HERKES İÇİN SİYER - 13. BÖLÜM (UFUKTA YESRİB VAR! HİCRET STRATEJİSİ)
Bismillahirrahmanirrahim.
NEDEN EFENDİMİZ EN BAŞTA KENDİSİ YESRİB’E GİTMEDİ?
Allah Resulü (s.a.v.) bir tercihte bulunup önce kendi hayatını güvence altına almak
isteyebilirdi. Önce kendisi gidebilirdi ama gitmedi. Çünkü:
* Efendimiz (s.a.v.) bu davanın önderi ve imamıydı. (İmam, öncelikli olarak en büyük riski göze
alan adamdır. İmam başkalarını riske atmaz. Efendimiz de atmadı ve bekledi.)
* Efendimiz ’in yanında Mekkelilerin emanetleri vardı. Kendisini öldürmeye gelen 12 kişinin 7
tanesinin emanetleri bile onun yanındaydı
* Allah’tan izin çıkmalıydı. Efendimiz, izin çıkmadan hicret eden bir peygamberin başına
gelenleri Hz. Yunus’tan dolayı biliyordu ve girmek için Allah’tan izin bekliyordu.
NEDEN MÜŞRİKLER GİDENLERE ENGEL OLMADILAR?
Müşrikler başta Müslümanlar Mekke’de rahat durmayınca en iyisi gitsinler diye düşündüler.
Sonra gittikleri yerde problemlere sebep olup başımıza iş açarlar diye onları engellemeye çalıştılar.
İşin başlangıcında süreci görmek istediler. Ama gözleri asıl olarak Efendimiz ‘in üzerindeydi. Ona karşı
çaresizlik içerisindeydiler. Yaptıkları planlar sahabeden çok Efendimiz ‘in üzerinde yoğunlaşmıştı.
SAHABENİN HİCRETİ KOLAY OLDU MU?
Sahabe Yesrib’e peyderpey olarak gitti. Hepsinin gidiş hikâyesi de zorlu idi. Mesela Kendi
ailelerinden engellemeler görenler oldu. Beni Ümeyye’den birisi ailesi tarafından engellendi. Ebu
Seleme’nin ailesi darmadağın oldu; Ümmü Seleme’yi kendi anne babası engelledi, Ebu Seleme oğlu
Ömer’i yanına alıp götürdü, Seleme’yi Ebu Seleme’nin babası Ümmü Seleme’nin elinden aldı, Ümmü
Seleme ise kendi babasının evinde kaldı. Aile üçe bölünmüş oldu. Ümmü Seleme (r.a.) 1 yıl boyunca
üzüldü. Her gün Yesrib’e bakan tepede ağladı. Bir süre sonra insanlar ona acımaya başladı.
Süheyb-i Rûmi (r.a.) bütün malvarlığını, sermayesini hicret edebilmek için elden çıkardı.
Talha b. Ubeydullah koca bir kervanı bıraktı. Ticari bir seferde Yesrib’e öylesine gelmiş iken
Resulullah’ı orada görünce kervanın gittiğinden haberi olmadı.
Efendimizin kızı Zeynep (r.a.) hicret sırasında hamile idi. Bineği ürkütüldü ve düştü. Bebeğini
kaybetti. Hibban b. Arikâ isimli müşrik bu olayın baş müsebbibi idi.
Hz. Ömer herkes gizli saklı giderken o bir gün evvel Kâbe’de yarın Yesrib’e hicret edeceğini
duyurdu. Anasını gözü yaşlı, hanımını dul, çocuklarını yetim bırakanlar düşsün peşime dedi ve onunla
beraber 12 kişi gitti.
Birçok bedeller ödendi, birçok fedakârlıklar yapıldı. Doğup büyüdükleri toprakları,
birikimlerini, itibarlarını, üstelik neyle karşılaşacaklarını bilmeden bırakıp gittiler.
