NEDEN RİYAZUSSALİHİN OKUMALIYIZ❓⁉

İbn Attar anlatıyor;

Bir gün akrabaları,talebeleri İmam Nevevi'nin önünü keserler.
Görüyorlar İmam Nevevi'yi 40 yaşında sahabiler gibi hayat yaşıyor.‼
Feyz akıyor yüzünden,feyz ve bereket var hayatında zaten ve derler ki;

-Şeyh Nevevi! Allah için senden bir şey isteyelim‼

Nevevi de 

- buyrun ne istiyorsunuz ❓⁉ der.

-Kıyamet günü bize şefaat etsene derler.‼


İmam Nevevi bunun üzerine der ki;

-Eğer Allah(c.c) kıyamet gününde sırat köprüsünü geçmeyi bana nasip ederse,beni sevenlerin hepsinin arkasından yürüyeceğim.‼‼

Bakar mısınız cevaba ‼‼ Yani Allah (c.c) benim ayağımı kurtarırsa sırattan, dostlarımla da beraberim demek ne büyük bir düşünce!‼‼

Bunun için Riyâzü's Sâlihîn halkasında bulunmak bulunur bişey değil!‼‼  Riyazüssalihin  okumak çok büyük  bir nimettir!‼‼

Nasip meselesidir bu !‼‼

İslâmi ilim  öğreneceğin  gün  senin çok işin çıkıyorsa sen bir şeyler yap‼‼karışıklık var sende!‼‼
O gün işin çıkıyorsa hayra alamet değil bu‼‼⁉ Riyazüssalihin  okuyamıyor  ve hadisleri  anlayamıyorsan  bir sorun var mutlaka bunu çözmelisin!‼‼

Bir müslüman Riyâzü's Sâlihîn'e tutunmalıdır.!‼‼

 Riyâzü's Sâlihîn'in esası ve manası ne demektir❓❓⁉

"Riyâzü's Sâlihîn min Kelam-ı Seyyid'ül mürselin" yani
" Peygamberlerin Efendisi(s.a.v)'nden Salihler için Sözler" riyad ravda nın çoğulu  olup cennetler demektir.
Salihlerin cenneti demektir!‼‼

Ahirette cennete girmek isteyen önce  bu dünyada  cennete girmelidir!‼‼

Riyâzü's Sâlihîn çok kıymetli!‼‼
Allah  kıymetini bilenlerden  eylesin 

Amin  📚
Devamını Oku »

GECE VE GÜNDÜZ İLİM İÇİN YOLCULUK YAPAN SAİD BİN EL MÜSEYYEBİN MUHTEŞEM HAYATI

Medineli meşhur yedi tâbiîn fakihinden biri. Said bin el-Müseyyeb, Medine’de yaşamış, hadis, tefsir ve fıkıh alanında tabiin’in önde gelen müçtehidlerinden biridir. İsmi, Saîd bin Müseyyib’dirabası ve dedesi sahâbî idiler. Hz. Ömer’in hilâfetinin ikinci yılında dünyâya geldi. Çocuk denecek yaştan îtibâren bir tek hadîs bulabilmek için günlerce, gecelerce seyahatler yapmıştır. Tâbiînin reisi idi. Hadis rivâyeti, zühd, ibâdet ve takvayı nefsinde toplamıştı. Aynı zamanda rüya tâbirini de çok iyi biliyordu.

SAID B. EL -MÜSEYYEB 

“Saîd b. el-Müseyyeb sahâbe daha hayattayken fetva veriyordu.”
Müminlerin emîri Abdülmelik b. Mervan Allah’ın evini haccetmeye ve iki Harem-i şerifin İkincisini ziyaret etmeye karar verdi.
Zilkade ayı gelince, büyük halife yolculuk için develerini hazırlatıp beraberinde, Emevîlerin şerefli efendileri, büyük devlet adamlarından bir kısmı ve bazı çocukları olduğu halde Hicaz toprağına doğru yürüdü…
Kafile Şam’dan Medîne-i Münevvereye kadar ne çok yavaş ne de çok hızlı olmadan yoluna devam etti…

Onlar konakladıkları her yerde çadırlar kurup yaygılar açıyorlar, dinî bilgilerini artırmak, kalplerine ve ruhlarına hikmet ve güzel öğüdü doldurmak için ilim meclisleri düzenliyorlardı.

Halife Medîne-i Münevvere’ye varınca Harem-T Şerif’e gidip o-ranın sakini Muhammed’e (s.a.v.) salât ve selâm getirdi.
Ravza-i mutahhara’da namaz kılma saadetine erdi.
Orada daha önce benzerini tatmadığı huzur saadetini ve ruh selâmetini tattı.
Daha önce imkân bulup kalamadığı Medine’de ikamet süresini uzatmaya karar verdi.

Medîne-i Münevvere’de kalmayı tercih edişinin başlıca sebebi Peygamber mescidini şenlendiren ilim halkaları, gökyüzünde yıldızların parladığı gibi büyük tabiilerden olan eşsiz alimlerin orada parla-masıydı.
İşte bu Urve b. ez-Zübeyr’in1 halkası…
İşte bu Saîd b. el-Müseyyeb’in halkası…
İşte ordaki de Abdullah b. Utbe’nin halkası…

Bir gün Halife, normal olarak her zaman kalkmadığı bir vakitte öğle uykusundan kalkıp odacısına.
“Meysere!” diye seslendi.
Odacısı: “Buyur, müminlerin emîri!” dedi.
Halife. “Peygamber mescidine git ve bize hadis anlatması için alimlerden birini çağır” dedi.
Meysere Mescid-i Nebevî’ye gitti. Oraya göz attı, ama ortasında yaşı altmıştan fazla bir şeyhin oturduğu halkadan başka bir halka göremedi.
O şeyhte alimlerin sadeliği vardı…
Onun üzerinde alimlerin heybet ve vakarı vardı…
Halkaya yakın bir yerde durup parmağıyla şeyhe işaret etti.
Ama şeyh ona dönüp bakmadı ve hiç aldırmadı.
Meysere ona yaklaşıp: “Sana işaret ettiğimi görmedin mi?” dedi.
Şeyh: “Bana mı?” dedi.
Meysere. “Evet” dedi.
Şeyh: “Ne istiyorsun?” dedi.
Meysere: “Müminlerin emîri uykudan kalktı ve şöyle dedi: Mescide git, bak eğer bana hadis anlatacak kişilerden birini görürsen onu bana getir” dedi.
Şeyh ona şu cevabı verdi. “Ben onun hadis anlatıcılarından değilim.”
Meysere de şöyle söyledi: “Fakat o kendisine hadis anlatacak birisini istiyor.”
Şeyh şu cevabı verdi: “Birisinden bir şey isteyen kimse, o kimsenin ayağına gelir…
Eğer istiyorsa mescidin halkasında onun için yer var.Hadis almaya gidilir fakat hadis ona gelmez…”

Altını  ÇİZELİM 
HADİS ALMAYA GİDİLİR 
HADİS ONA  GELMEZ‼
Devletin başı dahi olsa ilim halkasına davet  ediliyor‼‼‼

Odacı geldiği yoldan dönüp halifeye şöyle dedi: “Mescidde bir şeyhten başka hiç kimseyi görmedim. Ona işaret ettim. Fakat yerinden kalkmadı. Ona yaklaştım ve şöyle dedim: Müminlerin emîri şu anda uykudan uyandı ve bana: bak, mescidde bana hadis anlatacak kişilerden birini görürsen onu bana çağır.”
Bana sakince şöyle dedi: “Ben onun hadis anlatıcılarından değilim.
Eğer hadis istiyorsa mescidin halkasında onun için yer var…” .
Abdülmelik b. Mervan derin derin soludu…
Süratle ayağa kalktı ve şöyle diyerek eve doğru yöneldi:
“İşte bu Saîd b. el-Müseyyeb…
Keşke sen ona gitmeseydin ve onunla konuşmasaydın”
Toplantı yerinden ayrılıp evin içine girdiğinde Abdülmelik’in o-ğullarından en küçüğü ağabeylerinden birine şöyle dedi:
“Dünya, müminlerin emîrine boyun eğmiş ve Bizans hükümdarları huzurunda eğilmişken, onun huzuruna gelmeyen ve büyüklenen bu adam kim acaba?
Ağabey şöyle cevap verdi: “O, müminlerin emîrinin onun kızını kardeşi, el-Velîd’e istediği ve onun da kızını vermeye razı olmadığı kimsedir.”
Küçük kardeş şöyle dedi. “O, kızını el-Velîd b. Abdülmelik’e vermeye razı olmadı ha?
Kızı için, müminlerin emîrinin veliahdından ve ondan sonraki müslümanların halifesinden daha üstün bir koca mı istiyordu acaba?”
Ağabey sustu ve ona hiçbir şey söylemedi…
Küçük kardeş şunları söyledi: “Kızını müminlerin emîrinin veliahdına kıyamadıysa, ona uygun birisini bulabildi mi yoksa bazı insanların yaptığı gibi evlenmesine engel olup evde kalmış kız mı yaptı…”
Ağabeyi ona şu cevabı verdi. “Gerçekten onun hakkında hiçbir şey bilmiyorum…”
Yanlarında oturan Medînelilerden biri onlara dönüp şöyle söyledi;
“Müminlerin emîri bana izin verirse onunla ilgili herşeyi ona anlatırım

Kızı  Ebu Vedaa denilen bir gençle evlendi.Bizim bitişik komşumuzdu.
Ebu Vedaa’nın o kızla evlenmesine dair bizzat kendisinin anlattığı orijinal bir hikâyesi vardır.”
İki kardeş ona: “Haydi anlat” dediler.
Adam: “Ebu Vedaa bana şöyle anlattı:
İlim tahsil etmek için -bildiğin gibi- Resûlullah’ın (s.a.v.) mescidinde, Saîd b. el-Müseyyeb’in halkasına devam ediyordum…
Birkaç gün şeyhin halkasında bulunmadım. Beni arayıp sordu ve benim hasta olduğumu veya başıma bir şey geldiğini zannetti…
Etrafındaki kimselere beni sordu, fakat onların hiçbirinden benimle ilgili bir haber elde edemedi.
Birkaç gün sonra ona döndüğümde bana hoşgeldin deyip halimi hatırımı sordu. “Nerdeydin, Ebu Vedaa?” dedi.
Ben de şöyle dedim. “Karım öldü, onunla meşgul oldum.”
O: “Ebu Vedaa! Bize haber verseydin de sana yardım etseydik, seninle birlikte cenazesinde bulunsaydık ve yapacağın işlerde sana yardım etseydik…” dedi.
Ben: “Allah senden razı olsun” dedim.
Kalkıp gitmek isteğimde, orada olanların hepsi ayrılıncaya kadar kalmamı istedi ve bana şöyle dedi:
“Kendine yeni bir hanım almayı düşünmedin mi? Ebu Vedaa!”
Ben: “Allah sana merhamet etsin…
Ben yetim olarak büyümüş ve yoksul yaşayan bir gençken kızını bana kim verir ki…
Benim iki veya üç dirhemden başka param yok” dedim.
O: “Ben kızımı sana veririm” dedi.
Dilim tutuldu ve: “Sen mi?!…
Durumumu öğrendikten sonra kızını bana verir misin?!” dedim.
O: “Evet..
Dînini ve ahlâkını beğendiğimiz birisi bize gelirse ona veririz.
Sen bizim yanımızda dîni ve ahlâkı beğenilen birisisin…”
Daha sonra bizim yakınımızdaki kimselere dönüp onlara seslendi…
Onlar yanına gelince Allah’a hamdedip peygamberi Muham-med’e (s.a.v.) salât getirdi.Kızını bana nikâhladı…
Mehrini iki dirhem takdir etti.
Şaşkınlıktan ve sevinçten ne diyeceğimi bilemez bir halde kalktım.
Evime gittim. O gün oruçluydum. Orucumu unuttum. Şöyle demeye başladım:
“Vah sana Ebu Vedaa!
Sen kendine ne yaptın?!
Kimden borç para isteyeceksin?!”
Akşam ezanı okununcaya kadar bu halde kaldım…
Namazı kıldım. Orucumu açmak için oturdum. İftar yemeğim ekmek ve yağdı…

Evet‼‼ 2 dirhem mehire,iftar yemeği ekmek  ve yağ olacak kadar fakir ve dul aynı zamanda‼
Halifeyi reddedip ‼
Sarayı ‼ makamı ‼zenginliği‼ Hem de kızına hiç sormadan hemen  nikâhı kıyması ‼
Nerde söz⁉ Nerde nişan‼ Nerde⁉ görkemli  bir  düğün ⁉
İşte bu büyük  âlim  nur suresi 32.âyetin emrine  uydu.

