HERKES İÇİN SİYER - 10. BÖLÜM (HÜZÜNLÜ AYRILIKLAR VE TAİF YOLCULUĞU)
Bismillahirrahmanirrahim.
“Göz yaşarır, kalp mahzun olur. Fakat biz Rabbimizin razı olacağı şeylerden başkasını
söylemeyiz. Vallahi Ey İbrâhim, biz senin ölümünden dolayı gerçekten üzgünüz.”
MUHÂSARA SONRASI
Mücadele Hakk ile batılın mücadelesi idi. Batılın tabiatında, Hakk’ın kökünü kazımanın lideri
olan şeytana verilen söz vardır. Şeytan amansız bir düşmandır ve asla Hakk ile barışmayacaktır. Batıl
ara ara gevşeklik arz edebilir ama bu mücadele kıyamete kadar devam edecektir.
Efendimiz hakikatleri göstermesine rağmen müşriklerin kinleri ve kibirleri bir türlü bitmedi. 3
yıl boyunca çoluk çocuk herkesi açlığa mahkûm ettiler. Efendimiz her şeye rağmen duruşundan hiç
taviz vermedi. Onların kışkırtmaları Allah Resulü (s.a.v.)’nü aşırılığa sevk etmedi, itidalini kaybetmedi.
Sahabe de kaybetmedi. Biraz gevşeme olduktan sonra küfür yine başladı. Mekke’ye gerek hac için
gerek ticaret için birçok insan geliyordu ve onların bütün korkuları dışarıdan gelenlerin Peygambere
(s.a.v.) inanması idi. Onun için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Tekrar işkence ve baskılar devam
etti. İnsanlar ile Efendimiz arasına ihtilaf ve fitne sokmaya devam ettiler. Ellerinden gelen tüm kozları
kullandılar ama netice itibari ile Efendimiz de sahabe de bir adım geri atmadı. Allah Resulü’nün
“Güneşi sağ elime verseler, ayı sol elime verseler vallahi Allah bu dinini aziz kılıncaya kadar ya da
ben bu yolda ölünceye kadar bu davadan vazgeçmem.” sözü Mekke’de büyük yankı uyandırdı. Süreç
böyle devam ederken hüzün yılı geldi.
HÜZÜN YILI
Nübüvvetin 10. yılı, aylardan Ramazan idi. Hz. Hatice annemiz (güçlü bir rivayetle) 27
Ramazan yani Kadir Gecesi’nde vefat etti. Efendimiz de Hira’dan bir Kadir gecesinde gelmişti ve ‘Beni
örtün’ demişti. Bu sefer eşini örten Efendimiz (s.a.v.) oldu.
Ebu Talib’in Vefatı
Efendimiz (s.a.v.) amcasının hasta olduğunu duyunca onun iman üzere gitmesi için çok çaba
sarf etti. Ebu Talib nübüvvetten önce 30 küsür yıl, nübüvvetle birlikte 10 yıl toplam 40 yıl kadar koca
bir süre yeğenine davasında destek olmuş bir insandı. Efendimiz bunun için onun imanla göç etmesini
çok istedi.
Müşrikler de onun hasta olduğunu öğrenince endişelendiler. Çünkü Ebu Talib iman edip
giderse bu Mekke’de yankı bulup birçok insanın iman etmesine sebep olabilirdi. Eğer Ebu Talib onları
yeğeni ile buluşturmadan giderse bu da onlar için iyi bir durum değildi çünkü Ebu Talib onların
aracısıydı. Ölürken de atalarının dinine uygun bir biçimde gitmeliydi. Bu sebeple hep Ebu Talib’in
evindeydiler.
Ebu Talib ölmeden yeğeni ile uzlaşmaya çalıştılar. Efendimizi konuşmak için çağırdılar.
Efendimiz onlardan tek bir şey istediğini söyledi. Ebu cehil bunu duyunca heyecanlandı. Allah Resulü
istediğinin tevhid olduğunu söyleyince çıldırdılar. Yüz yıllardır birçok ilaha taptıklarını, bütün ilahların
gücünün nasıl olur da tek bir tanrıda toplanacağını sordular. (Müşriklerin zihniyetleri bu yöndeydi.)
Efendimiz tevhid dedikçe onlar çıldırdı.