Ayyâş b. Ebu Rebîa, Hz. Ömer ile gidenlerden biriydi. Ebu Cehil’in anne bir kardeşi olduğu için
Ebu cehil peşine düştü ve yolda onları yakaladı. Annesinin oğlu dönene kadar saçına tarak
sürmeyeceği, güneşin altında oturacağı gibi ahlar ettiğini söyleyerek onu geri çevirmeye çalıştı. Anne
katili mi olmak istiyorsun deyince Ayyâş bundan etkilendi ama Hz. Ömer onun bunlara inanmamasını
söyledi ama ikna edemedi. Ona kendi bineğini vermeyi teklif etti ve yolda bir terslik sezerse kaçıp
gelmesini söyledi. Yolda bir yolunu bulup Ayyâş’ı bağlayıp Mekke’ye götürdüler. Bunun üzerine Ayyâş
dinden irtidat etti (dinden döndü). Hz. Ömer ne olursa olsun onu bırakmadı, mektuplar yazıp haberler
gönderdi. En sonunda onu yeniden kazandı ve Ayyâş yeniden imana döndü. Yaptıklarından dolayı
tövbe etti. Sonra çok iyi bir Müslüman oldu.
2
EFENDİMİZ (S.A.V.) NE GİBİ ADIMLARLA BU SÜRECİ YÜRÜTTÜ?
Efendimiz (s.a.v.) müthiş bir nebevi stratejisi yürüttü. Kur’an, aklına çalıştıranlara ithaf edilmiş
bir kitaptır. Bu kitap bize defalarca tezekkürden, tefekkürden, taakkulden, tedebbürden bahseder ve
bizden de bunu ister. Efendimiz (s.a.v.) bunu anladı ve anladığı için de stratejilerini üretti.
Sahabe önden gitti. Hz. Ebubekir kendisine iki tane binek alıp ailesi ile birlikte gitmek için
hazırlığını yaptı. Efendimiz’den (s.a.v.) gitmek için izin istediğinde Efendimiz ona beklemesini ve
Allah’ın belki ona daha güzel bir şey nasip edeceğini söyledi. Bu konuda Hz. Ebubekir’in Efendimiz ’in
hicreti ile ilgili bir şeyler olacağına dair bir beklentisi vardı ama onun ailesiyle mi yoksa başka bir
şekilde mi gideceğini bilmiyordu.
Sahabe Yesrib’e gittikçe müşrikler daha da endişelendiler ve Daru’n Nedve’de toplandılar. O
toplantıda Necidli bir ihtiyar vardı. (Bazı kaynaklar onu insan kılığına girmiş şeytan olarak almaktadır.)
Hz. Muhammed hakkında ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Ortaya üç görüş sunuldu:
- Onu hapsedelim dediler. Efendimizi bir eve kapatıp ölene kadar da orada tutmayı
düşündüler. Necidli ihtiyar olmaz dedi. Hz. Peygamber’in adamlarının kendi adamlarını etkisiz hale
getirebileceğini ve kaçırıldığında da insanların nazarında daha etkili bir konuma gelebileceğini söyledi.
- Yemen’e sürelim orada kalsın dediler. İhtiyar yine onları ikaz etti. O nereye gitse orada başka
başka şeyler yapıp insanları yine kendine çekebileceğini beyan etti.
- Üçüncü görüş olarak Ebu cehil öldürmeyi teklif etti. Mekke’de en önemli 12 kabile vardı. Her
kabileden 12 savaşçı seçelim ve gece evini basalım, Abdulmuttalib oğulları da Benî Hâşim de kan
bedeli istemek zorunda kalmasın dedi. Bu görüş ihtiyarın hoşuna gitti ve oradakilerle bunu
uygulamaya karar verildi.
Bu olay Enfal suresinin 34. ayetinde anlatılmaktadır. Konuşulan ihtimaller hapsedilmek,
sürgün edilmek ve öldürülmek idi. Bir İslam âlimi der ki: “Düşmanlarım bana ne yapabilir ki, ben
cenneti yüreğimde taşıyorum. Hapsedilmem halvet, sürgün edilmem hicret, öldürülmem
şehadettir.” Üç hal de böyle bir insan için mükâfattır. Şehadete gönlünü kaptırmış bir kitledir
Müslümanlar. Şehadet, ölümü öldürerek yürümektir. Allah’a canını satmanın adıdır.
