netice itibariyle 9 senenin sonunda Kur’an’ın söylediği gerçekleşmiş ve Rumlar Farsları yerle
bir etmiştir. Ümeyye İbn Halef o zaman hayatta idi. Hz. Ebubekir’in varisi olarak seçtiği oğlu
Abdurrahman gidip 100 deveyi aldı ve Medine’ye gönderdi. Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Ebubekir’e bunun
bir bahis parasını olduğunu ve yemesinin caiz olmadığını söyledi. Onların hepsini sadaka olarak
vermesini tavsiye etti ve o develer sadaka olarak gitti. (Bu da caiz değildir.)
Hz. Ebubekir’i daha iyi anlayabilmemiz için bir anekdot: Hz. Ebubekir'e hizmetlisi bir gün bir
tas içerisinde bir süt ikram etti. O da aldı ve içti. Sonra bu sütü nerden aldığını sordu. Hizmetli de
bunu cahiliye döneminde fal baktığını, bu sütü de baktığı fal karşılığında birisinin getirdiği söyledi. O
anda Ebu Bekir (r.a.) sütü çıkarmak için bir gayret gösterdi.
Burada asıl önemli olan Hz. Ebu Bekir'in tavrı ve sadakatidir. Allah'ın kitabına itimat
konusunda da hepimize ölçü olması gereken bir meseledir.
MUCİZELER
Mucize, insanın ifrat ve tefrite kaymasına sebep olan bir meseledir. Bu noktada iki ayrı insan
tipi görmekteyiz:
- Birincisi; Allah Resûlü (s.a.v.)’in hiç mucize göstermediğini, bu dinin mucize ile olmadığını,
mucizelerin olmaması gerektiğini, anlatılan bütün mucizelerin uydurma olduğunu dile getirenler.
- İkincisi; Allah Resûlü (s.a.v.)’in her şeyinde mucize arayanlar.
Kur’an ve sünnetten meseleyi anlamaya çalışmak gerek. Mucize, insanı aciz bırakan şey
demektir. Allah’ın peygamberlerine mucize göndermesinin üç sebebi vardır:
1. İnsanlar görsünler de hidayete ersinler, hidayete vesile olsunlar diye.
2. Mucizeyi görsünler, eğer inkâr ederlerse helaka meşru bir zemin olsun diye
3. Peygamberlere ve peygamberlere iman etmiş olan insanlara nusret (yardım) olsun diye.
Genel anlamda Allah Resulü’nde mucizenin olmadığını söyleyenlerin delil olarak öne
sürdükleri ayet İsra suresi 59. ayettir. Diyorlar ki; Resulallah’a mucize gelse, o mucizeden sonra iman
etmeyenler helak edileceği için Allah Resulü’ne Kur’an dışında başka bir mucize gelmemiştir. Ama bu
doğru değildir çünkü Efendimiz (s.a.v.)’in mesajı diğer peygamberlerin mesajı gibi mucizeye
bağlanmış değildir. (Örn; Salih (a.s.) mucizesi deve idi.) Allah Resul’ünün en büyük mucizesi Kur’an’dır
ama başka mucizeler de gelmiştir.
Mucizeler üç çeşittir:
1. Hissi mucizeler (hissedilen, görülen: Hz. Musa’nın asası, Hz. İsa’nın eliyle hastalara şifa
vesilesi olması, Efendimiz’in parmaklarından suyun akması, şakk-ı kamer gibi.)
2. Haberi mucizeler (şu an için gerçekleşmemiş, ileride gerçekleşecek hadiselerin haberi:
Efendimiz (s.a.v.)’in Hendek’te İstanbul’u müjdelemesi gibi.) Bu da üçe ayrılır: yakın
gelecekte, orta gelecekte ve uzak gelecekte.
3. Akli mucizeler (bilgi mucizesi. Yani vahiy, Kur’an.)
5
Mucizeler mümin insanın imanını, inkârcının da küfrünü artırır. Uçlarda dolaşmanın bir
anlamı yoktur. Kur’an’ın ve sünnetin verdikleri ile yetinmek gerekir.
ŞAKK-I KAMER
Birçok inkârcı Peygamberlerinden mucizeler istediler ama inanmak için değil, inanmamak
içindi. Müşrikler Efendimiz’in kendileri gibi insani özellikte olmasından rahatsız oldular, böyle elçi mi
olur dediler.