2
Bir dertleri de Ebu Talib’in iman etmemesi ve atalarının dini üzerine ölmesi idi. Efendimiz de
böyle olmaması için çok uğraştı. Ebu Talib yeğenine; getirdiklerinin hak olduğunu bildiğini, ona
inandığını, ama şu an iman ederse Kureyşli kadınların ölüm korkusu ile iman etti demelerini
istemediğini söyledi. (Bu ‘El âlem ne der?’ putudur.) Efendimiz (s.a.v.)’in ısrarlarına rağmen Ebu Talib
(r.a.) bir türlü aşamadı bu kaygısını. En son Allah Resulü yalvardı ama Ebu Talib iman etmeden
gözlerini yumdu. O anda yanı başında Hz. Abbas da vardı. Ebu Talib tam gözlerini yumarken
dudaklarını kıpırdatmıştı. Hz. Abbas, Allah Resulü’ne onu memnun edecek o cümleyi Ebu Talib’den
duyduğunu söyledi. Ama Efendimiz duymadığını dile getirdi ve men edilmediği müddetçe amcası için
istiğfarda bulunacağını söyledi. Bazı tefsir âlimleri bunun üzerine bazı ayetlerin indiğini söylemişlerdir.
“Sen sevdiğine hidayet erdiremezsin, hidayeti Allah nasip eder.” Eğer İbrahim’in babası için verilmiş
izin dışında bir izin verilmiş olsaydı yakınları, akrabaları içerisinde şirk üzere ölenlere istiğfar hakkı
verilebilirdi ama Tevbe suresi ile böyle bir hakkın verilmediğine dair ayet gelince Allah Resulü (s.a.v.)
bu istiğfarı durdurdu. Bundan sonraki süreçte amcasını rahmetle andığı görülmemiştir. Allah Resulü,
Allah onun yaptığı o hizmetin karşılığında ona cehennemde farklı bir rahmette bulunacağını
söylemiştir.
Hz. Hatice’nin Vefatı
Efendimiz (s.a.v) amcasının ölümünden sonra evine çekildi ve birkaç gün dışarıya çıkamayacak
hale geldi. (Kaynakların dediğine göre) 3 gün aradan sonra Hz. Hatice annemiz de vefat etti. O süreçte
yaşı 65 idi ve hastalandı. Efendimiz hep başucundaydı ve eşine bakıp onu hiç rahat ettiremediğini dile
getirdi. Hz. Hatice ise hayatının en güzel günlerini onun yanında yaşadığını, o günlerin emsalinin
olmadığını söyledi. Efendimizin gözü önünde rahimi rahmana yolcu oldu.
Hatice “erken gelen” demekti, erken de gitti. Giderken de Efendimizin yüreğinden büyük bir
parça götürdü.
Efendimiz (s.a.v) Kadir Gecesi’nde onu kendi elleriyle Hacûn mıntıkasında ebedi istirahate
uğurladı. Cenaze namazı daha gelmediği için namazını kılmadı ama kabrinin başında dualar etti.
(Allah Resulü kime yaslandıysa Allah onu aldı. Burada öğrenmemiz gereken şudur: Bu dinin
şahıslara ihtiyacı yok. Bu din Allah’ın dinidir. Allah dini ise şahısların üzerine inşa edilmez. Efendimiz
vefat ettiğinde de din gitmemiştir. Bunu hayatında yaşayarak ortaya koymuştur. Baki hakikatler fani
şahısların üzerine inşa edilmez. Allah’ın dinini yaymak ve savunmak için hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
İsterse münafığı da kullanır, hiç görmediğimiz ordularını da kullanır.)
Efendimiz (s.a.v.) beşer olma özelliğinden dolayı yüreğinde bu acıyı çok çekti. Ammar b. Yasir,
Efendimizi üzüntüden çok kötü bir halde gördüklerini ve hayatından endişe ettiklerini dile getirmiştir.
Ama Allah Resulü görevi için elinden gelen gayreti göstermeye devam etmiştir. İki kanadı girmiş
olmasına rağmen mücadelesinden asla taviz vermemiştir.
Müşriklerin kalplerinde bu kayıplardan dolayı bile merhamet oluşmadı. Allah Resulüne daha
fazla baskı yapmaya başladılar. Efendimiz yolda yürürken birisi yüzüne toprak savurdu, birisi pislik
savurdu. Ve Allah Resulü baktı ki Mekke’den bu noktada bir şey çıkmayacak Taif’e gitmeye karar
verdi.
3
NEDEN TAİF?
Taif Mekke’ye 90-100 km uzaklıkta. Taif önemli bir yerdi, stratejik bir önemi vardı. O gün bu iş
Taif’de olsa Mekke’de olmuş gibiydi çünkü Mekke ile Taif sıkı ilişkilere sahipti. Mekkelilerin çoğunun
orada yazlıkları, bağ, bahçeleri vardı. Taif üretici, Mekke satıcı idi. Ama Efendimiz için Taif’e gitmek
çok büyük bir riskti.