Efendimize (s.a.v.) bu konuşulanlar bir rivayete göre Cebrail vasıtasıyla, başka bir rivayete
göre Efendimiz ile uzaktan akraba olan Rakîka isimli bir hanım tarafından haber verildi.
Efendimiz (s.a.v.) Cebrail ile hicret iznini aldıktan sonra, o günün öğle vaktinde (herkesin
uykuya daldığı zamanda) hızlı bir şekilde Hz. Ebubekir’in evine gitti. O vakitte kapı çalınması ev
halkında bir heyecana sebep oldu (Mekke’de öğle vakti kapının çalınması gece vaktinde kapının
çalınması gibi idi). Resulullah’ın gelişinin çok önemli bir hadisenin habercisi olduğunu anlamışlardı.
Hz. Ebubekir Hz. Peygamber’i karşısında görünce “Es-sohbe ya Resulullah?/ Yol arkadaşlığı mı ya
Resulullah?” diye sordu. Efendimiz evet cevabını verince ağlamaya başladı. Hz. Aişe annemiz bu olayı
bize aktarırken der ki: “Ben hayatımda bir erkeğin sevincinden böyle ağladığını görmedim. Babam,
Efendimiz (s.a.v.) ile hicret edeceğini duyunca hıçkırıklarla ağladı.”
Efendimiz (s.a.v.) konuşmak için ondan kızlarını dışarı çıkarmasını istedi. Hz. Ebubekir
Efendimize kızların onun ehli olduğunu söyledi. O sıralar Hz. Aişe annemiz Resulûllah ile nişanlı idi. Bir
de Esma (r.a.) vardı. Ama Efendimiz olsun diyerek onların kalmasını istemedi çünkü sırrı başkalarına
yüklemek onlara ağır bir yükü taşıtmak demekti. Efendimiz adım adım bütün hicret planını Hz.
Ebubekir’e anlattı: akşamüzeri buluşup Sevr’e gideceklerini, orada 3 gün kalacaklarını, Abdullah İbni
Uraykıt’ın bineklerini Sevr’in Arafat’a bakan yönüne getireceğini ve oradan gideceklerini anlattı. Amr
b. Füheyre davarlarını onların geçtikleri yolda yürütecek ve hem onların hem de onlara azık
getirenlerin izlerini kaybettirecekti. Hz. Ebubekir’in oğlu Abdullah (Esma (r.a.) ile anne baba bir
kardeş; Hz. Aişe ile de Abdurrahman anne baba bir kardeşler) o zamanlar 10 yaşında bir çocuk idi. O
da çarşı pazarda konuşup onlara istihbarat toplayacak, Esma annemiz de azıklarını götürecekti. (Bazı
3
rivayetlerde Sevr’in tepesine çıkan Esma annemiz değil, Abdullah’tır ama biz Esma annemizin çıktığına
dair olan rivayeti tercih ediyoruz). Esma (r.a.) o zamanlar 27 yaşında ve 7 aylık hamile idi. Hicretin ilk
çocuğunu o doğuracak ve adı da Abdullah b. Zübeyr olacaktı.
Hz. Ebubekir, Efendimiz konuşmasını bitirdikten sonra iki binek aldığını söyledi. Efendimiz
bunu birinin parasını ödemek şartıyla kabul etti. Bedeli 400 dirhem idi, borcunu da ödedi. Ve o deve
Kusva idi.
Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebubekir ile konuştuktan sonra evine gitti. Evde hanımı Sevde (r.a.) (Hz.
Hatice’den sonra ilk evlendiği kişi), kızları Ümmü Gülsüm ve Fatıma vardı. Zeynep (r.a.) o günlerde
Ebu’l Âs ile evli ve Mekke’de bir başka yerde oturuyordu. Rukiye (r.a.) de Hz. Osman ile Habeşistan’da
idi.
EFENDİMİZ (S.A.V.) KIZLARINI NEDEN EVDE BIRAKTI?
Cahiliye Arabı geleneği olarak kadına ve çocuğa dokunulmazdı. Ebu Cehil Esma annemize
tokat atmış ve bundan dolayı da yanındaki insanlar tarafından bile kınanmıştır. Efendimiz (s.a.v.) bu
geleneği o zaman kendi lehine kullandı.