Mesela bir gün bir bedevi geldi ve Peygamber Efendimiz’e eğer hamile olan devesinin
karnındaki yavrunun dişi mi yoksa erkek mi olduğunu bilirse iman edeceğini söyledi.
Peygamberimizin devesi Kusva yarışları hep kazanırdı, bir gün kaybetti. Müşrikler hemen eğer
peygamberin devesi olsaydı kaybetmezdi diye laf etmeye başladılar. Develer müşfik bir hayvan
olduğu için duyguları farklı işler diye Efendimiz onu kollarını açarak karşılamış ve bir annenin
yavrusunu kucaklaması için kucaklamıştır.
Efendimizin insani özelliklerinden, kendileri gibi olmasından dolayı onun peygamber
olamayacağını düşündüler. Bu yüzden de ondan mucizeler göstermesini istediler. Bir gün Sefa
tepesini altına dönüştürmesini istediler. Efendimiz mucizeyi verenin Allah’ın olduğunu söyledi. Yine
de onlar istemeye devam ettiler ve bir gün Efendimiz ’den gökyüzündeki ayı ikiye ayırmasını istediler.
Bunu söyleyenlerin arasında o gün Mekke’nin ileri gelenlerinden Velid b. Muğire, Ebu Cehil, Ebu’l
Buhturi İbn Hişam, Mu’tim İbn Adî, Utbe ibni Rebia gibi pek çok isim vardı. Niyetleri Efendimiz’in
yapacağını görüp alay etmekti. Müminler de oradaydı. Efendimiz sessiz kalırken Cebrail (a.s.) geldi ve
Allah’ın ona mucizesini göstereceğini söyledi. Allah Resulü elini havaya kaldırdı ve ay birden ikiye
ayrıldı. Müslümanların imanlarında farklı bir coşku olurken, müşrikler Muhammed (s.a.v.)’in onları
büyülediklerini öne sürdüler ve o gün bir tane bile iman eden olmadı.
MUHASARA OLAYI
Bu Ebu Talib (r.a.) mahallesinde (şibî Ebi Talib) yaşanan bir boykot uygulaması idi. Müşrikler
defalarca Ebu Talib’in kapısına gelip ondan yeğenini durdurmasını istediler ve bundan bir sonuç
alamadıkları için böyle bir uygulamaya başvurdular. “Bismiki Allahümme” başlığı ile 7 maddelik bir
ihtarname hazırladılar. Maddeler arasında Haşimoğullarından –müslim, gayrimüslim ayırt etmeksizin-
asla kız alınıp verilmeyeceği, onlarla ticaret yapılmayacağı, onlarla selamlaşılmayacağı, insani
ilişkilerin asgari düzeye indirileceği gibi meseleler yazılıydı. Meselenin ehemmiyetine insanları
inandırmak için de yazdıkları kâğıdı Kâbe’nin kapısına astılar. Allah Resulü’nün kutlu hayatı boyunca 3
yıl (nübüvvetin 7-10. Yılları) ona en zor günleri yaşattılar. Bu uygulamayı Nübüvvetin 7. Yılı Muharram
ayında (haram ay) başlattılar.
Ebu Leheb onlardan olmadığını söyleyip o mahalledeki muhasaraya katılmadı. Onun bu tavrı
ile de aile bağları kopmuş oldu.
Bu 3 yıl süre içerisinde Hz. Hatice de Ebu Talib (r.a.) de bütün malvarlıklarını Müslümanlara
yardım için harcadılar. Bir süre sonra onların malları da bitince Müslümanlar açlık içinde kaldı ve ağaç
yaprakları yediler. Yıllar sonra bu günleri yaşamış biri olarak Sa’d b. Ebi Vakkas, Resulallah ile birlikte
yaprak yediklerini, sonra bir gün toprağın altında bir deve derisi bulduğunu, yıkayıp çiğnenebilecek
hale getirerek onunla günlerce ayakta kalabildiğini anlatmıştır. Açlıktan vefat eden çocuklar dahi
olmuştur.
6
Ebu Talib, yeğenini öldürmek isteyen müşriklerden korumak için geceleri Efendimiz’in
etrafında kendisi ve ailesi ile birlikte halka oluşturdu.