 Bir veya iki lokma alır almaz kapının çalındığını duydum.
“Kim o?” dedim.
“Saîd…” diye cevap verdi.
Vallahi, ismi Sâid olan tanıdığım herkes hatırıma geldi de sadece Saîdb. el-Müseyyeb gelmedi…‼
Çünkü o kırk yıldan beri sadece eviyle mescid arasında görülmüştü…‼(40 yıl sadece evinden mescide giden bir âlim‼)
Kapıyı açtım. Bir de ne göreyim Saîd b. el-Müseyyeb karşımda…
Zannettim ki, o kızını bana vermekten caydı…‼‼
Ona: “Ebu Muhammed!
Bana haber gönderseydin, ben gelirdim” dedim.
O: “Hayır, bugün benim sana gelmem daha uygundur…” dedi.
Ben: “Öyleyse evime buyur” dedim.
O: “Hayır, ben sadece bir mesele için geldim” dedi.
Ben: “Nedir o mesele?” dedim.
O: “Kızım, bu sabahtan itibaren Allah’ın dinine göre senin karın
oldu.‼
Biliyorum ki, evinde yalnızlığını giderecek hiç kimse yoktur. Karınla senin ayrı ayrı yerlerde gecelemenizi istemedim‼ ve onu sana getirdim”‼ dedi.
Ben: “Yazıklar olsun bana…‼ Onu sen mi getirdin?”❓ dedim.
O: “Evet dedi.Baktım ki kızı da oradadır.
O kızına dönüp: “Kızım! Allah’ın ismi ve bereketiyle kocanın e-vine gir…” dedi.‼
Kızı adım atmak istediğinde utancından elbisesine bastı ve neredeyse yere düşecekti.
Bense ne diyeceğimi bilmez ve şaşkın‼ bir halde onun karşısında durdum…‼
Daha sonra içinde ekmek ve yağ bulunan tepsiden ileriye geçirdim. Tepsiyi görmesin diye onu lâmbanın ışığından uzaklaştırdım.‼(oruçlunun yemeği yağ  ve ekmek‼)
Sonra dama çıktım. Komşuları çağırdım. Yanıma geldiler ve:
“Neyin var?” dediler.
Şöyle cevap verdim:
“Bugün mecidde, Saîd b. el-Müseyyeb kızını bana nikahladı…‼
Ansızın onu bana getirmiş…‼
Gelin de, evden uzakta olan annemi çağırıncaya kadar onu yalnız bırakmayın…”‼
Yaşlı bir kadın şöyle dedi: “Vay, sen ne dediğini biliyor musun?!⁉
Saîd b. el-Müseyyeb kızını sana mı verdi…❓❓
Onu eve bizzat kendisi mi getirdi?!‼⁉
O kızını el-Velîd b. Abdülmelik’e bile kıyamamıştı!!”‼
Ben: “Evet…
İşte o, evde yanımda. Haydi çabuk olun, ona bakın” dedim.‼
Komşular söylediğime pek inanmıya inanmıya eve geldiler, ona hoş geldin dediler ve onu yalnız bırakmadılar.”

Az sonra annem geldi. Onu görünce bana şöyle dedi:
“Durumunu düzeltinceye kadar onu bana bırakmazsan yüzüne bir daha bakmam.‼(yani bana süre  ver onu hazırlayayım‼‼)
Daha sonra onu sana hediye ederim.”
“Ne istersen onu yap…” dedim.
Annem üç gün ‼onunla birlikte kaldı. Daha sonra onu bana getirdi.
Bir de ne göreyim. O Medine kadınlarının en güzeli..‼‼
Insanlardan  Allah’ın Kitabı’m en iyi ezberleyeni…‼‼
Resûlullah’ın (s.a.v.) hadislerini en iyi bileniydi…‼Onunla birkaç gün kaldım. Bu süre içinde bizi, ne babası ne de ailesinden biri ziyaret etti.

Biz onlarin hikâyesine  şaşarken ‼ Eminim onlar da bizim
Sözümüze ‼ Nişanımıza ‼şaşaalı  ve israflı düğünlerimize  şaşarlardı.onlar o basit  ve sade bir şekilde  ne bereketli ve sağlam  yuvalar kurarken şimdi kendi eşini kendi seçen gençlerin mutsuz ve başarısız  olan evliliklerinden  muzdaribiz‼
Çok  eski değil  belki bizim annelerimiz  de babaları  tarafından  evlendirip  evlendiği  gece damat adayını  görmüştür. ‼ Bu evliliklerin ne kadar uzun ömürlü  ve bereketli olduğu  da bilinir. 
Şimdi herşeyimiz  değişti ‼
Said bin el müseyyeb  neden bu insanla kızını  kaçırırcasına evlendirdi‼⁉ 


Daha sonra mescidde şeyhin halkasına geldim. Ona selâm verdim. Selâmımı aldı. Fakat benimle konuşmadı.
Toplantı dağılıp benden başka kimse kalmayınca:
“Ebu Vedaa! Hanımını nasıl buldun?” dedi.
Şöyle cevap verdim: “O dostun istediği ve düşmanın istemediği şekildedir.”(yani dostlarımın gıpta edeceği ve arzu edeceği şeklindedir)
“Allah’a hamdolsun” dedi.
Eve döndüğümde, onun, geçimimizi sağlamak üzere bize bol miktarda para gönderdiğini gördüm.‼(Hem kızını hem de geçinmeleri için para vermek‼)

Abdülmelik’in oğlu: “Bu adamın durumu tuhaf…” dedi.
Medineli bir başkası ona: ‘Tuhaflık bunun neresinde ey emîr!‼
O dünyasını ahireti için vasıta yapan kimsedir…
O kendisi ve ailesi için bakiyi‼ fani karşılığında satın aldı…‼
Vallahi, o kızını müminlerin emîrinin oğluna kıyamadı…‼
Ona denk birisini bulamadı ve onun için dünya fitnesinden korktu…”‼(dünyanın fitnesinden korkanlara selâm  olsun‼)
Arkadaşlarından birisi ona şunu sordu: “Müminlerin emîrinin dünürlüğünü kabul etmeyip kızını müslüman halktan birisiyle mi evlendiriyorsun?!”⁉‼
Şöyle cevap verdi: “Kızım bana emanettir.‼ Yaptıklarımda onun iyiliğini aradım.”‼
Ona: “Nasıl?” diye soruldu.
Buna da şöyle cevap verdi:
“Eğer o, Emevîlerin saraylarına gidip‼… lüks elbise ve eşyalar arasında salınırsa‼… huzurunda hizmetçi ve cariyeler durursa…‼(Bunlar herkesin arzu ettiği  şeylerdir ‼‼‼)
Bundan sonra kendisini halifenin hanımı olarak görürse, onun hakkında ne düşünürsünüz?⁉
O gün onun dini nerede olur?”⁉(Bizim dinimiz nerede⁉)
Şamlı birisi şöyle dedi: “Sizin şeyhinizin insanlar arasında eşsiz bir tip olduğu görülüyor.”‼
Medineli ona şu cevabı verdi: “Vallahi, kesinlikle haksız değilsin…O gündüzleri oruç tutar…‼
Geceleri namaz kılar…‼
Kırk civarında haccı vardır…‼
Kırk yıldan beri Peygamber mescidinde ilk tekbiri kaçırmamıştır…”‼
Bu süre içinde namazda birinci safa dikkat etmek için birisinin ensesine baktığı bilinmemektedir, yani daima birinci saftadır.‼
Kureyş kadınlarından dilediğiyle evlenmek elinde olduğu halde o, Resûlullah’ın (s.a.v.) yanındaki derecesinden…
Resülullah’ın (s.a.v.) hadisini rivayetteki gücünden…
Resûlullah’tan (s.a.v.) hadîs almaya aşırı istekli olmasından dolayı… Ebu Hureyre’nın kızını‼ diğer kadınlara tercih etti…‼
O, çocukluğundan İtibaren kendini ilme vermiş… Hz. Peygam-ber’in (s.a.v.) hanımlarının yanlarına girmiş ve onlardan istifade etmişti…
Zeyd b. Sabit1, Abdullah b. Abbas2 ve Abdullah b. Ömer’e3 talebe olmuştur…
Hz. Osman, Ali, Suheyb4 ve başka sahabilerden hadis dinlemiş,
Onların ahlâkıyla ahlâklanmıştı…
Devamlı tekrar ettiği bir sözü vardı ki sanki onu kendine parola yapmıştı:
O da şu sözdü:
 “Kullar, nefislerini Allah’a itaat gibi başka bir şeyle yüceltmezler‼, ona itaatsizlik gibi başka birşeyle de nefislerini küçültmezler.”‼



Allah  celle said bin müseyyeb in ahlakını,takvasını bizlere anlamayı  ve onun  gibi âlimleri sevmeyi bizlere nasip etsin....Amin...


Said bin el Müseyyeb hazretleri, Medine’de vefat etmiştir.


“Sırtımı yerden kaldırın!”‼‼

Vefatına yakın hasta yatağındayken, huzuruna gelerek kendisinden bir hadis-i şerif rivayet etmesini istediler. Ağır hasta olduğu halde hemen kendisini doğrultmalarını istedi‼ ve:

-Beni doğrultun, sırtımı yerden kaldırın. Çünkü yatarken Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin hadis-i şerifini ağzıma almayı edebe uygun görmüyorum‼, buyurdu ve biraz sonra da vefat etti...

Allah  ondan Razı olsun
Devamını Oku »

İLİM VE SOHBET MECLİSLERİNİN GEREĞİ VE EDEPLERİ -3

Kesir ibn Kays anlatmıştı: Medine’den bir adam Ebu’d-Derdâ’nın yanına Dımeşk’e geldi. Ebu’d-Derdâ ona, “Ey kardeşim seni buraya getiren nedir?” diye sordu. Adam, “Rasûlullah’tan (aleyhissalâtu vesselam) rivayet ettiğini işittiğim bir hadis” cevabını verdi. Bundan sonra aralarında şu konuşma geçti:

--- Bir ihtiyacını gidermek için gelmedin mi?

--- Hayır.

--- Ticaret için de mi gelmedin?

--- Hayır. Yalnızca bu hadisi öğrenmek için geldim.

Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ (adamı müjdeleyerek) dedi ki: Rasûlullah (sallallâhu aleyhi vesellem)’den dinledim, şöyle buyurdu:

“Kim ilim öğrenmek için bir yola girerse Allah da onu cennete gidecek yola ulaştırır. Melekler, yaptığı şeyden hoşnut oldukları için ilim talebesinin ayaklarının altına kanatlarını sererler. Şüphesiz göklerdekiler ile yerdekiler, hatta su içindeki balıklar bile âlim için istiğfar ederler. Âlimin âbide üstünlüğü ayın (dolunay olduğunda) diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Muhakkak ki âlimler Peygamberlerin varisleridir. Şüphesiz ki Peygamberler altın ve gümüş para miras olarak bırakmamışlar, yalnızca ilmi miras olarak bırakmışlardır. Her kim onu elde ederse büyük bir nasip elde etmiş olur.” (Tirmizi, Kitabu’l-ilm, 19)

Yine, o Muallim Peygamberin (sallallâhu aleyhi vesellem) mübarek ağızlarından ilim talebelerini ve âlimleri tebcil eden şu cümleler duyuluyordu:

“Allah kimin hayrını dilerse onu dinde fakih yapar.” (Buhari, Kitabu’l-ilm, 15)

“Sizin en hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.” (Buhari, Kitabu fedaili’l-Kur’an, 21)

“Bizden bir şey işitip onu işittiği gibi başkalarına aktaran kimsenin Allah yüzünü ak etsin…” (Tirmizi, Kitabu’l-ilm, 7)

Allah celle hepimizi efendimizden  duyduklarını( doğru olan sözleri ) başkalarına aktarıp kıyamette yüzü aydınlananlardan eylesin.
Rabbimiz  ilmimizi artır 📚

“Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa o geri dönene kadar Allah yolunda (cihad eden gibi) sayılır.” (Tirmizi, Kitabu’l-ilm, 2)

Ebu Harun el-Abdi anlatıyor: “Kıymetli Sahabi Ebu Sa’id el-Hudri’nin yanına uğrardık. Bizi görünce: “Rasûlullah’ın bize vasiyyeti gençler merhaba!” der, sonra şunu ilave ederdi: Rasûlullah bize şöyle tavsiyede bulundu: “İnsanlar dinde size tabidirler. Muhakkak ki bir kısım kimseler dinlerini öğrenmek için yeryüzünün farklı yerlerinden size geleceklerdir. İşte o vakit onları güzelce karşılayınız.” (Tirmizi, Kitabu’l-ilm, 4)

Sahabe ve ilim

Mademki öğrenmenin şeriat sahibinin nezdinde böyle bir makamı vardı, mademki ilim “peygamber mirası”, âlimler “peygamberlerin vârisleri” sayılıyordu, öyleyse bu ayet ve hadislerin ilk muhatabı sahabilerin, Kitab'ı ve Sünnet'i öğrenmek için fevc fevc Allah Rasûlüne (sallallâhu aleyhi vesellem) koşup ona talebelik yapmalarından daha tabii bir şey olamazdı.

İlmin kaynağına, Medine’ye koşuyorlardı. İşi o kadar ciddiye alıyorlardı ki, günlük hayatları içerisinde düzenleme yapıyorlar, rızk temini veya başka ihtiyaçlarıyla meşgul oldukları günlerde ilim meclisinden geri kalmamak için nöbetleşiyorlardı. Böylece nöbetçi olan Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi vesellem) meclisinde bulunuyor, sonra dönüp o gün gelemeyen arkadaşlarına öğrendiklerini aktarıyordu.

Ey Allah ım bizler de ilim öğrenmek konusunda sahabe gibi olalım ve günlük hayatımızı ilimle düzene koyalım.ilim meclisinden geri kalmayalım.
📖  📚
Sen bize kuvvet ver ve yolumuzu aç ve işimizi  kolaylaştır


 Hz. Ömer (radiyallâhu anh)anlatıyor: “Ensar'dan bir komşum ile beraber Medine’nin yüksek taraflarında kalan Ümeyye ibn Zeyd oğulları yur­dunda oturuyorduk. İlim öğrenmek için Rasûlullah’ın yanına nöbetleşe inerdik. Bir gün o iner, bir gün ben inerdim. Ben indiğim zaman o gün vahiy veya başka ne duyarsam haberini komşuma getirirdim; o da indiği zaman böyle yapardı…” (Buhari, Kitabu’l-ilm, 27)

Medine’ye her zaman gelinemeyecek kadar uzak mesafede olanlar da müsait bir vakit bulunca Medine’ye misafir olarak geliyorlar ve Hz. Peygamberin (sallallâhu aleyhi vesellem) yanında günlerce kalıyorlardı.

