HERKES İÇİN SİYER - 15. BÖLÜM (YESRİB MEDİNE OLUYOR, MESCİD TOPLUMUN KALBİ KILINIYOR...)


 HERKES İÇİN SİYER - 15. BÖLÜM


(YESRİB MEDİNE OLUYOR, MESCİD TOPLUMUN KALBİ KILINIYOR...)


Bismillahirrahmanirrahim.


 YESRİB NASIL MEDİNE OLDU?

Efendimiz(s.a.v.)’in hayatını üç döneme ayırıyoruz: Nübüvvet öncesi, nübüvvetin Mekke

dönemi ve nübüvvetin Medine dönemi. Nübüvvet öncesi dönem konu konu bilebileceğimiz bir

malumata sahip. Mekke dönemini ay ay olarak bilebiliyoruz. Medine dönemini ise gün gün olarak

biliyoruz. 10 yıl 360 günden olsa 3600 gün eder. 3600 günlük bir birikimle karşı karşıyayız.

Allah Resulü’nün Medine’deki hayatı sadece savaşlarla geçmemiştir. Seriyyeler ile gazveleri

toplasak 600 gün eder; geriye kalan 3000 günde Efendimiz (s.a.v.) bir toplum ve medeniyet inşa

etmiştir. Bu konuda bize önemli adımlar vermektedir.

Bu yüzden değişen sadece şehrin ismi olmadı. Allah Resulü (s.a.v.) sadece bir Medine kurup

gitmedi. Yani kendine bir şehir oluşturmadı. Kıyamete kadar gelecek olan tüm insanlara -sadece

müminlere değil- Yesriblerin yani şehirlerin nasıl Medineleşeceğinin de yolunu gösterdi. Bugün 21.

yüzyılda adı Medine olan şehir bile Medine değil çünkü insanlık Medine’nin ruhundan mahrum kalmış

durumda. Bir yeri ihya etmeyi yeşilden arındırıp büyük binalar yapmaktan ibaret zannediyoruz. Ama

Efendimiz (s.a.v.) böyle yapmadı ve Medine’de bir medeniyet oluşturdu. Bize de bu ruhun nasıl

olması gerektiğini öğretti.


* Bir şehrin Medine olabilmesi için üç esasa sahip olması gerekir:


1. Zemininde (kökte): Tevhid

2. Gövdesinde: Adalet Bu üçü varsa o şehir Medine’dir.

3. Dallarında: Meşveret


(Meşveret, yapılacak işler hususunda, ehil olan kişilere danışmak, onlardan görüş almaktır. Şûra ve

istişare kelimeleri de aynı anlamdadır.)

Yahudilerin hâkim, müşriklerin sayıca çok olduğu bir şehirde Efendimiz (s.a.v.) büyük bir

inkılap gerçekleştirmiştir. Ortaya koyduğu adalet anlayışı ile Yahudiyi bile bu anlayışa mahkûm

etmiştir.

Yesrib’in çağrışımı (karıştırmak, katıştırmak,zarar vermek gibi) farklı olduğu için Efendimiz

(s.a.v.) hoş, güzel şehir anlamında Taybe, Tâbe, Medine dedi. Bir yerde deyyan (kadı) varsa oraya -

yani hukuku olan yere- “Medine” denir. Bu Medine’nin en güzel anlamlarından birisidir.


* Allah Resulü (s.a.v.) Yesrib’i Medine kılarken yedi şey yaptı:


1. Mescidi getirdi, toplumun merkezine koydu.

2. Menzilini getirdi, mescidin yanı başına koydu.

3. Mektebini getirdi, mescidin arkasına koydu.

4. Muâhâtı getirdi, toplumun merkezine koydu.

5. Medine vesikasını getirdi, tarafların ortasına koydu.

6. Medine çarşısını getirdi, insanları bağımlılıktan kurtardı.

7. Medine askeriyesini getirdi, dışa karşı savundu.


Bu 7 meseleyi anladığımız zaman Yesrib’in nasıl Medineleştiğini ve bizler bugün Yesribleşen

coğrafyaları nasıl Medineleştirebileceğimizi anlamış oluruz.

Müslüman dünyanın neresinde olursa olsun asla mülteci olamaz. Mülteci sığınmacı demektir.

Dünyanın neresine gidersek gidelim bizler muhacir oluruz ama içini doldurmamız, hakkını vermemiz

ve bu konuda da bir mücadele vermemiz gerekir.