Efendimiz (s.a.v.) daha sonra Hz. Ali’yi yanına çağırdı ve ona Mekke’de kalmasını, emanetleri
vermesini, yatağına yatmasını ve sonra da aileyi toplayıp Yesrib’e gelmelerini söyledi. Hz. Ali’nin
cevabı “Lebbeyk ya Resulullah.” oldu. Resulullah’ın yatağına yatması ölmeyi göze almak demekti ve
Hz. Ali bunu kabul etmişti. Yıllar sonra bu Kûfe’de kendisine sorulduğunda “Otuz küsur sene geçti
aradan. Vallahi o geceki uykuyu arıyorum.” diye cevap vermiştir. 13 yaşında iken Efendimiz
akrabalarını toplayıp “Kim bu yolda benimle?” diye sorduğunda o “Ben ya Resulallah!” diyerek elini
kaldırmıştı ve o el hiç inmedi.
12 kabileden 12 kılıçlı Mekkeli Allah Resulü’nün kapısına dayandı. Efendimiz (s.a.v.) Yasin
suresinin ilk ayetlerini ya da 9. ayetini okuyarak bir avuç toprağı yüzlerine serperek dışarı çıktı. Allah o
anda onların görmemelerini sağladı ve Efendimiz de aralarından geçip gitti. Onlar yatakta yatanın Hz.
Peygamber olduğunu düşünmeye devam ettiler ve onlar orada beklerden Efendimiz, Hz. Ebubekir ile
buluşup Sevr’e doğru yola çıktı. Yolculukları 7 gün sürdü.
NEDEN SEVR?
Bu stratejinin bir parçası idi. Kuzeye gitmeleri gerekirken müşrikleri şaşırtmak için tam tersi
istikamet ile güneye doğru gittiler. Çünkü müşrikler de Efendimiz’in Yesrib’e gideceğini biliyorlardı.
Efendimizin evinden sonra Hz. Ebubekir’in evine gitmişler, orada bulamayınca da Yesrib’in yolunu
tutmuşlardı.
Sevr dağı 759 metredir. Çıkması Hira’ya çıkmaktan daha zordur ve 1-1,5 saati alır. Efendimiz
(s.a.v.) o zamanlar 53, Hz. Ebubekir 51, azık taşıyan Esma annemiz de 27 yaşında ve 7 aylık hamile idi.
Sevr, öküz ve ihtilal (devrim) demektir.
(Dağın tam tepesine gelindiğinde önümüze çıkan ilk mağara değil, biraz daha aşağıda kalan
mağara Efendimiz ile Hz. Ebubekir’in kaldıkları yerdir. Önünde kocaman bir taş vardır.)
Oraya giderken hicreti tefekkür etmek ve Efendimiz’in bu işi yürütürken tedbir-tevekkül
dairesini nasıl dengelediğini (Esbaba tevessül (sebeplere sarılmak), Allah’a tevekkül )anlamak lazım.
Allah’a tevekkül etmek sadece ‘işimiz Allah’a kaldı’ demek değil, ‘ben yaptım yapacağımı, netice
Rabbimin bileceği iş’ diyebilmektir.
Mağaraya ulaştıklarında Hz. Ebubekir önden içeriyi kontrol etmek ve içeriyi temizlemek istedi.
Efendimiz’i sonra içeriye davet etti.
4
Hz. Ebubekir orada 3 gün boyunca müşrikler gelecek diye Efendimiz için çok endişelendi.
Efendimiz (s.a.v.) ona “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” dedi. Hz. Ebubekir orada Allah’a karşı
teslimiyetin en güzel halini gördü. O, 13 boyunca Hz. Peygamber ile beraberdi ama burada aldığı dersi
13 yıl boyunca hiçbir yerde almamıştır. Bu dersin meyvelerini Efendimiz vefat ettikten sonra
görmekteyiz: Hz. Peygamber Suriye bölgesine göndermek üzere Üsâme b. Zeyd kumandasında bir
ordu hazırlamıştı ama ordu Efendimizin rahatsızlığı ve vefatı dolayısıyla yola çıkamadı. Hz. Ebû Bekir
hilâfete geldikten sonra ilk icraatı Resûl-i Ekrem’in hazırladığı orduyu sefere yollamak oldu. Hz.