Malik ibn Huveyris (radiyallâhu anh) anlatıyor: Bizler yaşları birbirine yakın gençler olarak ilim öğrenmek için Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi vesellem) yanına Medine’ye geldik. Orada yirmi gün ve gece kaldık. Rasûlullah pek merhametli, pek şefkatliydi. Ailelerimizi özlediğimizi düşününce bize geride kimleri bıraktığımızı sordu, biz de haber verdik. “Haydi, öyleyse ailelerinizin yanına dönün, onların yanlarında oturun, bilmediklerini öğretin, vazifelerini yerine getirmelerini emredin. (Sonra iyice ezberleyip ezberlemediğim hususunda tereddüt ettiğim bir şeyler söyledi ve dedi ki:) Beni nasıl namaz kılıyor gördüyseniz siz de öyle namaz kılın. Namaz vakti geldiği zaman biriniz ezan okusun, yaşça büyük olanınız da namaz kıldırsın” buyurdu. (Buhari, Kitabu’l-ezan, 15)

Rasûlullah sonrası

İlme olan bu rağbet, ilim tahsili için gösterilen bu azim Rasûlullah’ın (aleyhissalâtu vesselam) irtihalinden sonra da büyük bir coşkuyla devam etti. İlim için çıkılan yolculukların ilk örneklerini Rasûlullah’ın (sallallâhu aleyhi vesellem) rahle-i tedrisinde yetişmiş sahabiler verdiler. Hz. Cabir, Abdullah ibn Üneys’in (radiyallâhu anhuma) rivayet ettiği bir hadisi dinlemek için bir binek satın almış ve Medine’den Şam’a bir

 aylık yola gitmişti. (Müsned, XXV, 431 Hadis no: 16042)

BİR HADISİ DİNLEMEK İÇİN BİNEK ALIP BİR AYLIK YOLA GİTMEK ‼‼‼⁉
Bu  Nasıl  bir ilim aşkı ve Resulü sevmek ve  sözlerini  öğrenmek arzusu
Ya Rab‼
Bizlere de bu sevgiyi nasip  et ‼
Allah  ve Resulü için yolculuk yapalım  ve ilim öğrenelim📚📚📚

Peygamber mihmandarı Ebu Eyyub de (radiyallâhu anh)bildiği bir hadisi tevsîk etmek, yani o hadisi bir de sahabi arkadaşı Ukbe ibn Âmir’in (radiyallâhu anh) ağzından dinlemek için Medine’den Mısır’a gidecek, hadisi Ukbe’nin ağzından dinledikten sonra “doğru söyledin” diyerek durmaksızın Medine’ye geri dönecekti. (Müsned, XXVIII, 613, Hadis no: 17391, 17454)

Yüce sahabi Abdullah ibn Mes’udbir münasebetle: “Şayet deveyle ulaşılabilecek bir mesafede Allah’ın Kitabını benden daha iyi bilen birisi olduğunu bilseydim muhakkak onun yanına giderdim” diyordu. (Buhari, Kitabu fedaili’l-Kur’an, 8)

Abdullah bin mesud RADİYALLAHU  anhu efendimizin kur-an ı 4 kişiden  öğrenin  dediği  kur-an  hocalarından olmasına rağmen aşka  ve tevazuya bakın eğer  kuran ı benden daha iyi bileni bilseydim mutlaka deveyle de olsa giderdim demesi ‼
Bize sahabenin kur-an  ilmine verdiği  önemi  gösterir

Tabiîn (sahabeden sonra  gelen nesile tabiin denir)    nesli de hocaları sahabilerden bu aşkı, bu azmi, bu imanı aldılar. İşte daha sonra dünyanın bir benzerine asla şahit olmadığı ilim yolculukları böyle başlamış oldu.

Hakkında “Tabiîn neslinin en hayırlısı" da denilen Medine fakihi büyük imam Said ibnü’l-Müseyyeb, tek bir hadis elde etmek için günlerce gecelerce yürüdüğünü söylemişti. (Hatib, er-Rıhletu fi talebi’l-hadis, 127)

Tabiînin büyüklerinden Ebu Osman en-Nehdî, hac niyeti olmadığı halde, yalnızca, rivayet ettiğini işittiği bir hadisi Ebu Hureyre’ye (radiyallâhu anh) sormak için o sene haccetmişti. (Hatib, a.g.e., 132-134)

Yine o neslin imamlarından meşhur hadis münekkidi Şa‘bi, kendisine soru soran kişiye sorusuyla ilgili bir hadisi naklettikten sonra, rivayet ettiği hadisi kastederek yarı şaka yarı minnetle şöyle diyordu: “Al, bunu sana karşılıksız veriyorum. İnsanlar bundan azı için (başka yerlerden kalkıp) Medine’ye gidiyordu”. (Hatib, a.g.e., 140–141)

Değerli tabiî Ebu Kılâbe de şöyle demişti: “Medine’de üç gün kaldım. Görülecek bir ihtiyacım yoktu. Sadece, bir hadisi rivayet ettiğini duyduğum zatın gelmesini bekliyordum. Nihayet geldi ve beklediğim hadisi rivayet etti.” (Hatib, a.g.e., 144–145)

Lutfen iyi okuyup düşünelim ‼
Sadece bir  hadis  için hacca gitmek ‼
3 gün beklemek ‼
Günlerce  ve gecelerce yürümek ‼‼‼
Bu Nasıl  ilim aşkı  ve ciddiyetidir ⁉⁉⁉
Devamını Oku »

İLİM VE SOHBET MECLİSLERİNİN GEREĞİ VE EDEPLERİ -2

Efendimiz s.a.v. hac mevsiminde Medine’den gelen altı kişiyi İslâm’a davet etmiş ve onlar da ertesi sene, ilk Akabe Biatı denilen görüşmeye sayıları artarak gelmişlerdi. Bir sonraki sene sayıları yetmişi geçmişti. Allah Rasulü s.a.v. de onlarla birlikte Mus’ab b. Umeyr r.a.’ı İslâm’ı öğretmesi için göndermişti. Mus’ab r.a. Medine’ye varır varmaz kolları sıvamış ve İslâm devletinin ilk merkezi olacak bu şehrin insanlarına İslâm’ı öğretmişti.
İlk öğretmenler: Ashab-ı Kiram
Hicret’ten sonra Medine’de müslümanlar rahatladılar ve İslâm’ı baskı altında kalmadan öğrendiler. Bu konuda Sahabe-i Kiram efendilerimiz çok gayretlilerdi. Her fırsatta Allah Rasulü s.a.v.’e sorular soruyorlardı. Onlar sormadıklarında da Allah Rasulü s.a.v. çoğu zaman bir soru ile konuşmaya başlıyor, dikkatleri konuya yönlendiriyor ve sonra meseleyi izah ediyordu. Zaten her yeni hüküm O’nun tarafından mescidde insanlara tebliğ ediliyor, sonra da Medine sokaklarında duyuruluyordu. Nitekim içkinin haram olduğu böyle duyurulmuş, sonrasında Medine sokaklarında dökülen şaraplar akmıştı.
İslâm’ın yayılışı ve öğretilmesi de Sahabe-i Kiram ile oldu. Onlar dinimizi öğretmek için ilk olarak komşu kabilelerden başlayarak topluca gitmişlerdi. Hatta bazı seriyyeler (küçük bir birlikle yapılan sefer) bu öğretmen sahabilere saldırılması sonucu gönderilmiştir. Medine’de dinin öğrenilmesinde Suffe Ashabı denilen yoksul ve Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde yaşayan sahabilerin payı büyüktür.

Ey Rabbimiz‼
Nasıl efendimize tabi olup biat eden sahabiler 1 yıl sonra sayıları artarak geri döndüler bizim de sayımızın ihlaslı olarak artmasını nasip et.sahabeyi kiram nasıl ilim öğrenme konusunda gayretli olduysa bizlere de o gayreti ve hırsı ver.ilmin  önemini kavramayı ve hakiki ilmi elde etmeyi bizlere nasip et.📚📖📖📖

İslâm tarihi bir süreç olarak göz önüne alındığında başlangıç dönemi olan Asr-ı Saadet’te dinî ihtiyacın karşılanması, doğrudan vahiyle ve bizzat Hz. Peygamber s.a.v. ile olmuştur. Sahabe karşılaştığı problemleri Allah Rasulü s.a.v.’e arz etmiş, duruma göre çözüm bazen vahiy şeklinde, bazen de Hz. Peygamber’in bir sözüyle olmuştur. Sahabe ve sonraki nesil olan Tâbiûn döneminde ise Kur’an-ı Kerim’in yanında sahabenin Hz. Peygamber s.a.v.’den ve tâbiûnun sahabeden duydukları ile ortaya çıkan problemler çözüme kavuşturulmuştur. Böylece Kur’an ve Sünnet, karşılaşılan sorunlarda iki ana kaynak olmuştur. Bu süreçte ayet ve hadislerin yorumlanmasında içtihad veya fetvanın da kaçınılmaz olarak devreye girdiğini belirtmemiz gerekir.
Diğer taraftan bu anlama ve yorumlama sırasında değişik anlayışlardan hareketle farklı ekollerin ve mezhepleşme sürecinin de başladığı görülür. Nitekim İslâm’ın ilk üç asrı bitmeden bugüne ulaşan itikadî ve amelî hak mezhepler teşekkül etmiş durumdadır.
Mezheplerin oluşmasından önceki döneme ait, fıkhî konuları içeren birtakım risaleler günümüze ulaşmakla birlikte asıl yazma faaliyetinin mezheplerin teşekkülünden sonraya denk geldiği görülmektedir. Bu sürecin ilk örnekleri arasında Ebu Hanîfe rh.a.’in (v. 150/767) el-Fıkhü’l-Ekber, el-Fıkhü’l-Ebsat, er-Risâle, el-Âlim ve’l-Müteallim ve el-Vasiyye adlı beş eseri gelir. Ancak bunlar fıkhî konuları değil de inanç konularını içermektedir. Ebu Hanîfe rh.a. de dahil olmak üzere mezhep imamlarının fıkhî konulardaki içtihatları kendilerinden sonra öğrencileri tarafından derlenmiş ve böylece ilk yazma faaliyeti başlamıştır. Bununla birlikte Ahmed b. Hanbel rh.a.’e (ö. 241/855) Kitâbü’s-Salât ve Kitâbü’l-Eşribe (Namaz Kitabı ve İçecekler Kitabı) gibi risaleler atfedilmektedir. Yine onun fıkıh, akaid ve ahlâka dair sorulara verdiği cevaplar bazı talebeleri tarafından Mesâil adıyla bir araya getirilmiş ve bu derlemelerden bazıları günümüze ulaşmıştır.

 Yine Osmanlı’nın son yıllarında Mehmet Zihni Efendi’nin kaleme aldığı Ni’metü’l-İslâm çok kısa sürede büyük yaygınlık kazanmıştır. Günümüzde en çok okunan ilmihalin sahibi Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri de Büyük İslâm İlmihali’ni, Nimetü’l-İslâm ve İbn Abidin hazretlerinin oğlunun Arapça kaleme aldığı ilmihal olan Hediyyetü’l-Alâiyye’yi esas alarak günümüz şartlarına göre yazmıştır.

İLMİHALSİZ DİNDARLIK OLUR MU‼⁉❓


Yukarıda belirttiğimiz gibi İslâm’ın temel hükümleri itikad, ibadetler ve muamelat, helal, haram, mübah, mekruh ve ahlâka dairdir. Onlarca ciltlik eserlerden küçücük namaz hocalarına kadar her eser bu konuları detaylı yahut kısaca ele almaktadır. Bu konuların her birinin önemi anlaşılmalı ve öğrenilmesi için gayret sarf edilmelidir.
Ömer Nasuhi Bilmen hazretleri Büyük İslâm İlmihali’nin önsözünde ilmihalin gerekliliğini şöyle anlatır:
“Müslümanlar için her hususta bilgi sahibi olmak bir vazifedir. Din hususunda bilgi ise ‘İlmihal’ adını alarak en birinci vazifeyi teşkil eder.
Her müslüman için en büyük vecibedir ki, mensup olduğu mukaddes İslâm dini hakkında yeterli derecede bilgi sahibi olsun, bu bilgisine göre dinî vazifelerini yapsın, dinî hayatını düzenlesin.
Zaten bütün insanlığın bir manevi ruhu karşılığında olan dine, din bilgisine ihtiyaç duymaması düşünülemez. En eski zamanlardan beri gerek ilkel kavimlerden gerekse medeni milletlerden hiçbiri yoktur ki dine bağlı bulunmuş olmasın.”
Günümüzde, müslüman değilken ihtida edip müslüman olan kişilerin İslâm öncesi ve sonrasındaki hayatında maalesef önemli bir değişiklik olmuyor. Bunun temel sebebi İslâm’ın kuldan istediği görevlerin ve bütün bir hayat tarzının yeterince öğrenilmiyor olmasıdır. Biz müslümanlar İslâm olmuş kişilere dinimizi öğretemiyorsak bu konudaki eksikliğimizi görmemiz gerekiyor. Aynı şekilde aileden müslüman olan fakat kul olarak görevlerini yerine getirmeyen milyonlarca kişi, kimi zaman çeşitli sebeplerle dine yöneliyor, dinine muhabbet beslemeye başlıyor. Ancak yine günlük hayatında bir değişiklik olmuyor. Dolayısıyla “ilmihalsiz bir dindarlık” ortaya çıkıyor.