NEDEN HABEŞİSTAN’A GİTMEDİ?
Efendimiz sahabeyi gönderdi ama kendisi gidemezdi. Kendi bu davanın lideri idi ve lider
sığınmacı olamazdı. Lider kalıp mücadele vermek durumundaydı. Habeşistan’a gitse sığınmacı olaraktı
ve dava orada sıkışmış olacaktı. Bir taraftan da bu, yenilgiyi kabul etmek demekti. Efendimiz gitmeyi
hiç düşünmedi, sahabeyi gönderdi. Sonuna kadar tebliğ adına şartları zorladı.
(Hicret, imkânların tükendiği bir yerden yeni imkânlar üretmek içim mekân değiştirmektir.
Kaçış demek değildir.)
NEDEN ZEYD B. HARİSE İLE GİTTİ?
Efendimiz Taif’e yanında 5-10 kişiyle gitseydi, Hz. Ömerle, Hz. Ebubekirle ya da Hz. Hamza ile
gitseydi kimse ona taş atmaya cesaret edemezdi. Efendimiz onların zihinlerinde oluşan bir önyargıyı
kırmak istedi çünkü risalet davasının bir akide davasını olduğunu anlamıyorlardı. Meseleyi
Haşimoğullarının iktidar meselesi zannediyorlardı. Efendimiz böyle bir şey olmadığını göstermek için
evlatlığı Zeyd b. Harise’yi aldı. Ama bu mesajı da anlayamadılar. (Yıllar sonra Müslüman olduktan
sonra anladılar. Bu da önyargı ve taassup putu idi.)
Efendimiz’in yol güzergâhını 10 gün yürüdüğü, gidişi ve gelişinin ise 1 ay sürdüğü söylenir.
Taifte önce Abdükülal oğullarına (Sakif’in en meşhur ailesi) gitti. Bunlar üç kardeştiler: Abdî Ya’lel,
Habib ve Mesut. Efendimiz (s.a.v.) ile Kureyş’ten dolayı akrabalık bağları da var idi.
Efendimiz karşılarına çıktı, kendisini tanıttı ve davasını anlatınca üç kardeş gülmeye başladılar.
Büyükleri Abdi Ya’lel “Mekke’de onca ulu adam dururken, Sakif’te okuma yazma bilen meşhur
adamlar dururken Allah peygamber olarak seni mi gönderdi.” dedi. Ortancaları Habib “Eğer sen
Peygambersen ben Kâbe’nin örtüsünün hırsızı olayım.” dedi. (Bu çok ağır bir sözdür. Sen doğru
değilsin demeye getirmiştir.) En küçükleri ise “Eğer sen peygambersen benim gibi küçük bir adamla
konuşmaman gerekir, ama sen değilsen ki değilsin benim senin gibi küçük bir adamla konuşmamam
gerekir.” dedi.
Yıllar sonra Aişe anamız Efendimiz’e Uhud’dan daha ağır bir gün yaşayıp yaşamadığını sordu.
Efendimiz ah çekip bugünleri anlatmıştır.
Bu konuşmalardan sonra Efendimiz onlardan bunu Mekkelilere söylememesini istedi çünkü
utandı. Mekkeliler duyarsa onların gözünde onuru çiğnenir diye bunu onlardan istedi ama onlar
Mekkeli dostlarına bundan bahsedeceklerini söylediler. Dışarıda seni bir sürpriz bekliyor dediler ve
Efendimiz ile Zeyd b.Harise dışarı çıktıklarında Taif halkının attıkları taşlara maruz kaldılar. Efendimiz
(s.a.v.) 600-700 metrelik mesafeyi bitirene kadar o taşların hedefi oldu. Zeyd b. Harise onu korumaya
çalıştı ama ikisinin de her yeri kan revan oldu.
Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) ve Zeyd (r.a.), Utbe ve Şeybe’nin üzüm bağına kendilerini
attılar. Orada Ninovalı Addas isminde bir görevli vardı. Üzüm bağında bir miktar kaldılar. Utbe ve
4
Şeybe Addas’tan onlara bir tas içerisinde üzüm götürmesini istedi. Efendimiz Addas’ın getirdiği
üzümden bir tane alırken ‘bismillah’ dedi ve Addas buna şaşırdı çünkü bu ifadeyi ilk kez duymuştu. O
anda Efendimize karşı bir ilgisi oluştu ve ona kim olduğunu sordu. Efendimiz kendisini tanıtıp ona kim
olduğunu sordu. O da Ninovalı Addas olduğunu söyleyince Efendimiz “Kardeşim Yunus b. Metta’nın
yurdudur.” dedi. Addas bunu duyunca da şaşırdı ve aralarında bir muhabbet oluştu. Uzaktan
efendileri Utbe ve Şeybe onları görünce kölelerinin etkilenip iman etmesinden endişe ettiler.