Peygamber’in vefatından sonra zekât bahane edilerek ortaya çıkan dinden dönme hareketleri
yüzünden birçok sahâbî, halifeye Medine’nin güvenliği açısından Üsâme ordusunu göndermekten
vazgeçmesini söyledi. Ebû Bekir ise namaz ile zekâtı ayıranın İslamla bağı kalmamıştır diyerek
Resûlullah’ın hazırladığı orduyu geri çeviremeyeceğini ve onun verdiği kararı kesinlikle yerine
getireceğini söyledi.
Söylenen strateji ve plan güzel bir şekilde yürüdü. Esma (r.a.) azıkları götürmek için iki bohça
hazırlamıştı. Bu bohçaları bağlamak ve sırtında taşıyabilmesi için bir ipe ihtiyaç duydu ama ip
bulamadı. Bunun üzerine hiç düşünmeden belindeki kuşağı çözüp onu kullandı. (Bir kadının kuşağını
çözmesi iffetsizlik anlamına gelmekteydi.) Efendimiz (s.a.v) bunu hemen fark etti. Esma (r.a.) durumu
arz edince Allah Resulü ona “Ey Esma! Burada feda ettiğin bu kuşağına karşılık Allah sana cennette iki
kuşak bağışlayacaktır.” müjdesini verdi ve ona “Zâtü’n-Nitakayn”(çifte kuşaklı) dedi.
Müşriklerin Mekke’de çok iyi iz sürenleri vardı ve iz süre süre tepeye geldiler. (Devenin ayak
izlerinden binicinin cinsiyetini, nereli olduğunu, kadınsa hamile olup olmadığını bile tespit
edebiliyorlardı.) Müşrikler tepeye çıktıklarında o büyük kayanın üzerinde birisi büyük abdestini bozdu.
Hz. Ebubekir onlar bu kadar yaklaşınca kendilerini görecekler diye yine çok endişelendi. Efendimiz
ona yine aynı cevabı verdi: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” Ve müşrikler onları fark etmeden
yeniden Yesrib yollarına düştüler. Onlar gidip başka yerleri gezerken Efendimiz (s.a.v.) Abdullah b.
Uraykıt ile yol güzergâhını belirledi. Bu yol daha engebeli, daha zorlu ama daha güvenli idi çünkü
Mekkeliler onları ölü ya da diri yakalayana 100 deve ödül koymuştu.
Allah Resulü (s.a.v.) belirlenen günde Yesrib’e gideceklerken yaşlı gözlerle Mekke’ye bakıp
“Ah Mekke! Şehirler içerisinde bana en sevgili gelen sensin. Eğer kavmim beni sürüp çıkarmasaydı
ben asla buradan çıkmazdım ama döneceğiz.” demiştir. Allah Resulü çok iyi biliyordu ki bugün
buradan çıkmak yarın çok farklı bir dönüşün müjdesi olacaktı. (Ümit olmazsa iman yoktur. Ümit
imanın azığıdır. Allah varsa gam yoktur! Yeis denilen şey şeytanın ve küfrün azığıdır. Müslümana
yakışmaz.)
ABDULLAH B. URAYKIT
Mekkeli bir müşrik idi.
Taif dönüşü Efendimiz (s.a.v.) Hira’ya geldiğinde Mekke’ye girebilmek için birisinin
himayesine ihtiyaç duymuştu. Bir rivayete göre kendisini himaye altına alması için üç isme (10.
bölümde geçti) Zeyd b Hârise’yi gönderdi. Diğer bir rivayet göre ise Abdullah b. Uraykıt’ı gönderdi ve
Allah Resulü (s.a.v.) orada onun emniyetini anlamıştı. Bu münasebetle bir bağ kurulmuş oldu.