“İslâm dairesine giriş itikad ile, orada kalış ise fıkıh ile mümkündür. Kelime-i şehadeti dil ile ikrar, kalp ile tasdik etmek suretiyle ‘kurtuluş gemisi’ne ilk adımı atan kişi, o andan itibaren hayatını ilahî emir ve hükümlere riayet ederek yaşama konusunda Yüce Yaratıcı’ya söz vermiş oluyor. Hayatı O’nun muradı doğrultusunda yaşamak, ancak O’nun emir ve yasaklarını hakkıyla kavramak ve detaylarıyla hayata intikal ettirmek suretiyle mümkün olur. İşte bunu sağlayacak olan, ancak ve yalnız fıkıhtır.”

İLEDE İLMİHAL EĞİTİMİ

Çocukluk çağı altın yıllardır, kıymeti bilinmelidir. İleriki yaşlardaki kişilik ve yaşantıya dair olumsuzlukların temelleri büyük ölçüde bu yıllarda atılmaktadır. Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi “Her çocuk İslâm fıtratı üzerine doğar.” Daha sonra anne-babası ve çevresi çocuğu şekillendirirler.
Bizim dünyamız müslüman bir dünya. Telakkimiz de böyle olmalı. Arka plan ve kültür dünyamız müslüman bir ailenin ve cemiyetin kültürü ve anlayışı çerçevesinde oluşmalıdır. Şair Sezai Karakoç “Çocukluğumuz” şiirinde bir çocuğun nasıl bir anlatıma ihtiyaç duyduğunu çok güzel dile getirir:
“Annemin bana öğrettiği ilk kelime / Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde / Annem bana gülü şöyle öğretti / Gül, O’nun, o sonsuz iyilik güneşinin teriydi.”
Asırlar boyunca İslâm toplumları çocuklarına dinini öğretmeyi öncelik bilmişlerdir. Ebeveyn, çocuklarına ilmihal bilgilerini, İslâm’ın kavramlarını öğretmelidir. Sonra İslâm tarihini sevdirecek, öğretecek, çocuğun o dünyaya girmesini sağlayacak kitaplar, belgeseller tercih edilmelidir. Bu yöntem de bıktırmadan, usandırmadan, tepki doğurmadan tatbik edilmelidir.
İslâm alimlerimizin hayatını okuduğumuzda ilk dinî eğitimlerini çoğunlukla ailelerinden aldıklarını görürüz. Mesela Kur’an’ı annesinden, namaz kılmayı babasından öğrenmiştir. Ailenin dindar bir birey yetiştirmede büyük rolü vardır. Çocuk Kur’an eğitimine onların teşvikiyle başlar, namazı onlardan öğrenir, babasıyla camiye gider gelir. Efendimiz s.a.v.’in mübarek ahlâkını, hayatını, çocuklarını, sahabilerini onlardan dinler. Büyüklerine özenerek oruç tutar, kurban ibadetini onlarla yaşar. İslâm ahlakını, sadaka vermeyi, mukaddesata hürmeti büyüklerinden öğrenir.
Bir eğitim kurumu olarak camilerimiz
İslâmiyet’in başlangıcında ilim camilerde okutulurdu. Sonraları medreseler ve mektepler yapıldıysa da, alimler halka dönük derslerini camilerde vermeye devam ettiler. Nitekim yakın tarihe kadar İstanbul ve Türkiye’nin bütün şehir ve kasabalarında bazı medrese dersleri camilerde okutulurdu.
Özellikle Selçuklu, Beylikler ve Osmanlı’nın ilk üç asrında “fakih”lik kurumu çok yaygın biçimde din öğretiminde kullanılıyor ve on binlerce fakih köylerde, kasabalarda, şehirlerin cami ve mescitlerinde öğretici olarak görev yapıyorlardı. Dolayısıyla camiler dinî hayatın en güzel ve yaygın biçimde öğretildiği yer konumundaydı. Cumhuriyet döneminde bu durum resmî olarak zayıflamış ise de, gayret sahibi nice imam cemaatine Kur’an ve ilmihal öğretmeye devam etmiş ve etmektedir.

Rıhle, “rahale-yerhalu” babından mastardır. Sözlükte: “yürüyüp gitmek, bir yerden bir yere göçmek, yolculuk yapmak” manalarına geliyor. İlim ve kültür tarihimizde ise “ilim tahsil etmek, daha özel olarak, hadis tahammül ve ahzeylemek için yapılan yolculuklara” deniyor. Çoğulu: “rıhlât” ve “rıhal”.

İndirdiği ilk ayetle “Yaratan Rabbinin adıyla oku”mayı emreden (Alak, 1), insana kalemle yazmayı (Alak, 4), Kur’an’ı (Rahman, 2), konuşarak maksadını açıklamayı (Rahman, 4) ve bilmediğini (Alak, 5) öğreten, “Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer, 9) diyen, vahdâniyyetine kendisi ve meleklerinden sonra ilim sahiplerini şahit tutan (Âl-i İmran, 18), ilim sahiplerini derece derece diğer müminler üzerine yükselten (Mücadele, 11), müminleri daha fazla ilme sahip olmak için duaya teşvik eden (Taha, 114) ve “Allah’tan ancak âlim olan kulları gereğince korkar” (Fâtır, 28) buyuran Cenabı Hakk, Kur’an-ı Kerim’de hem ilmin mahiyet ve hedefini tayin, hem de insanları bu yüce makama rağbet  ettiriyor.

Onun “Onlara Kitabı ve hikmeti öğretiyor” (Âl-i İmran, 164) diye takdim ettiği Muallim Peygamber (sallallâhu aleyhi vesellem) de ısrarla ilmin kıymeti ve ilim adamlarının dindeki makamı üzerine vurgu yapıyor.  

Rivayetlere göre, bir gün hücre-i saadetlerinden mescide çıkmış, bir tarafta Kur’an okuyan, dua eden, bir tarafta da ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgul iki halka görünce: “Her ikisinde de hayır var… Ancak ben muallim olarak gönderildim” diyerek ilim öğrenmekle meşgul olan halkada oturmuştu (İbn Mace, Mukaddime, 17; Darimi, Mukaddime, 32).

Ey kardeşim ilim öğrenmek için sen de bir halkanın içine girdiğin zaman Allah Resulünün yaptığını yapmış oluyor ve yüce makamlara eriyorsun.
NE MUTLU BU ULVİ MAKAMA EREBILENLERE‼

Allah hepimizin ilmini artırsın ve hakiki olan faydalı ilmi öğrenmeyi nasip etsin
Devamını Oku »

ZULÜM -4

 214- وعنه رضي اللَّه عنه قال :  كَانَ عَلَى ثَقَل النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم رَجُلٌ يُقَالُ لَهُ  كِرْكِرةُ ، فَمَاتَ فقال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « هُوَ في النَّارِ »  فَذَهَبُوا يَنْظُرُونَ إِلَيْهِ فوَجَدُوا عَبَاءَة قَدْ غَلَّهَا. رواه البخاري  .

       214. Abdullah İbni Amr İbni Âs  radıyallahu anhüma  şöyle dedi:

Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in seferde bazı yükleme hizmetlerini gören ve kendisine Kirkire denilen bir adam vardı. Adam öldü. Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

“O cehennemdedir” buyurdu.

Sahâbe gelip adamın evindeki eşyalarına baktılar; ganimet malından çaldığı bir abâ buldular.

Buhârî, Cihâd 190. Ayrıca bk. İbni Mâce, Cihâd 34

Açıklamalar

Hadiste adı geçen Kirkire (veya bazı rivayetlere göre Kerkere) hakkında, onun sahâbe olduğu ve Resûlullah’ın bazı gazvelerinde hayvanlar üzerinde yük taşıdığı ve böylece ona hizmet ettiği dışında bir bilgiye sahip değiliz.

Bir insan sahâbi de olsa, hatta Peygamber’in hizmetinde de bulunsa, bu durum onun  günah işlemesine ve neticede cehenneme girmesine mâni olmaz.

Nitekim Peygamberimiz, Kirkire isimli kişinin ölümü üzerine, onun cehennemde olduğunu söylemiştir. Bu bilgi, Allah Resulü’nün gayba ait verdiği bilgilerdendir. Bu durum, onun tebliğ ettiği Kur’an’ın dışında da vahiyler aldığının delillerinden sayılır.

Kirkire’nin cehennemde oluşunun sebebi, onun ganimetten; yani devlet hazinesinden bir mal çalmış olmasıdır. Çünkü bu hareket, büyük günahlardandır. Büyük günah, cehenneme girme sebeblerinden biridir. Ancak, büyük günah işleyen mü’min cehennemde ebedî kalmayacaktır.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Devlet hazinesi amme malıdır. Amme malına ihanet ve onu çalmak, büyük günahlardan biridir. Böyle bir günahkârın cezası cehenneme atılmakdır.

Ey Rabbimiz‼
Bizleri devlet malına ve insanların ortak mallarına el uzatanlardan eyleme‼ kul hakkına girip  sana isyan edenlerden olmaktan ve cehennem azabından bizi koru‼
Efendimiz sallallahu aleyhi ve selleme gerçekten sahabi yani arkadaş olmuş ve senin rızanı ve cennetini hak etmiş olan sahabilerin yolundan gitmeyi bizlere nasip et 📖
(Amin)

215- وعن أَبي بَكْرَةَ نُفَيْعِ بنِ الحارثِ رضيَ اللَّه عنهُ عن النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال: « إِنَّ الزَّمَانَ قَدِ اسْتَدَارَ كَهَيْئَتِهِ يَوْمَ خَلَقَ اللَّه السَّمواتِ والأَرْضَ : السَّنةُ اثْنَا عَشَر شَهْراً ، مِنْهَا أَرْبَعَةٌ حُرُم: ثَلاثٌ مُتَوَالِيَاتٌ : ذُو الْقعْدة وَذو الْحِجَّةِ ، والْمُحرَّمُ ، وَرجُب الذي بَيْنَ جُمادَي وَشَعْبَانَ ، أَيُّ شَهْرٍ هَذَا ؟ »  قلْنَا : اللَّه  ورسُولُهُ أَعْلَم ، فَسكَتَ حَتَّى ظنَنَّا أَنَّهُ سَيُسمِّيهِ بِغَيْرِ اسْمِهِ ، قال : أَليْس ذَا الْحِجَّةِ ؟  قُلْنَا : بلَى: قال : « فأَيُّ بلَدٍ هَذَا ؟ »قُلْنَا: اللَّه وَرسُولُهُ أَعلمُ ، فَسَكَتَ حتَّى ظَنَنَّا أَنَّهُ سيُسمِّيهِ بغَيْر اسْمِهِ . قال : « أَلَيْسَ الْبلْدةَ الحرمَ ؟ » قُلْنا : بلَى . قال : « فَأَيُّ يَومٍ هذَا ؟ »  قُلْنَا :  اللَّه ورسُولُهُ أَعْلمُ ، فَسكَتَ حَتَّى ظَنَنَّا أَنَّه سيُسمِّيهِ بِغيْر اسمِهِ . قال : « أَلَيْسَ يَوْمَ النَّحْر ؟ » قُلْنَا : بَلَى . قال : « فإِنَّ دِماءَكُمْ وَأَمْوَالَكُمْ وأَعْراضَكُمْ عَلَيْكُمْ حرَامٌ ، كَحُرْمَةِ يَوْمِكُمْ هَذَا في بَلَدِكُمْ هَذا في شَهْرِكم هَذَا ، وَسَتَلْقَوْن ربَّكُم فَيَسْأْلُكُمْ عَنْ أَعْمَالِكُمْ ، أَلا فَلا تَرْجِعُوا بَعْدِي كُفَّاراً يضْرِبُ بَعْضُكُمْ رِقَابَ بَعْضٍ ، أَلاَ لِيُبلِّغِ الشَّاهِدُ الْغَائِبَ ، فلَعلَّ بعْض من يبْلغُه أَنْ يَكُونَ أَوْعَى لَه مِن بَعْضِ مَنْ سَمِعه » ثُمَّ قال : « أَلا هَلْ بَلَّغْتُ ، أَلا هَلْ بلَّغْتُ ؟ »قُلْنا : نَعَمْ ، قال : « اللَّهُمْ اشْهدْ » متفقٌ عليه .

215. Ebû Bekre Nüfey’ İbni Hâris radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:

“Zaman, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü şekliyle dönmektedir. Bir yıl on iki aydır. Bunlardan dördü haram olan aydır. Üçü birbiri ardınca gelen, zilkade, zilhicce ve muharremdir. Biri ise cemaziyelâhir ile şâbân arasında bulunan ve Mudar kabilesinin daha çok değer verdiği receb ayıdır.” Peygamberimiz:

- “Bu hangi aydır?” diye sordu. Biz:

- Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber sustu. O kadar ki, biz  aya başka bir ad vereceğini zannettik.

-“Bu ay zilhicce değil mi?” dedi, biz:

- Evet, dedik.

- “Bu hangi beldedir?” diye sordu, biz:

- Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber bir süre sustu. Biz, bu şehre başka bir ad vereceğini zannettik:

- “Burası Belde-i Haram (Mekke) değil mi?” dedi, biz:

- Evet, dedik.

- “Bu hangi gün?” diye sordu, biz:

- Allah ve Resûlü daha iyi bilir, dedik. Bir müddet sustu. Öyle ki biz o güne başka bir ad vereceğini zannettik.