Gerçekten de Addas orada iman etti ve Efendimiz (s.a.v.) bir insanı kazanmanın sevincini yaşadı.
(Bir âdem bir âlemdir. Bir âdemi kazanmayı bir âlemin fethine eşdeğer gördüğü için Efendimiz
(s.a.v.) bir anda o yaşadıklarını unutmuştur. Onun Addas bizim için önemlidir. Mümin olarak yaşamış
ve mümin olarak ölmüştür. Efendileri Bedir’e doğru gidecekleri zaman Addas onlara “Bir peygamberle
savaşan asla ıslah olmaz.” diye yalvarmış ama onları ikna edememiştir.)
MESCİD-İ KUU
Efendimiz (s.a.v.) ve Zeyd b. Hârise ikram edilen suyla kendilerine geldiler. Oradan çıkıp
Mecsid-i Kuu’ya (kuu, dirsek dayayıp istirahat etmek demektir) gittiler. Bir rivayete göre Efendimiz
orada iki rekât namaz kılıp dinlendi ve burada farklı farklı ruh halleri yaşadı. Orada bir dua etti. Bu dua
Taif duasıdır:
Bismillahirrahmanirrahim.
“Allah’ım! Güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi, insanların nazarında düştüğüm hor ve hakir
durumumu ancak sana arz ve şikâyet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen zor ve
sıkıntılı durumlarda olanların, zulüm altında zayıf düşürülmüş olanların Rabbisin. Benim Rabbim de
ancak sensin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Sen beni zalim bir düşman eline düşürmeyecek,
onları bana hüküm geçirtecek bir konuma getirmeyeceksin. Ey Rabbim! Benim üzerime çöken bu
musibet ve eziyetler eğer senin bana karşı bir kızgınlığından ve öfkenden dolayı değilse, çektiğim
bunca sıkıntıya hiç aldırış etmem ve hepsine tahammül ederim. Yine de senden bana gelecek bir
sığınmaya çok ihtiyacım var. Hem bu dünyada hem de ahirette senin o karanlıkları aydınlığa
çevirecek nuruna sığınıyorum. Ey Rabbim! Sen hoşnut oluncaya kadar senden af diler, tövbe ve
istiğfarda bulunurum. Biliyorum ki güç ve kuvvet ancak sendedir.” Âmin. (İbadetin Beyni Dua, M.
Emin Yıldırım)
Burada naz makamında bir cümle var: “Güçsüzlüğümü ve çaresizliğimi, insanların nazarında
düştüğüm hor ve hakir durumumu ancak sana arz ve şikâyet ediyorum.” “Bütün sıkıntılardan sonra
sen bana razıysan ben bu noktada gam yemem.”
Mescidin önüne Cebrail (a.s.) dağlar meleği ile beraber geldi. Efendimiz ile onu tanıştırdı. Eğer
isterse Allah’ın iki dağı iki şehrin üzerine (Mekke ve Taif) geçireceğini bildirdi. Efendimiz kabul etmedi.
“Ben inanıyorum ki onların nesillerinin içerisinden bana inananlar çıkacak.” dedi. Ayağına gelen bu
imkânı geri çevirdi. (Onun tebliğ ve tevhid meselesindeki duyarlılığını, kendisine taş atanlara bile gül
atma gayretini görüyoruz.)
CİNLERLE İLK BULUŞMA
Efendimiz (s.a.v.) Zeyd b. Hârise ile yeniden yola çıktı. Zeyd (r.a.) bu sırada 50li yaşlarda idi.