Efendimiz onu tanıdıkça farklı bir özelliği olduğunu gördü. Efendimiz ehliyete çok önem verirdi ve
Abdullah b. Uraykıt’ın bu konuda ehil olduğunu gördü. (Emaneti ehline teslim etmek hem sünnet
hem farzdır.)
Abdullah b. Uraykıt yolu biliyordu ve Efendimizi satmadı. Efendimiz onunla iki deve için
anlaşmıştı oysa müşrikler Efendimizin başına 100 deve koymuştu ama Abdullah b. Uraykıt ona ihanet
etmedi.
Amr b. Füheyre de yolculukta onlarla birlikteydi. Abdullah b. Uraykıt’ın rehberliğinde Yesrib’e
doğru gittiler. Yolda meşhur savaşçı Sürâka b. Malik ile karşılaştılar. Sürâka, küçük bir kafilenin bir
yere doğru gittikleri haberini almış ama ödülü kimseyle paylaşmamak için haberi verenlere onlar
5
değildir diyerek kendi başına Efendimizi öldürmeye yola düşmüştü. Efendimize yavaş yavaş
yaklaşmaya başlayınca atının ayakları sürttüğü için düştü. Atına bindi ama biraz sonra bir daha düştü.
Efendimize biraz daha yaklaşınca atının ayakları toprağa gömüldü ve ne yapsa çıkaramadı. O anda
kafilenin korunduğunu anladı. Bineğinden inip Allah Resulü’ne doğru yürüdü. Efendimizle
konuştuktan sonra orada iman etti. Ayrılmadan evvel Efendimizden ileride karşılaştıklarında bugünün
anısına işaret olması için bir emannâme yazmasını istedi. Allah Resulü (s.a.v.) Amr b. Füheyre’ye bir
şeyin üzerine “Muhammed Resulullah” yazdırıp ona verdi. Sürâka tam gideceği sırada Efendimiz
seslenip ona ileride Kisra’nın hazinesine sahip olacağına dair bir şeyler söyledi ama bubekir anlamadı.
Aradan yıllar geçtikten sonra Hz. Ömer döneminde Kadisiye’nin fethinden sonra Kisra’nın
hazineleri develer üzerinde taşındı. Hz. Ömer, Sürâka’nın getirilmesini istedi. Sürâka gelince hazineleri
avuçlayıp onun ellerine bıraktı. İkisi de yaşlı gözlerle Allah Resulü’ne dönüp “Sadakte Yâ Resulallah”,
her sözünde sadıksın, söylediğin doğrulandı.” dediler.
Yol güzergâhında Efendimiz (s.a.v.) Ümmü Mabed annemizin çadırına uğradı. Selam verdi ve
“Yok mu bize ikram edeceğin bir şeyin?” diye sordu. Ümmü Mabed utandı çünkü hiçbir şeyi yoktu.
Kıtlık yıllarıydı. Efendimiz (s.a.v.) o sırada cılız bir koyun gördü ve müsaade isteyerek koyunu sağdı.
Bismillah deyip sağınca Ümmü Mabed şaşırdı çünkü koyunu hem cılız hem hastaydı. Allah Resulü
sağdığını içip Hz. Ebubekir’e ve diğerlerine de ikram ettikten sonra tası dolu bir biçimde Ümmü
Mabed’e verdi. Ümmü Mabed onlara kim olduklarını sorunca Efendimiz kendisini tanıttı. Ümmü
Mabed orada bir şey dememiş ama sonra iman etmiştir.
Hilye-i Şeriflerde geçen üç rivayet bizim için çok önem arz etmektedir:
1. En meşhurları olan Hz. Ali’nin rivayeti.
2. Hz. Hasan’ın rivayeti. Hz. Hasan Hz. Hatice’nin oğlu Hint b. Ebu Hâle’ye dayı diye hitap
ederek ondan dedesini anlatmasını istemiştir. Hint (r.a.) hep Hz. Ali’nin arkasında dolaşmaktaydı.
Sebebini sorduklarında ise Hz. Ali’den peygamberin kokusunun geldiğini söylemiştir. (Tirmizi’nin
şemailinde geçer.)
3. Ümmü Mabed’in rivayeti. Efendimizin her halini ve ahlakını detaylarıyla anlatmıştır.