Günler geçtikte muhasara daha da ağır bir hale geldi. Müslüman olmayanlardan bazıları bile
bu duruma dayanamadı. Mesela Hâkim İbn Hizam (Hatice annemizin yeğeni) birçok kez develeri
yiyeceklerle doldurup onları şibî Ebi Talib mahallesine gönderdi. Ciddi bir biçimde rahatsız olan
başkaları da oldu. Ebu’l Buhturi İbn Hişam, Mu’tim İbn Adî, Hişam İbn Amr, Züheyr ibn Ebi Ümeyye ve
Hâkim İbn Hizam bir araya gelip bir çare aramaya başladılar. Ertesi gün ayrı ayrı yerlerde durup bu
muhasaranın kaldırılması için seslerini çıkarmaya karar verdiler. O yıllarda Mekke’de bir kuraklık da
yaşandığı için bazıları vicdanen bu kuraklığı yapılan muhasaraya bağlıyordu. Ertesi gün konuştukları
gibi sayfanın kaldırılmasını sırayla söylediler. Ebu Süfyan bunun bir işbirliği olduğunu anladı.
Muhasaranın sonlarına doğru bir gün Efendimiz amcası Ebu Talib’e, Cebrail (a.s.)’ın o kâğıdı
kurtların yediğini ve sadece Allah’ın adının kaldığını haber verdiğini söyledi. Ebu Talib yeğenine inandı
ve Haşimoğullarının gençlerini toplayıp Kâbe’ye gitti. Mekkeliler ise Ebu Talib’in bir anlaşma
getirdiğini ve yeğenini teslim edeceğini zannettiler. Ebu Talib yeğeninden duyduklarını onlara
aktarınca inanmayarak gidip kâğıda baktılar. Sonunda sayfa gerçekten yenildiği için ve kaldırılması
yönünde bir kamuoyu oluştuğu için Mekkeliler muhasarayı kaldırmak zorunda kaldılar. Efendimiz’e ve
Müslümanlara yapılan bu zulüm başkalarının kalbinde iman tohumlarının yerleşmesine de sebep
oldu. Birçokları gelip iman etti.
Sonraki yıllarda Allah Resulü Bedir’de savaşırken karşı orduda kimlerin olduğu bilgisini aldı.
Birkaç kişi için dokunulmazlık çıkardı. Karşı tarafta Ebu’l Buhturi İbn Hişam da vardı ve sahabeye kim
Ebu’l Buhturi İbn Hişam ile karşılaşırsa onu öldürmemelerini söyledi. Nedenini sorduklarında da onun
muhasara günü yapmış olduğu iyiliğe karşılık vefadan dolayı olduğunu dile getirdi. Mücezzer b. Ziyad
isimli bir sahabi savaş sırasında Ebu’l Buhturi ile karşılaşınca ona hamle yapmamaya çalıştı. Bu birkaç
kez olunca Ebu’l Buhturi niye böyle yaptığını sordu. Mücezzer Allah REsulü’nün onun için
dokunulmazlık çıkardığını söyleyince Ebu’l Buhturi sinirleniyor ve Mücezzer’e hamle yapmaya başladı.
Mücezzer bir noktadan sonra onu öldürmek zorunda kaldı. Olanları Efendimiz’e anlatınca Allah
Resulü kendilerine yakışanı yaptıklarını ve artık yapacakları bir şey olmadığını söylemiştir.
Vefa yapılan iyiliğe misliyle karşılık vermektir; yapılan iyiliği unutmamaktır; aynı zamanda
görülen iyilikten sonra o iyilik sahibi kötülük yapmış olsa bile o iyiliği unutmamaktır.
Allah nurunu tamamlayacaktır. Bu onun kesinlikle bir yasasıdır. Bizim bütün derdimiz bu işin
içerisinde terimizin olması olmalıdır.
Allah Resulü bir gün Mescid’i Nebevi’ye girdi ve Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’i sordu. Onlar
gelince Allah Resulü (s.a.v.) Hz. Ebubekir’i (Cemal vasfıyla) sağına, Hz. Ömer’i (Celal vasfıyla) soluna
aldı. İkisinin ellerini kaldırıp “Kıyamet günü böyle haşrolacağız.” dedi. Hz. Ebubekir’in ve Hz. Ömer’in
birer elleri boş. Bizler o elleri tutmaya, o ellere el uzatmaya gayret edelim inşallah.