- “Bugün kurban günü değil mi?” dedi, biz:

- Evet, diye cevap verdik. Sonra Resulullah sözlerine şöyle devam etti:

“Şüphesiz ki, sizin kanlarınız, mallarınız, ırz ve namusunuz, şeref ve haysiyetiniz, şu gününüzün, şu beldenizin ve şu ayınızın haram olduğu gibi, birbirinize haram kılınmıştır. Rabbinize kavuşacaksınız ve o size amellerinizi soracak. Sakın benden sonra birbirinizin boynunu vurarak kâfirlere dönmeyiniz. Dikkat ediniz! Burada bulunanlar bulunmayanlara sözlerimi ulaştırsın. Umulur ki, sözlerim kendilerine ulaştırılan bazı kimseler, sözümü işiten bazı kimselerden  daha iyi anlayıp koruyabilirler.” Hz. Peygamber, sonra:

- “Dikkat edin, tebliğ ettim mi?” diye sordu, biz:

- Evet, diye cevap verdik. Resûl-i Ekrem:

- “Allahım! Şahit ol”buyurdular.    Buhârî, Hac 132; Müslim, Kasâme 29

Açıklamalar

 Bu rivayet, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, Vedâ haccı esnasında, kurban bayramı günü Minâ’da bütün hacılara îrâd ettiği hutbeden bir bölümdür. Kelimesi kelimesine bu ifadelerle olmasa da, Kütüb-i Sitte’nin hepsinde yer alır. Rivayet lafızları aynı olmadığı için, biz diğer kaynakları anmadık.

Hz. Peygamber’in, zamanın dönmesinden, yıldan ve aylardan bahsetmesinin sebebi, haram aylar konusunda Hz. İbrahim’in dinine riâyet eden Câhiliye araplarının daha sonraları arka arkaya üç ay harpsiz durmak kendilerine güç geldiği için, harp edecekleri ayın haramlığını bir sonraki aya tehir etmeleri, bu işin yıllarca böyle devam etmesi neticesinde ayları kaybetmeleri ve yılları şaşırmalarıdır. Vedâ haccı senesinde ise hac mevsimi zilhicce ayına, yani tam zamanına rastlamıştı. Peygamberimiz hem bunu hatırlatmış hem de nesî, yani ayın bir başka aya tehirinin câiz olmadığını açıklamıştı. Kur’ân-ı Kerîm’de “Nesî (haram ayı başka bir aya ertelemek), ancak küfürde fazlalıktır” [Tevbe sûresi (9), 37] buyurulur. Böylece, Câhiliyeden kalma bu âdet Kur’an ve Sünnet’te yasaklanmış, haram kılınmıştır.

Peygamber Efendimiz’in “bu hangi ay?”, “bu hangi belde?”, “bu hangi gün?” gibi sorular sorup susması, sonra cevap vermesi, sahâbenin konuyu iyice anlaması, kavraması, kafalarına ve kalblerine yerleştirmek içindir. Ayrıca, bu ayın, bu beldenin ve bu günün derecesinin yüksekliğini öğretme gayesine yöneliktir.

Sahâbenin, Hz. Peygamber’in sorularına karşı “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” diye cevap vermeleri ise edep ve terbiyeleri gereğidir. Çünkü onlar, bu soruların cevabının verilebileceğini, Rasûl-i Ekrem’in bildiğinin farkında idiler. Allah Resûlü’nün maksadı, sadece bu bilinenleri haber vermek olamazdı. Bu sebeple söyleyeceklerini beklediler.

İnsanların kanı, canı, malı, ırz ve namusu her türlü haksız tecavüzden masundur. Bunları korumak, İslâm devletinin aslî görevi olduğu gibi, fert olarak müslümanların da vazifesidir. Cana, mala, ırz ve namusa tecavüz en büyük haramlardandır. Bunları korumak, uğrunda savaşmak, nefsî müdafaada bulunmak helâldir. Bu yolda ölen kimse de şehit kabul edilir. Peygamberimiz, önce canı, sonra malı ve en sonunda da ırz ve namusu anmıştır. Bu sıralama hem sayılanların kıymet derecesini, hem de insanın en çok hangi cins tecavüzlere maruz kalma ihtimali bulunduğunu gösterir. Birbirinin boynunu vurmak, canına kıymak ve kan dökmek, kâfirlerin ve haktan sapanların âdetidir. Özellikle Câhiliye dönemi Arap toplumunda kan dökmenin her çeşidi yaygındı. Peygamberimiz, sahâbeyi ve İslâm toplumunu Câhiliyeye özenmekten ve o dönemi geri getirme hevesine kapılmaktan her vesileyle sakındırmıştır. Onbinlerce insana hitaben söylediği Vedâ haccı hutbesinde, bunu bir kere daha, önemle hatırlatmıştır. Müslümanlar, birbirlerinin boynunu vurmak gibi, kâfirlere benzeyen bir yola girmekten sakındırılmıştır. Çünkü bu durum, toplumları her türlü güven duygusundan mahrum bırakır, gelişmeyi önler ve medenî olmayı imkânsızlaştırır.

Hz. Peygamber, söylediği sözlerin, yaptığı işlerin,  sünnetinin ve hadislerinin, duyanlar ve görenler tarafından başkalarına ulaştırılmasını istemiştir. Bu umûmî emir sayesinde, sahâbe-i kirâm, Peygamberimiz’in hadislerini ve sünnetini büyük bir titizlik içinde kendilerinden sonraki nesillere ulaştırmış, onlar da aynı dürüstlükle bu rivayetlerin günümüze kadar gelmesini sağlamışlardır.

Hz. Peygamber, Rabbinden kendisine indirilen her emri tebliğ etmiş, hiç bir şeyi gizlememiş ve tebliğini herkese yönelik yapmıştır. Bütün sahâbe, Rasûl-i Ekrem’in sağlığındaki en büyük topluluk olan Vedâ haccında, bu gerçeği ikrar etmişlerdir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Cahiliye döneminin her türlü bâtıl itikad ve amelleri, İslâmiyet’le ortadan kaldırılmıştır.

2. Can, mal, ırz ve namusa tecavüz haram kılınmıştır. Haramlıkta bunlar arasında bir fark yoktur.

3. Kişinin yaptığı her amelin hesabı, Allah katında sorulacaktır.

4. Birbirinin boynunu vurmak, canına kıymak kâfirlerin âdeti ve davranışı olup, müslümanlar bu çeşit fiillerden sakınmalıdırlar.

5. Hadisi, sünneti ve ilmi tebliğ, müslümanların bilginleri üzerine bir vecibedir.

6. Bir konunun daha iyi anlaşılmasını sağlamak için misâller ve benzetmeler kullanmak caizdir.

216- وعن أَبي أُمَامةَ إِيَاسِ بنِ ثعْلَبَةَ الْحَارِثِيِّ رضي اللَّه عنه أَن رسولَ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال: « مَنِ اقْتَطَعَ حَقَّ امْريءٍ مُسْلمٍ بيَمِينِهِ فَقدْ أَوْجَبَ اللَّه لَه النَّارَ ، وَحَرَّمَ عَلَيْهِ الْجَنَّةَ »  فقال رجُلٌ : وإِنْ كَانَ شَيْئاً يسِيراً يا رسولَ اللَّه ؟ فقال :  « وإِنْ قَضِيباً مِنْ أَرَاكٍ »  رواه  مسلم .

216. Ebû Ümâme İyâs İbni Sa’lebe el-Hârisî  radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:

“Yemin ederek bir müslümanın hakkını alan kimseye, Allah cehennemi vâcip kılar, cenneti de haram eder.”

Bir adam dedi ki:

- Ya Resûlallah! Şayet o küçük ve değersiz bir şey ise?

Bunun üzerine Peygamberimiz:

“Misvak ağacından bir dal bile olsa böyledir” buyurdu.

Müslim, Îmân 218. Ayrıca bk. Nesâî, Kudât 30; İbni Mâce, Ahkâm 8

Ebû Ümâme İyâs İbni Sa’lebe

Ensârdan olan bir sahâbîdir. Daha çok, künyesi olan Ebû Ümâme adıyla meşhurdur. Hz. Peygamber, Bedir Gazvesi’ne giderken, Ebû Ümâmê’nin annesi çok hasta idi. Buna rağmen Bedir’e gitmek istemiş, ancak Peygamberimiz onun cihada çıkmasına izin vermeyerek annesine bakmasını istemişti. Hz. Peygamber, Bedir’den döndüğünde, Ebû Ümâme’nin annesi ölmüştü. Allah Resûlü, defnedilmiş olduğu halde onun üzerine cenaze namazı kıldı.

Ebû Ümâme, Peygamberimiz’den üç hadis rivayet etmiştir. Onun hadislerini oğlu Abdullah, Mahmûd İbni Lebîd ve Abdullah İbni Ka’b İbni Mâlik rivayet etmişlerdir.

Allah ondan razı olsun.


Açıklamalar

Hadiste geçen yemin, yalan yere edilen yemindir. Yalan yemin ile veya helâl olmayan herhangi bir yolla, bir müslümanın hakkını almak, zulümdür. Yalan yere yemin eden kimse, bu hareketinin helâl olduğuna inanarak böyle davranırsa, dinden çıkar, kâfir olur. Bu takdirde ebediyyen cehennemde kalır. Yemini helâl görmez, fakat bile bile yalan yere yemin ederse, o takdirde de bu yalancılığının ve zulmünün cezasını cehennemde çeker. Ancak, ebediyyencehennemde kalmaz.Allah Teâlâ’nın, böylebir kimseye cehennemivâcip, cenneti haramkılmasının sebebleribunlardır.

Bir müslümanın alınan hakkını sadece maddî haklardan biri olarak düşünmek doğru olmaz. Müslümana yapılan iftira, haksız yere verilen ceza, namus ve haysiyetine söz söylemek gibi şeyler de birer haktır. Hatta bunlar, maddî şeylerden daha önemli ve önceliklidir.

Hadiste “müslümanın hakkı” diye özellikle belirtilmesi, gayr-ı müslimin hakkının helâl sayıldığı gibi bir düşünceyi akla getirebilir. Oysa gayr-ı müslimin hakkı da aynı şekilde haramdır. Müslümanın hakkını almanın hükmü ne ise, gayr-ı müslimin hakkını almanın hükmü de aynıdır. Bu hakkın az veya çok, küçük veya büyük olması da haksızlığın hükmünde bir değişiklik meydana getirmez.

Bu hadis 1717 numara ile tekrar gelecektir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Başkalarının hakkını gasbetmek haramdır. Hakkın azı da çoğu da müsâvîdir.

2. Helâl olduğuna inanarak yalan yere yemin eden ve başkasının malını gasbeden kimse, iman dairesinin dışına çıkar ve ebediyen cehennemde kalır. Ancak helâl saymayan ve tövbe eden böyle değildir.


3. Kul hakkının azı da çoğu da haramdır.

217- وعن عَدِي بن عُمَيْرَةَ رضي اللَّه عنه قال : سَمِعْتُ رسولَ اللَّه يَقُول : « مَن اسْتَعْمَلْنَاهُ مِنْكُمْ عَلَى عَمَل ، فَكَتَمَنَا مِخْيَطاً فَمَا فَوْقَهُ ، كَانَ غُلُولا يَأْتِي بِهِ يوْم الْقِيامَةِ »فقَام إَلْيهِ رجُلٌ أَسْودُ مِنَ الأَنْصَارِ ، كأَنِّي أَنْظرُ إِلَيْهِ ، فقال : يا رسول اللَّه اقْبل عني عملَكَ قال: « ومالكَ ؟ »  قال : سَمِعْتُك تقُول كَذَا وَكَذَا ، قال :« وَأَنَا أَقُولُهُ الآن : من اسْتعْملْنَاهُ عَلَى عملٍ فلْيجِيء بقَلِيلهِ وَكِثيرِه ، فمَا أُوتِي مِنْهُ أَخَذَ ومَا نُهِِى عَنْهُ انْتَهَى » رواه مسلم .

217. Adî İbni Amîre radıyallahu anh  şöyle dedi:

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ in şöyle buyurduğunu duydum:

“Mal tahsili için memur tayin ettiğimiz bir kimse, bizden bir iğneyi veya ondan daha küçük bir şeyi gizlese, bu hıyanet olur ve o şeyi kıyamet günü getirir.”

Bunun üzerine ensardan siyah tenli bir adam ayağa kalktı, -ben sanki onu görüyor gibiyim-:

– Ya Resûlallah! Benden görevlendirmeni geri al, dedi.

Peygamberimiz: 

– “Sana ne oldu?” buyurdu. Adam:

– Senin söylediklerini işittim, dedi. Peygamber efendimiz:

– “Ben o sözü şimdi de söylüyorum: Sizden kimi mâlî bir göreve tayin edersek, o malın azını da çoğunu da getirsin. O maldan kendisine verileni alır, yasaklanandan ise vazgeçer.”