Efendimiz (s.a.v.) oradan ayrıldıktan sonra Ğamim denilen bölgede akşam vakitlerinde bir
köye uğradı. O köy Büreyde el-Eslemi’nin köyü idi. (Büreyde el-Eslemi cihat aşkıyla yollara düşmüş ve
yıllarca Allah Resulü’ne hizmet etmiş ve Allah Resulü’nün ilk bayraktarı olmuştur.) Bu köyde en az 80
kişi bir anda Müslüman oldu ve Efendimizin arkasında akşam namazı kıldılar.
Efendimiz (s.a.v.) Yesrib’e iman tohumları ekerek gitmiştir. Büreyde el-Eslemi de onlara
katılmıştı. Kûba’ya yaklaşınca Efendimiz’e bir bayrak lazım diyerek sarığını çıkardı, bir asaya bağladı ve
Efendimizin arkasında ilk sancaktar olarak yerini aldı.
Yesrib’de günlerdir bu kutlu kafilenin yollarını bekleyenler vardı. Her gün sabah çıkıp akşama
kadar Efendimizin yolunu gözlemişlerdir.
“El-intizar eşeddü minen-nâr”
(Beklemek ateşten şiddetlidir!)
Not: Bedir Ashabı’nın 313 yiğidinin isimlerini okuyalım, üzerinde tefekkür edelim.
***
6
1. HZ. ALİ’NİN HİLYE-İ ŞERİF RİVAYETİ:
Hz. Ali (ra) Peygamber Efendimiz(sav)’i şöyle anlatıyor: “Rasûlullah (sav), ne son derece uzun
ne de kısaydı; o, orta boyluydu. Saçları ne kıvırcık, ne de dümdüzdü; hafif dalgalı idi. Şişman olmadığı
gibi, yüzü de yusyuvarlak değildi. Yüzünün rengi kırmızıya çalan beyazdı. Gözleri kara, kirpikleri
uzundu. Kemiklerinin eklem yerleri iri ve omuzlarının arası genişti. Avuçları ve ayakları dolgundu.
Yürüdüğünde yokuştan iner gibi sert adımlar atardı. Bir tarafa döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi.
İki omzu arasında Peygamberlik mührü vardı; zira O, peygamberlerin sonuncusuydu. İnsanların en
cömerdi, gönlü en geniş olanı, en güzel ve düzgün konuşanıydı. Gayet yumuşak tabiatlı ve insani
ilişkilerde arkadaş canlısı idi. Ansızın O’nu gören kimse heybetinden ilk anda çekinir; fakat tanıdıkça
O’nu çok severdi. Ondan bahseden bir kimse, ‘Ne O’ndan önce, ne de O’ndan sonra asla bir benzerini
görmedim.’ demekten kendini alamazdı.”
Tirmizî, Menâkıb 8.
Kaynak: http://www.fikiratlasi.com/2014/04/16/hilye-i-serif-hz-ali-ra-rasulullahi-sas-anlatiyor/
2. HZ. HASAN’IN HİLYE-İ ŞERİF RİVAYETİ:
Hz. Hasan naklediyor: Peygamber Efendimiz ‘in Hilye'sini çok iyi bilen dayım Hind b. Ebî
Hâle'ye Hz. Peygamber'in üstün vasıflarını sordum ve olduğu gibi belleyip hâfızama nakşetmek için,
bana O'ndan bahsetmesini ricâ ettim. Bu isteğim üzerine dayım Hind b. Ebî Hâle şöyle buyurdular:
"Resûlullah Efendimiz, yaradılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübarek yüzü, dolunay halindeki
ayın parlaklığı gibi nûr saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan kısa olup, başı büyükçe idi. Saçları
kıvırcık ile düz arası idi; şayet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa onları başının iki yanına salar, değilse
ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde saçları kulak yumuşaklarını geçerdi. Peygamber Efendimiz ‘in rengi,
ezher'ul-levn idi, yâni nûranî beyazdı. Alnı açıktı. Kaşları hilâl gibi, gür ve birbirine yakındı; çatık kaşlı
değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki, öfkeli hallerinde kabarır, normal zamanlarda ise
gözükmezdi. Burunlarının üst tarafı biraz yüksekçe olup, üstü ince idi. Mübarek burnunun üstünde -