Efendimize ne oldu bize deyince Allah Resulü “Tasalanma. Allah bize bir çıkış yolu gösterecektir.” Dedi
ve Nahle vadisine geldiler. (Efendimiz dönüş yolunu değiştirmiştir.) Orada birkaç gün geçirdiler. O
5
zaman diliminde Allah (c.c.) peygamberinin ayağına bir grup cin gönderdi. Allah Resulü ilk kez burada
cinlerle tanışıklık kurdu. Onlara dini arz etti, onlar da kabul ettiler. Efendimiz onlara nereli olduklarını
sorunca Nâsibin’den (Nusaybin) geldiklerini söylediler. Efendimiz orayı görmek istedi ve orası
gösterildi. Efendimiz o topraklara dua etti: “Toprağınız bereketli, rüzgârlarınız güçlü olsun. Allah size
rahmet indirsin.” Sonra Mekke’de buluşmak için anlaştılar. Efendimiz onlara kendi cinsleri arasında
tebliğlerini başlatma görevi verdi. (Onların âleminde Efendimizi görmenin farklı bir değeri ve karşılığı
vardır.) Daha sonra Allah Resulü (s.a.v.) onlarla Mekke’deki Cin Mescidi’nde bir buluşma yaptı.
Abdullah İbn Mesud, Efendimiz ile beraber oraya gittiğini, Efendimizin elindeki asayla etrafını çizdiğini
ve kendisini dışarı çıkmama konusunda tembihledikten sonra tepede kaybolduğunu anlatmıştır.
Sonra birtakım sesler duymaya başladığını, endişelendiğini ama yerinden kıpırdayamadığını
söylemiştir. Bir müddet sonra Efendimizin ter içinde geldiğini, ona sesleri ve ne olduğunu sorunca;
Efendimiz bir grup cinle buluştuğunu, onlara İslam’ı anlattığını, onların bir kısmının iman ettiğini, bir
kısmının da iman etmediğini ve iki grup arasında kargaşa çıktığını, duyduğu seslerin bundan
kaynaklandığını söylemiştir.
(Allah’ın kulları bizden ibaret değildir. Rabbimizin bize ihtiyacı yoktur. Bizim O’na ihtiyacımız
var. Cinlerin Efendimizin ayağına gönderilmesi de bir nevi teselli mahiyetindedir.)
MEKKE’YE DÖNÜŞ
Efendimiz Mekke’den Mekkelilere yüz çevirerek çıkmıştı. Tekrar girebilmesi için birinin
himayesine ihtiyacı vardı. (O günkü sosyal şartlarda ancak birinin himayesi ile Mekke’ye tekrar
girebilirdi.) Bir rivayete göre Hira’ya gitti ve orada birkaç gün kaldı. Orada amcasını hatırlayıp “Ah
amcam! Yokluğunu ne çabuk hissettirdin.” demiştir.
Sonra Zeyd b. Hârise’yi kendilerini himaye altına alması için Ahnes b. Şerik’e (bir müşrik)
gönderdi. Ahnes bu riski göze alamayacağını söyleyerek onları reddetti. Efendimiz bu sefer Zeyd
(r.a.)’i Züheyl İbn Amr’a gönderdi, o da kabul etmedi. Üçüncü olarak Mut’im İbn Adî’ye gönderdi. O
himayesine almayı kabul etti ve himayesini ilan ede ede Efendimiz’i Kâbe’ye götürdü. (Bu, himayenin
bir göstergesidir. Kâbe’yi tavaf ettikten sonra kimse bir şey yapamazdı.) Efendimiz bu noktada bir
dokunulmazlık elde etmiş oldu. (İşin garip tarafı ise, ilk ikisi isim sonradan iman etmiş ama Mut’im
iman etmemiştir. Hassan b. Sâbit’in anlattığına göre; Efendimiz onu Bedir’de ölenlerin arasında
görünce çok duygulanmıştır. Efendimiz orada “Eğer Mut’im hayatta olsaydı ve benden bütün esirlerin
bırakılmasını isteseydi, bir tanesinden fidye almadan onun hatırına hepsini bırakırdım.” demiştir.)
Efendimiz (s.a.v.) böylece Mekke’ye yeniden girdi ve görevine devam etti.
Sevdiklerini kaybetmesinin ve Taif’te taşlanmasının ardından Efendimiz (s.a.v.)’in tebliğ ve
davet konusundaki heyecanının ve iştiyakının azalmaması bize örnek olmalıdır! Mümin bir acı
gördüğü zaman dağılmamalıdır! Efendimiz “Kıyamet koptuğunu görseniz bile elinizdeki fidanı dikin.”
demiştir. Dolayısıyla Allah Resulü’nün hayatı bize vazifelerimizi öğretmeli, bize heyecan ve umut
olmalı! Bizi risalet konusunda seferber etmeli! Onun için tembellikten ve rehavetten kurtulmalıyız!
Siyeri bu amaçla okumalıyız! Allah bizi bu yolda ve bu heyecanla yaşatsın inşallah. Âmin.