Müslim, İmâre 30. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Akdiye 5

Adî İbni Amîra el-Kindî

Sahâbîdir. Ebû Zürâre diye künyelidir. Dedesinin adı Ferve’dir. İbnü’l-Esîr, Adî İbni Ferve diye anılan sahâbînin de aynı kişi olduğunu, yani Adî İbni Amîra İbni Ferve olduğunu söyler. İbni İshâk’ın naklettiğine göre, onun müslüman oluşu şöyle gerçekleşmiş: İbni Şehlâ isimli bir yahudi âlimi, Allah’ın kitabı Tevrat’ta cennetlik bir kavimden bahsedildiğini ve onların özelliğinin yüzleri üzerine Allah’a secde etmeleri olduğunu belirterek, bunun ancak yahudiler olabileceğini ve onların içinden Yemen’den bir peygamber çıkacağını söylemiş. Adî, Benî Hâşim’den bir peygamber çıktığını duyunca, İbni Şehlâ’nın kendisine söylediklerini hatırlayarak kalkıp Resûl-i Ekrem’e gelmiş ve onun ashâbını yüzleri üzerine secde eder vaziyette namaz kılarken görüp beklenen peygamberin Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem olduğunu anlayarak İslâm’ı kabul etmiş. Adî, Kûfe’de yerleşmişti. Hz.Osman’ın öldürülmesinden sonra Kûfe’den ayrılıp Cezîre’ye yerleşti. Tarihçi İbni Hayseme onun Cezîre’de vefat ettiğini söyler. Vâkidî ise 40 (660) senesinde Kûfe’de vefat etti der. Bazı kaynaklar ölümünün Ruhâ’da olduğunu da söyler. Adî’den  hadis rivayet edenler arasında kendi oğlu ve kardeşi Urs vardır.


Allah ondan razı olsun.

Açıklamalar

Hz. Peygamber, devletin mâlî işlerini tanzim için bir takım kimseleri memur olarak görevlendiriyordu. Bu görevliler, zekât toplama, ganimet malını muhafaza etme, vergi alma ve benzeri vazifeleri yerine getirirdi. Toplanan bu malların her birinin sarf yerleri de farklı idi. Devlet, bunları toplamak ve dağıtmakla yükümlüydü. Bu görevler yapılırken, son derece dikkatli ve dürüst olmak gereklidir. Bunlar, âmmeye ait mallar olduğu için, en küçük bir haksızlık bile hıyanet sayılır ve büyük günahlardan addedilir. Kıyamet gününde, devlet malını çalan kimsenin o malla birlikte gelmesi, şiddetli bir tehdît olup, sahibinin cehennemlik olduğunun delili kabul edilir. Çalınan malın az veya çok olması arasında bir fark yoktur.

Devlette memuriyet görevi almaya düşkün olmamak, ancak vazife verilmişse bunu en iyi ve en dürüst biçimde yerine getirmek, İslâm dininde önemli prensiplerdendir. Görevli memur, kendisi için tayin edilmiş olan ücretin dışında hiçbir şey alma hakkına sahip değildir. Ayrıca, görevli olduğu sürece hediye kabul etmesi de câiz görülmemiştir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Az olsun çok olsun, devlet malına ihanet büyük günahlardandır ve kişinin cehenneme girmesine sebep olur.

2. Topluma ait bir görev kendisine emanet edilen kimse, vazifesini hakkıyla yerine getirmeli, emanete hıyanet etmemeli ve kendi şahsî çıkarını ön plana geçirmemelidir. Hakkı olmayan bir şeyi almamalı, almışsa geri vermeli ve tövbe etmelidir.

3. Kendine güveni olmayan devlette görev almamalı, memuriyete aşırı derecede düşkün olunmamalı, vazife istenilmez verilir, prensibine riâyet esas olmalıdır.


4. Devlette görevli olan kimse, hak ve vecibelerinin, selâhiyetinin bilincinde olmalıdır


218- وعن عمر بن الخطاب رضي اللَّهُ عنه قال :  لمَّا كان  يوْمُ خيْبرَ أَقْبل نَفرٌ مِنْ أَصْحابِ النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم فَقَالُوا : فُلانٌ شَهِيدٌ ، وفُلانٌ شهِيدٌ ، حتَّى مَرُّوا علَى رَجُلٍ فقالوا : فلانٌ شهِيد . فقال النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « كلاَّ إِنِّي رَأَيْتُهُ فِي النَّارِ فِي بُرْدَةٍ غَلَّها أَوْ عبَاءَةٍ »  رواه مسلم .

218.  Ömer İbni Hattâb radıyallahu anh  şöyle dedi:

Hayber Gazvesi günü idi. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem’in ashabından bir grup geldi ve:

– Falanca şehittir, falanca da şehittir, dediler.

Sonra bir adamın yanından geçtiler:

– Falanca kimse de şehittir, dediler. Nebî sallallahu aleyhi ve sellem:

– “Hayır, ben onu, ganimetten çaldığı bir hırka -veya bir abâ- içinde cehennemde gördüm” buyurdu.  Müslim, Îmân 182. Ayrıca bk. Dârimî, Siyer 48

Açıklamalar

Hayber Gazvesi, hicretin altıncı yılında oldu. Şehitlik, dünyada ulaşılabilecek mertebelerin en üstünü olduğu için, sahâbe-i kirâm gazvelerde şehit olanlara gıbta ederlerdi. Burada, şehit olanları Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’ e haber vermelerinin sebebi de bu imrenme duygusudur. Çünkü sahâbe, Allah Teâlâ’nın şu âyetini çok iyi biliyor ve bu âyetteki ölümsüzlerden olmak istiyordu:

“Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin; hayır, onlar diridirler, ama siz farkında olmazsınız” [Bakara sûresi (2), 154].

Şehitlik, kişinin bir çok günahına keffâret olduğu halde, âmmenin malına hıyaneti ve kul haklarını ortadan kaldırmaz. Bu sebeple, Peygamber Efendimiz, şehid olduğu haber verilen bir kişinin, ganimetten çaldığı bir hırkadan dolayı cehennemde olduğunu bildirmiş, âmme malına ihânetin ve kul hakkının affedilmeyeceğini ümmete  öğretmiştir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Âmmenin malına, ganîmet malına hiyânet büyük günahlardandır.


2. Şehitlik, âmme malına ihânete ve kul hakkına keffâret olmaz.


Evet ‼ Demek ki SEHİDLİK O KADAR DA BİZİM ZİKRETTİĞİMİZ  GİBİ GÜNÜMÜZDE  ANLAŞILAN ŞEKİLDE  DEĞİL‼‼‼‼
ŞEHİDLİK ÖYLE YÜCE BİR MAKAMDIR Kİ KUL İLE RABBİ ARASINDA OLAN BİR MAKAM‼
BİZ DIŞ GÖRÜNÜŞE  GÖRE HER SAVAŞTA ÖLENİ ŞEHİD ‼ZANNEDERKEN  O KİŞİ KUL HAKKI  YÜZÜNDEN  CEHENNEMLİK ‼ OLABİLİR.
ALLAH  CELLE BİZLERE  HAKİKİ IMANI VE HAKİKİ ŞEHADETI NASİP  ETSİN ‼
BU HADİSTEN  ÖĞRENDİĞİMİZE  GÖRE KİMSE İÇİN KESİN ŞEHİTTİR ‼‼‼DEĞİL DE ÖYLE OLMASINI TEMENNİ  EDERİM  DENİLMELİDİR🌹‼
ÇÜNKÜ BİZ HİC KİMSEDEN KESİN EMİN  OLAMAYIZ‼
AMA ÖYLE OLMASINI  UMUYORUM  DENİLEBİLİR‼
AL LAH  'IN  İZNİYLE  ZULÜM KONUSUNU  BİTİRDİK‼
Allah hepimizi  zulüm  yapmakdan ve zulme uğramakdan korusun.
Ama zalim olmakdan sa mazlum olmak tabiki daha evladır ‼
Zalim olmakdan Allah a sığınalım ‼
Devamını Oku »

ZULÜM -3

 212- وعن أَبي هُرِيْرَةَ رضي اللَّه عنه عن النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « مَنْ كَانتْ عِنْدَه مَظْلمَةٌ لأَخِيهِ ، مِنْ عِرْضِهِ أَوْ مِنْ شَيْءٍ ، فَلْيتَحَلَّلْه ِمنْه الْيوْمَ قَبْلَ أَنْ لا يكُونَ دِينَارٌ ولا دِرْهَمٌ ، إنْ كَانَ لَهُ عَملٌ صَالحٌ أُخِذَ مِنْهُ بِقدْرِ مظْلمتِهِ ، وإنْ لَمْ يَكُنْ لَهُ حسَنَاتٌ أُخِذَ مِنْ سيِّئَاتِ صاحِبِهِ فَحُمِلَ عَلَيْهِ » رواه البخاري .

212. Ebû Hüreyre  radıyallahu anh’ den rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:

“Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, namusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyamet günü gelmeden önce o kimseyle helalleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm mikdarınca sevaplarından alınır, (hak sahibine verilir.) Şâyet iyilikleri yoksa, kendisine zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.”  Buhârî, Mezâlim 10, Rikak 48

Açıklamalar

Zulüm, insan hayatının her alanı ve safhasıyla ilgili olabilir. Bu alan, maddî veya manevî bir nitelik arzedebilir. Namus, şeref, haysiyet ve hürriyet gibi yüce duygular, hayatın temelini teşkil eder. Bunlara tecâvüz, zulmün en büyüklerinden sayılır. Diğer taraftan mal, can, yaşama hakkı, kazanç elde etme, teşebbüs hürriyeti ve benzeri hususlar maddî hayatın temel unsurları olup, bunlara yönelik haksızlıklar, zulmün daha yaygın olanı ve bilineni kabul edilir.

Manevî veya maddî hayata yönelik zulüm işleyenlerin, kıyamet günü gelmeden önce bir çıkış yolları vardır. O da kendilerine zulmettikleri kimselerle önce helâlleşmeleri, sonra da tövbeye yönelmeleridir. Bu helâlleşme, şayet üzerlerinde maddî haklar varsa onu ödeme, dünyada üzerlerine terettüp eden cezayı çekme, hak sahipleriyle helalleşme ve neticede Allah’a tövbe etmekle mümkündür. Zira kıyamet günü, altın ve gümüşün olmayacağı bir hesaplaşma günüdür. O günde, herkes iyi veya kötü amellerinin karşılığını görecektir.

Buradaki hesaplaşma, sevapların alınması veya günahların yüklenmesi ile dengelenir. Yani, zâlim veya günahkâr birinin sevapları varsa, yaptığı zulüm veya işlediği günah sebebiyle, onun sevapları hak sahiplerine verilir. Şayet bu alınan sevapları, haksızlıklarını karşılamazsa, o takdirde hak sahiplerinin günahlarından alınıp onun üzerine yükletilir; böylece kimsenin kimsede hakkı kalmaz. Bu, ilâhî adâletin gereğidir.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Maddî ve manevî her çeşit zulüm ve haksızlıktan uzak durmak gerekir.

2. İnsanın malına, mülküne, canına tecâvüz zulüm olduğu gibi, namusuna, şerefine, haysiyetine tecâvüz de zulümdür.

3. Bilerek veya bilmeyerek zulüm ve haksızlık yapmış olan bir kimse, zulmettiği, kendilerine haksızlık ettiği kişilerle helâlleşmelidir.

4. Kıyamette hesaplaşma olacak, her hak sahibine hakkı eksiksiz verilecektir.

5. Zulüm ve haksızlık, sâlih amelleri bozar ve sevâbını da giderir.


Ey Rabbimiz‼
Altın ve gümüşün fayda veremeyeceği o kıyamet günün de ‼ Bizleri zalimlerle değil‼
Salihlerle beraber haşret.
Zulmün her çeşidinden sana sığınırız.
Evet bu çok dehşetli hadistir hepimiz kime haksızlık ettiysek maddi ve manevi mutlaka helalleşelim ve tövbe edelim ki bu hadisten nasibimizi alalım🌹📖



213- وعن عبد اللَّه بن عَمْرو بن الْعاص رضي اللَّه عنهما عن النَّبِيِّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : «الْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسانِهِ ويَدِهِ ، والْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ ما نَهَى اللَّه عَنْهُ » متفق عليه .

213. Abdullah İbni Amr İbni Âs  radıyallahu anhümâ’ dan rivayet edildiğine göre, Nebî sallallahu aleyhi ve sellem  şöyle buyurdu:

“Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhâcir ise, Allah’ın yasakladığı şeylerden uzak duran kimsedir.”

Buhârî, Îmân 4-5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64-65. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Cihâd 2; Tirmizî, Kıyâmet 52, Îmân 12; Nesâî, Îmân 8, 9, 11

Açıklamalar

Bu hadis, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in “cevâmiü’l-kelim” olan yani az kelimeyle çok büyük anlamlar ifade eden sözlerinden sayılır. Hadiste kastedilen müslüman, kâmil bir imana ve sâlih amele sahip olan kimsedir. Yoksa, bu vasfı tam olarak taşımayan bir kimsenin, müslüman olmayacağı anlamına gelmez. Hadisin bazı rivayetlerinde “elinden ve dilinden insanların salim kaldığı kimse” şeklinde de gelmiştir (Ahmed İbni Hanbel, Müsned, II, 224; İbni Hacer el-Heysemî, Mecmaü’z-zevâid, III, 268).

İnsanın çok kullandığı iki uzvu el ve dil, hadiste özellikle anılmıştır. Çünkü yapılan kötülükler, başkasına zarar verme işi, yaygın olarak bu iki uzuvla ilgilidir. Dil, sövmenin, kötü sözün, lânetin, gıybetin, iftiranın, kovuculuğun ve benzeri kötülüklerin vasıtasıdır. El ise dövmenin, öldürmenin, yakıp yıkmanın, çalıp çırpmanın, bâtılı yazmanın ve benzeri fenalıkların vasıtası olan uzvumuzdur. Dilin ve elin sayılan kötülüklerinden uzak duranlar gerçek ve kâmil mü’min olma özelliğini kazanırlar. Kötülüklerden uzak durmak, yasaklananları işlememek; emredilenleri yapmaktan daha önemlidir. Bu sebeple fazilet ve takvânın ölçüsü, emirleri yerine getirmekten ziyâde, yasaklardan uzak durmaktır.