onu yüksek gösteren- bir nûr vardı ki, dikkatlice bakmayan kimseler, Peygamberimiz'i kartal burunlu
zannederlerdi. Sakal-ı şerifleri sık ve gür; yanakları ise yumru olmayıp düz idi. Saadetli ağızları geniş,
ön düşlerinin arası seyrekti. Göğüs çukuru ile göbeği arasında ince bir şerit gibi uzanan
kıllar (mesrübe) vardı. Gerdanı, saf mermerden tıraş edilen heykellerin boynu gibi gümüş
berraklığında idi. Vücudunun bütün âzaları birbiri ile uyumlu olup, yakışıklı bir yapıya sahipti: Ne
şişman, ne de çok zayıftı; karnı ile göğsü aynı hizada idi. Göğsü ile iki omzunun arası genişçe, kemik
mafsalları kalınca, vücudunun açık yerleri gayet nurlu idi. Göğüs çukuru ile göbeğinin arasını
birleştiren kıllar, ince uzun bir şerit gibi uzanırdı. Bu uzanan kıllar (mesrübe) dışında memelerinde ve
karnında kıl yok idi; kolları omuzları ve göğüslerinin üst tarafları ise son derece kıllı idi. Bilekleri uzun,
el ayaları geniş, el ve ayakları kalın, parmakları ise uzunca idi ( Râvî burada tereddüt ederek:
Peygamberimizin vasıflarını anlatan Hİnd b. Hâle belki de: "parmakları kalınca idi" şeklinde
söylemişti, der). Ayaklarının altı çukur (kemerli) idi; düztaban değildi. Ayaklarının üstü ise pürüzsüzdü;
öyle ki, üzerine su dökülse yağ gibi akar giderdi. Yürürken, ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine
hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını, ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını
uzun ve seri atmakla beraber, sükûnet ve vakar üzere yürürlerdi. Yürürken, sanki meyilli ve engebeli
bir yerden iniyor görünümünü arz ederdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında, bütün vücutları ile birlikte
7
dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla
göz ucu ile bakarlardı. Ashabı ile birlikte yürürken, onları öne geçirir kendileri arkada yürürlerdi. Yolda
karşılaştığı kimselere, onlardan önce hemen selâm verirdi".
Kaynak: http://www.sonpeygamber.info/hilye-nedir
3. ÜMMÜ MA’BED’İN HİLYE-İ ŞERİF RİVAYETİ:
“Aydınlık yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı
birbirinden iyice ayrılmıştı. Gözü, kudretten sürmeli idi. Kaşlarının ucu ince, saçları koyu siyahtı.
Boynunda uzunluk ve yükseklik, sakalında sıklık vardı. Sustuğu zaman kendisinde vakar ve ağırbaşlılık,
konuştuğu zaman da güler yüzlülük ve tatlı sözlülük vardı. Sözleri, sanki dizilmiş birer inci gibi,
ağzından tatlı tatlı akmakta idi. Sözü açık ve hak ile batıl arasını ayırıcı olup, ne acizlik sayılacak
derecede az, ne de boş ve gereksiz sayılacak derecede çoktu. Uzaktan bakıldığında insanların en
heybetlisi idi. Yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Orta boylu idi; bakan kimse ne
kısa ne de uzun olduğunu hissederdi. Arkadaşlarının arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı.
Sanki o bir fidan idi ki; iki fidan arasında bitmiş, parlaklığı ve yeşilliği onlara üstün gelmişti.
Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep onu dinlerler; bir emir verdiği zaman da hemen buyruğunu
yerine getirmeye acele ederlerdi. Kendisi ekşi ve asık suratlı değil, güleçti. Kimseyi kınamaz ve
azarlamazdı.”
Kaynak: https://www.siyerinebi.com/tr/melike-demir/hicret-yolunda-bir-durak-ummu-mabedin-
cadiri
(SALLALLÂHU ALEYHİ VE SELLEM)