Muhacir, dinin emirlerini hakkıyla yerine getirebilmek için, bu imkânı bulamadığı vatanını terkederek, dininin emirlerini yaşayabileceği bir mekâna göç eden kimsedir. Buradaki anlamı ise, zikrettiğimiz zâhirî anlamı dışında, nefs-i emmârenin dâvet ettiği kötülüklerden, haramlardan uzak durmak ve onları terketmek  anlamına gelen derûnî mânasıdır. Her iki gaye ile hicret etmek, yani kötülüklerden uzaklaşmak en büyük sevaplardandır.

Bu hadisi, 1569 numara ile tekrar okuyacağız.

Hadisten Öğrendiklerimiz

1. Hangi uzuvla ve hangi şekilde olursa olsun, müslümana eziyet yasaklanmıştır.

2. İslâm’ın ve imanın kemâli, maddî ve manevî olarak başkalarına eziyeti terketmekle elde edilir.

3. Müslümanın da bir takım noksanları olabilir. “Müslümanın noksanı olmaz” diyen mürcie fırkası, reddedilmiştir.


4. Din için hicret nasıl büyük bir fedâkârlık ve faziletse, Allah’ın haramlarından uzak durmak da bir hicret ve fazilet kabul edilir.
Devamını Oku »

İLİM VE SOHBET MECLİSLERİNİN GEREĞİ VE EDEPLERİ -1

Din ancak ilim sayesinde hakkıyla yaşanabilir. Bu sebeple sadatlar*
*(sadatı kiram nedir,kelime manasının anlamı
Sadat, Sadat-ı kiram kelimesi üç manada kullanılır:
Birincisi, seyyidler yani Resulullah’ın (sallallahu aleyhi ve selem) evlat ve torunları manasındadır.
İkincisi, içinde Seyyidlerin, şeriflerin de bulunduğu evliyanın büyükleri anlamındadır.
Üçüncüsü, içinde Seyyidlerin, şeriflerin çokça yer aldığı Nakşbendi mürşidlerine verilen genel isim. “Altın Silsile” adıyla da tanınan bu silsile “Sadat, Sadat-ı Kiram” isimleriyle kastedilen en genel manadır.)
ilme, özellikle kişiye lazım olan ilmihale çok önem vermişlerdir. 
Hangi ilim?
İlmin, bilmenin önemini vurgulamayan hiç bir dinî sohbet, hiç bir tartışma yok. İman ve yaşantıyla ilgili her konu dönüp dolaşıp ilme, bilgiye bağlanıyor. Anlıyor ve kabul ediyoruz; bilmekle, öğrenmekle yükümlüyüz.
Ama neyi?
Yaşadığımız çağa “bilgi çağı” deniyor. Gazeteler, kitaplar, dergiler, bilgisayar, internet ve her türünden kitle iletişim araçları ile bir bilgi sağanağı altında yaşıyoruz. Hayatımızla ilgili veya ilgisiz her konu üzerine, müthiş vurgular yapılıyor. Herkese göre kendi sunduğu bilgi çok önemli, hatta en önemlisi. Ve biz sade insanlar, neyi ne kadar öğreneceğimizi şaşırmış olarak bir selin önünde sürüklenip gidiyoruz.
Sonuçta öyle bir hale geldik ki, artık hayatî bilgilere de kayıtsızız. Oysa bilgiye kayıtsızlık hayata, hayatın ötesine kayıtsız kalmak demek.
Bir müslüman olarak bu konuyu yerine oturtup, beynimizi ve kalbimizi bir düzene sokmamız gerekiyor. Ancak bu şekilde dünyamızı ve dünya sonrası yaşantımızı düzene koymuş ve riskten korumuş oluruz.
Herkese Farz Olan İlim
“Şüphesiz, ilim öğrenmek erkek-kadın her müslümana farzdır.” (Beyhakî, İbnu Mâce, Tabarâni, Heysemî) hadisini her müslüman biliyor; ancak farz olan bu ilmin hangi ilim olduğu tam olarak bilinmiyor.

Hadis, farz-ı ayn ilimden bahsetmektedir. Farz-ı ayn ilim, her müslümanın bizzat öğrenmesi ve bilmesi gereken ilimdir. Bu ilmi ona farz kılan Allahu Teâlâ ve O’nun Rasulü’dür. Akıllı olup büluğ yaşına ulaşan her müslüman bu ilimlerden sorumludur. Çünkü bu durumdaki bir insan, iman ve ibadetle yükümlüdür. Helâl ve harama dikkat etmesi gerekmektedir. Görevli melekler tarafından amelleri yazılmaya başlanmıştır. Amele yükümlü olan bir kimseye ilk gereken iş, yapacağı işin ilmini öğrenmektir.
Temel kaide şudur: Yapılması farz olan bir şeyin ilmini bilmek de farzdır. Bu şeyleri temelde üç ana gruba ayırabiliriz: (Gazâli, İhyâ, I, 25)

* İnanılması şart olan esaslar.
* Yapılması icap eden farzlar.
* Terkedilmesi gereken haramlar.

Bunlarla birlikte vacip, sünnet, mendub, müstehab, mübah, mekruh ve müfsid olan ameller mevcuttur ki, onların bilinmesi farzlardan sonra gelir.
Önce İmanın Bilgisi
Farz olan ilimlerin başında, imanla ilgili konular gelir. Bunlara kısaca akâid ilmi denir. Allahu Teâlâ’nın zat ve sıfatları, peygamberler, kitaplar, melekler, kader, kaza, ahiret, hesap, ceza, Cennet, Cehennem gibi konular, bu ilmin esasını oluşturur. Bunların gerçeği her müslüman tarafından bilinmelidir. Bu esaslara topluca ve kısaca iman etmek, mü’mini mesuliyetten kurtarır. Ancak her birini derince incelemek, bildiklerini yakîn hâline getirmek, taklidi tahkike çevirmek, iman ettiklerini görürcesine kabullenmek, yapabilenler için büyük bir fazilettir.

Akâid ilmi temelde kalbin iman ve kabulüyle ilgilidir. Bu kabul ve teslimiyet her kalpte aynı seviyede değildir. Kalbin, manevi yönden sıhhat ve hastalık durumuna göre bu ilimdeki hazzı ve nasibi değişir. Yani iman nuru ve kalbin şuuru artar ve eksilir.
Kalple ilgili ilimler sadece imanla ilgili konular değildir. Kalpte meydana gelen ve kalple işlenen bir çok büyük günah vardır ki, onları bilmek ve kalbi onlardan temizlemek de farzdır. Şirk, riyâ, kibir, ucub, hased, aşırı dünya sevgisi, cimrilik, tamah, insanları küçümseme gibi hastalıklar bunların başında gelir. İnsanların çoğu, bunları ihmal eder, yeterince öğrenmez. Hatta bunları öğrenmenin farz olduğunu çoğumuz bilmiyor. Onun için çok kimse, namazın zahirî bütün farz ve edeblerini öğrendiği halde, batınî (kalbimizle ilgili) farzlardan huşû ve huzuru hiç önemsemez. Ayrıca, namazın sevap ve faziletini ortadan kaldıran gösteriş, amelini beğenme, ameline güvenme, yaptıklarıyla övünme, gaflet gibi mânevi hastalıklara hiç aldırış etmez, onları tedavi yoluna gitmez.
Allâme İbn-i Âbidin (Rh.A.), “Reddü’l-Muhtâr” adlı meşhur fıkıh kitabında bu konuya şöyle dikkat çekiyor:
“İhlası öğrenmek, ucbu, hasedi ve riyâyı bilmek farz-ı ayndır. Kibir, cimrilik, kin, hile, gazap, düşmanlık, tamah, böbürlenme, hiyânet, yağcılık, hak söze karşı kibretmek, kalp katılığı, uzun emelli olmak gibi kötü ahlâklar da aynı hükümdedir. İmam Gazâlî’nin belirttiği gibi, hiç kimse bunlardan tamamen kurtulmuş değildir. Bu durumda, onlardan herhangi birine müptelâ olan insanın onu öğrenmesi ve tedavi edip kalbinden gidermesi farz-ı ayındır. Bu da ancak, onların ne olduğunu, sebeplerini, alâmetlerini ve tedavi yollarını bilmekle mümkün olur. Çünkü, kötülüğün ne olduğunu bilmeyen kimse, içine düşer.” (İbn-i Âbidîn, Reddü’l-Muhtâr, I, 126)


ALTINI ÇİZELİM‼‼‼

1-İHLASI ÖĞRENMEMEK,İHLASSIZLIK

2-UCUB,HASED,RİYA,KİBİR

3-HİLE 

4- GAZAP(ÖFKE)
DÜŞMANLIK

5-TAMAH ETMEK

6- HIYANET

7-YAĞCILIK

8- KALB KATILIĞI

9- UZUN EMELLİ OLMAK

10- HAK OLAN DOĞRU SÖZE KARŞI KİBRETMEK

11-BÖBÜRLENMEK
(ÖVÜNMEK)

BU KALBİ HASTALIKLARA SAHİP OLMAYAN MÜ'MİN YOK DENECEK KADARDIR‼‼‼
HEPİMİZ KENDİMİZİ GERÇEKTEN İNSAFLICA ELEŞTİRİRSEK BU KÖTÜ AHLAKLARIN BİRİNE MUTLAKA SAHİP OLDUĞUMUZU GÖRÜRÜZ.
PEKİ BU HASTALIKLARDAN NASIL KURTULABİLİRİZ‼‼‼⁉⁉⁉
ÖNCELİKLE HASTALIĞIMIZI İTRAF ETMEK BAŞLANGIÇ OLABİLİR‼
MUTLAKA BU HASTALIKLARIN TEDAVİ EDİLDİĞİ BİR HASTANE ‼ VE DOKTOR BULMAK ZORUNDAYIZ‼
KALBİ HASTALIKLARIN İÇKİ İÇMEK VE KUMAR OYNAMAKTAN DAHA TEHLİKELİ ‼ OLDUĞUNUN MANASI ‼ SÜREKLİ BIZIMLE OLMASINDANDIR‼
BEDENİ VE RUHİ HASTALIKLARINIZ  İÇİN DOKTOR VE HASTANE ARAYIP BULUR TEDAVI EDERSINIZ PEKİ❓❓❓
BU HASTALIKLARDAN NASIL KURTULACAĞIZ❓❓❓🤔
HEPİMİZ CİDDİ CİDDİ DÜŞÜNELİM🤔‼

Şâfiî fakihlerinden Allâme İbnu Hacer el-Heytemî’nin de dikkat çektiği gibi; (İbn-i Hacer el-Heytemî, ez-Zevâcir an İktirâfi’l-Kebâir, I, 49) kalpte işlenen bâtınî günahlar, azalarla zahirde işlenen günahlardan daha tehlikeli, daha devamlı ve daha tesirlidir. Çünkü şirk, riyâ, kibir ve hased gibi batınî günahlar, işleyeni zalim ve fasık yaptığı gibi, aynı zamanda iyi amelleri de yok eder. Diğer günahlar arada bir yapıldığı halde, kalbe yerleşen günahlar ona müptelâ olan kimseden hiç ayrılmaz. Mesela bir hırsız devamlı başkasının malını çalamaz. Bir içki müptelâsı durmadan şarap yudumlayamaz. Bir eşkiya, dakika başı yol kesip can yakamaz. Halbuki kibirli bir insandaki kibir ve kendini beğenme hali, ondan hiç bir halde ayrılmaz. Hasedle içi yanan kimse, bir an olsun ondan kurtulamaz. Öyle ki, otururken, yürürken, konuşurken, yerken, içerken, herhangi bir iş yaparken, hatta namaz kılarken, sohbet ederken, zikir çekerken bile bu hastalık kendisini gösterir. Dış azalarla işlenen günahlar, güzel bir tevbe ve istiğfarla temizlendiği halde, kalbe yerleşen günahlar, ancak tevbe, istiğfar ve güzel bir terbiye ile temizlenebilir. Şu halde, bu tür günahları tanımak ve sakınmak, diğerlerinden daha önemlidir.
“Halbuki onlar, ancak, ihlasla Allah’a ibadet etmekle emrolundular.” (Beyyine/5) âyeti, ihlasın farz olduğunu beyan eder. İhlâs farz olduğu gibi, onu ortadan kaldıran ve zedeleyen şirk, riyâ, gösteriş, kendini beğenme, böbürlenme, kibretme gibi şeyleri bilmek de farz olmaktadır.
Temel kâide şudur: “Bir farzın yerine getirilmesini temin eden şeyler de farzdır.” (Sühreverdî)

Sonra Amellerin Bilgisi

İmandan hemen sonra namaz farz olduğundan, her mükellefin namazla ilgili farzları ve namazın kılınış şeklini öğrenmesi farzdır.
Namazın evelinde gerekli olan taharet şekillerini, namaza mani olan pislikleri ve bunları giderme yollarını, abdest ve guslün farzlarını öğrenmek de farzdır.
Namaz içinde farz olan kıraatı yerine getirmek için, yeterli miktar Kur’an âyetlerini düzgün bir şekilde öğrenmek ve ezberlemek de farzdır.
Namazla mükellef olan bir kadının, adet ve hastalık kanının şekil ve hükümlerini, doğum yapıp lohusalık halini gördüğünde onunla ilgili hükümleri öğrenmesi farzdır.
Ramazan ayına ulaşan bir mü’minin, oruçla ilgili gerekli bilgileri, orucu bozup, kaza ve keffâreti gerektiren durumları öğrenmesi ve hastalık, yolculuk, ihtiyarlık, hamilelik gibi dinen kabul edilen bir mazereti yoksa, oruç tutması farzdır.
Ailesini geçindirmekle yükümlü olan bir mü’minin rızkını helâlinden kazanması farzdır. Bunun için, meşgul olduğu mesleğin ve kazancının içine haram karıştırmamak da farzdır. Hepsinden evvel, bir işe veya ticarete girecek bir mü’minin o iş ve ticaretle ilgili dini hükümleri öğrenmesi farzdır. Bu öyle bir mühim konudur ki, haram mal her türlü ibadeti etkilemektedir. Öyle ki, midesinde haram gıda, üzerinde haram eşya bulunan bir insanın kıldığı namaz, çektiği zikir, gittiği hacc, verdiği sadaka ve yaptığı duâ hiç bir fayda vermeyecektir. Bu konunun önemini Hz. Rasûlullah (A.S.) şöyle belirtmiştir:
“Helâli aramak, her müslümana farzdır.” (Tabarânî, Beyhakî, Heysemî)
Hz. Ömer (R.A.), kendi zamanında esnaflar için şu talimatı yayınlamıştır:
“Bu çarşı ve pazarımızda, ancak (alış-verişle ilgili) dinî hükümleri iyi bilen kimse ticaret yapsın. Aksi takdirde, isteyerek yahut istemeyerek faiz yer, harama girer.” (el-Mekkî, Kûtu’l-Kulüb, I, 129-130)
Kazandığı mal, zekât verecek nisaba ulaştığı zaman, zekâtla ilgili hükümleri bilmek ve zekâtını vermek farzdır.
Maddi durumu daha ileri seviyeye çıkan bir mü’min, hacc aylarında hac farizasını yerine getirecek imkâna ulaştığında, haccı öğrenmesi ve yerine getirmesi farzdır.


Yukardaki sayılan farzların ne kadar da çok olsuğunu görüyoruz değil mi‼⁉⁉
Mutlaka mümin bir insanın hayatı hergün ilimle dolu olmalıdır ki bu farzları yerine getirebilsin
Ey Rabbimiz‼
Bize ilim öğrenip bu öğrendiğimiz farzları yerine getirebilme gücünü ver 📚 Bizlere yardım et ve kuvvet ver.
Kendi halimize bizi bırakma‼
Bizi her türlü kötülükten koru📚
İlmimizi artır   📖.....AMİN

Maddi durumu daha ileri seviyeye çıkan bir mü’min, hacc aylarında hac farizasını yerine getirecek imkâna ulaştığında, haccı öğrenmesi ve yerine getirmesi farzdır.
Harama düşme tehlikesi olan ve maddi imkanları bulunan bir kimsenin, nikahın şartlarını öğrenip evlenmesi ve ayrıca nikahı düşüren şeyleri bilmesi farzdır.
Hanımını boşayan bir erkeğin, ona karşı bundan sonra nasıl davranacağını ve hukukunun ne olduğunu bilmesi farzdır.
Her müslümanın, kendisine haram kılınan düşünce, fiil ve fikirleri öğrenmesi farzdır. İmam Gazâlî’nin (Rh.A.) dikkat çektiği gibi; (Gazâlî, İhyâ, I, 26) bid’atların yayıldığı, batıl fikir ve cereyanların her yanı sardığı, haramların güzel bir şey gibi anlatıldığı bir beldede büluğ çağına gelen bir genci, bu haramlara karşı bilgilendirip onlardan korumak gerekir. Çünkü haram fiil ve fikirler, kalbe ve beyne işlemeden giderilmelidir; yoksa tedavileri çok zor olur.

Şimdiki halimizi nasıl anlatmış imam gazali.tedavisi çok zor olan hastalıklara karşı karşıyayız âdeta.işin kötü yanı ‼hasta olduğumuzun farkında bile değiliz ‼ kendimizi sağlıklı ve kâmil imana sahip herşeyin en iyisini bilen ve yapan bir mü'min  zannediyoruz.
Allah hepimizi 
zanlarımızdan kurtarıp hakiki hidayete erdirsin.

Bizlere farz olan bu ilimleri öğrenip yerine getirebilmemiz konusunda yardımcımız olsun.

Her mükellefin, anne-baba hukukunu ve onlara karşı gereken vazifelerini öğrenmesi farz-ı ayndır.
Her mü’minin, kimleri Allah için sevip, kimlere Allah için buğz edeceğini öğrenmesi, kimlerle birlik içinde hareket edip kimleri terketmesi gerektiğini bilmesi farzdır.
Her mü’minin, kendisini Hakk yolunda sevk ve idare eden imam, mürşid veya halifeye, yani “ülû’l-emr” sıfatında olan kimseye karşı vazifelerini bilmesi ve gereğini yerine getirmesi farzdır.
Zengin ve imkânı olan müslümanların, farz olan dini ilimlerin korunması ve yayılması için gerekli müesseseleri kurmaları ve korumaları farzdır. İlmi ve ilim ehlini sevmek de farzdır.
Bu ilimlerin her mükellef tarafından bilinmesi farz olduğu halde, günümüzde ihmal ve gaflet biribirine eklenince, ortaya Rabbini tanımaz, dinini yaşamaz, edebini ve haddini bilmez, kendi menfaatından başka kimseyi sevemez bir sürü insan çıkıverdi. Bütün bu arızalar ve cehalet giderilmeden hakkıyla din yaşanabilir mi❓

Gelin hep beraber ilmi ve ilim ehlini sevelim‼
Ilım meclislerine koşalım‼
En az haftada bir devam ettiğimiz bir ilim halkamız olsun ki üzerimize düşen farzları öğrenmek ve dinimizi doğru yaşamak ve kendimizi kurtarmak için cehaletten ilme sığınalım📚 

Ey Allah'ım bizlere faydalı ilmi ve bu ilme götürecek yolları kolaylaştır ve sevdir  📖  📚.


İlmihal kapsamına giren bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur.
Dolayısıyla ilmihal denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın hayatına tatbiki anlaşılmalı ve b ilm-i hal denen bilgiler öğrenilmelidir.
İlmihal (ilm-i hâl), içinde bulunulan duruma dair bilgi demektir. Gündelik hayata dair dinî bilgiler bütününe bu ismi vermek adet olmuştur. Osmanlı Anadolusu’nda temel dinî bilgileri içeren kitaplar bu isimle anılmaya başlanmış, böylece yaygınlaşmıştır.
İslâmî bir kavram olarak ilmihal, kişinin kendisine, yaratıcısına ve çevresine karşı nasıl davranacağını belirleyen, günlük ihtiyaçlara cevap veren asgari bilgiler toplamını ifade eder.
İlmihal muhteva çerçevesi belirlenirken genellikle “Cibrîl Hadisi”nden istifade edilmiştir. Bu hadis, Hz. Peygamber s.a.v.’e sahabilerle bulunduğu bir sırada Cebrail a.s.’ın gelip din hakkında bazı sorular sorması, bu soruları Hz. Peygamber s.a.v.’in cevaplaması şeklindedir. Bu sorular “İman nedir?”, İslâm nedir?” ve “İhsan nedir?” şeklinde vuku bulmuş, böylece dinin üç temel unsuru olan inanç, ibadet ve ahlâk gündeme getirilmiştir. İşte ilmihal kitapları bu üç esastan hareketle ve bu hadisi delil alarak telif edilmişlerdir.
İlmihal kapsamına giren bilgiler, dinin mükellef saydığı herkesin öğrenmesi gereken bilgilerdir. Çünkü her müslümanın dinî hayatını tanzim ederken lazım olanı bilmesi bir borçtur. Dolayısıyla ilmihal denince, bir kitap türünden önce İslâm’ın bir müslümanın hayatına tatbiki anlaşılmalı  ve  bu  ilm-i hal denen bilgiler öğrenilmelidir.
Başucu kitap ihtiyacı

Bir kitap türü olarak ilmihalin tarihî seyri incelendiğinde, eldeki mevcut bilgilere bakarsak, ilmihal ismi verilen eserlere ancak yakın dönem Osmanlı’da rastlanılmaktadır. Fakat çağlar boyunca değişik isimler altında yazılan başucu eserler bu sahadaki ihtiyaca cevap vermişlerdir.
Son yarım asırda ülkemizde Hanefî mezhebine tabi olan müslümanların en çok kullandığı ilmihali yazan Ömer Nasuhi Bilmen hazretlerine göre, iyi bir ilmihalde bulunması gereken en önemli özelliklerden biri, ne çok basit ve kısa yazılması ne de çok uzun ve ayrıntılı olmasıdır. İyi bir ilmihal, bu ikisinin ortası olmalıdır. O şöyle der:
“Bilindiği gibi İslâm dininin içerdiği hükümler başlıca şu dört kısma ayrılır:
• İtikada ait hükümler,
• İbadetlere ve muamelata ait hükümler,
• Helala, harama, mübah ile mekruha ait hükümler,
• Ahlâka ait hükümler.
Bu dört kısım hüküm hakkında pek ayrıntılı, mükemmel kitaplar yazılmış olduğu gibi, pek kısa, basit kitaplar da yazılmıştır. Bununla birlikte bu dört kısımdan her biri çok kere başka başka kitaplar halinde yazılmış, bu dört kısmı bir araya toplayan eserler nisbeten az bulunmuştur.
Elbette ayrıntılı eserlere ihtiyacımız yok diyemeyiz. Fakat öyle uzun uzadıya yazılmış eserleri okumaya, onlardan kendisi için en lüzumlu meseleleri ayırt etmeye de herkesin gücü yetmez. Mesleği ve vakti de buna elverişli olmaz. Pek kısa yazılmış eserler ise ihtiyacı yeteri derecede karşılayamaz, maksadı temin edemez. Hele bu gibi eserler pek kapalı ibarelerle yazılmış bulunursa istenilen faydaların elde edilmesi büsbütün güçleşir.”

Günümüzde oldukça çeşitlenmiş olan ilmihal kitaplarının yanında, oldukça zayıf kalan ilmihal eğitimimize geçmeden önce Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. rehberliğinde İslâm’ın nasıl öğretildiğini görelim.

İlk dönemde dinî eğitim
Efendimiz s.a.v.’in tebliğ hayatı Mekke ve Medine olmak üzere iki safhadan oluşur. Siyasî ve sosyal şartlar farklı olduğu için süreçler de farklı gelişmiştir.
Fahr-i Kâinat Efendimiz s.a.v. peygamberliğinin ilk günlerinde Hz. Ebu Bekir r.a.’ı İslâm’a şöyle davet etmişti:
“Ben Allah’ın rasulü ve nebisiyim. Beni emirlerini insanlara tebliğ etmem için gönderdi. Seni Hak olan Allah’a çağırıyorum. Vallahi o Hak’tır. Ey Ebu Bekir, seni bir olan, ortağı bulunmayan Allah’a davet ediyorum. O’ndan başkasına ibadet etmemeye, O’nun emirlerine boyun eğmeye çağırıyorum.” (İbn İshak)
Hz. Hatice, Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Osman ve diğer ilk müslümanları da -Allah onlardan razı olsun- bu sözlere yakın ifadelerle İslâm’a davet etmiş, önce Allah’ın bir olduğunu öğretmişti. Sonra da kulluğun gereği olarak abdest almayı ve namaz kılmayı, ayrıca Allah’ın kullarına yakışan dürüstlüğü ve ahlâkı…
İlk Müslümanlar Mekke’de Efendimiz s.a.v. ile gizlice görüşüyor ve O’ndan İslâm’ı öğreniyorlardı. Özellikle Dârü’l-Erkâm denilen toplanma yeri bu yönüyle hem ilk okul, hem de ilk mescid hükmündeydi. Orada gizlice toplanıp Kur’an okuyorlar, İslâm’ın hükümlerini öğreniyorlar ve namaz kılıyorlardı. Dışarıdan geçenler duymasınlar diye sureleri gizlice okuyorlardı. 
Efendimiz s.a.v.’den İslâm’ı öğrenen sahabilerin her biri yeterli bilgiyi öğreniyor ve kendi ibadet hayatlarının yanında, özellikle müşriklerle girdikleri tartışmalarda onlara galip geliyorlardı. İmana, ibadetlere, adalete ve sosyal hayata dair hükümleri en ince ayrıntısına kadar öğreniyorlar, bilmediklerini Efendimiz s.a.v.’e soruyorlardı. Bu sayede Efendimiz s.a.v. ile birlikte diğer müslümanlar da İslâm’ı tebliğ ediyorlardı. Bunu bizzat Efendimiz s.a.v. buyuruyor, kendisinden duyduklarını diğer insanlara iletmelerini söylüyordu.


Evet görüldüğü gibi ;mü'minin hayatında ilim mutlaka olmak zorundadır ve bu islamın ilk doğuşu ile başlayıp ilahi emir olarak sahabiler tarafından yerine titizlikle getirilmiştir.
Ey kardeşim📍 sen de gel bu sünnete uy 📚 Günlük olarak mutlaka faydalı ilim olan yani sana farz olup gerekli olan ilmi öğrenmeye çalış.Her sabah ve akşam ;dua ederken "Allah'ım  senden faydalı ilmi istiyorum" de.Nasıl günlük kahvaltı ve yemeklerine dikkat ediyorsan ruhunu beslemeye de dikkat et.olmazsa asla olmazlarının arasına ;mutlaka bir âyet veya bir hadis-i günlük olarak okumayı ve öğrenmeyi koy."Rabbim ilmimi artır"

"Bana hikmeti ver ve beni salihlerden kıl"📚📖📖📖

Devamını Oku »