1. MESCİDİ GETİRDİ, TOPLUMUN MERKEZİNE KOYDU.

Mescid toplumun kalbidir ve merkezde olmalıdır. Buradan yola çıkarak İslam medeniyetinde

Basra, Kûfe, Fustat, İstanbul gibi şehirler kuruldu. İslam medeniyetin çocukları merkezi şehrin ortasına

koydular.

Bir site yapılırken cami kenarlarda, köşelerde kalıyorsa biz bu meseleyi anlamamışız demektir.

Camiler hayatın tam merkezinde olmalıdır.

Hz. Ömer, altı okçuyu şehir olarak kullanılacak arazinin altı ayrı noktasına konumlandırmış,

oklarını attırmış ve okların ortada buluştukları yer şehrin ortasıdır diyerek mescidi oraya yaptırmıştır.

Bu, İslam’ın şiârı olan mescide verilen önemle birlikte bunun, kalpte sadece manevi bir husus değil,

hakikat olduğunu da ortaya koymak demektir.

Efendimiz (s.a.v.) de Neccaroğulları mahallesinde mescidi konumlandırmıştı.


2. MENZİLİNİ GETİRDİ, MESCİDİN YANI BAŞINA KOYDU.

Efendimiz (s.a.v.) Hz. Hatice vefat ettiğinde 50 yaşında idi ve iki yıl dul kaldı. Havle bint Hakîm

isimli bir hanım sahabi, Efendimiz’in yeniden evlenmesi konusunda aracılık yaptı. Efendimiz’i kendi

yaşlarında ve beş çocuk sahibi olan Hz. Sevde ile bir araya getirmişti.

Allah Resulü (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde eşi olarak yanında Hz. Sevde vardı ve Hz. Aişe ile de

nişanlı idi. Dolayısıyla ilk mescid yapılırken kendisine ev olarak bir tane oda yaptırdı. Evlilikleri 

arttıkça mescidin kenarına odalar yapıldı. O odalar hem birer menzil hem de birer mekteptiler. Her 

annemizin yetiştirdiği talebeler vardı. Mesela İbn Abbas’ın ilk muallimelerinden birisi teyzesi 

Meymûne annemiz,Urve b. Zübeyr’in muallimesi Aişe annemiz idi.


3. MEKTEBİNİ GETİRDİ, MESCİDİN ARKASINA KOYDU.

Allah Resulü (s.a.v.) Suffa Mektebi’ni oluşturdu. Orası sadece fakir ve evsizlerin kaldığı yer

değildi. Eğitim, talim ve terbiye yuvasıydı ve aslında Dârü’l Erkam’ın devamı konumunda idi. Bir

müddet geçtikten sonra hanımlar da talepte bulununca Efendimiz (s.a.v.) Suffatü’n-nisâ diye

kadınlara ait olan bir suffa daha oluşturdu.


4. MUÂHÂTI GETİRDİ, TOPLUMUN MERKEZİNE KOYDU.

Muâhât, Hz. Peygamber’in Medine’de ensar ve muhacirlerden bazılarını birbirleriyle kardeş

ilân etmesi demektir. Kardeşlik bizim için varlık teminatımızdır. Kardeşlik varsa İslam toplumu vardır.


* Dört tane kardeşlik vardır:

1. Nesepte kardeşlik (soy)

2. Hilkatte kardeşlik (insan olarak)

3. Sütte kardeşlik

4. Dinde kardeşlik. Bu, hem dünyada hem ahirette olan kardeşliktir. Diğerlerinin üstündedir.

Bu olmazsa İslam toplumu da yoktur.

Biz bütün kardeşlerimizi mezhebi, mektebi, meşrebi ne olursa olsun sevmek zorundayız.

Hatalarını sevmek zorunda değiliz ama onları hatalarıyla sevmek zorundayız.

Allah Resulü (s.a.v.) kardeşliği Medine’de yeniden diriltti. Mescidi Nebevi bitirildiği zaman

ensar ve muhaciri topladı. İbn Sa’d orada 50 muhacir, 50 ensar olduğunu söylemiştir. Makrîzî isimli bir

âlime göre de 93 muhacir, 93 ensar vardı. Efendimiz (s.a.v.) yüksek bir yerden eşleştirmeler yaptı:


Ey Ebubekir! Senin kardeşin Hârice b. Zeyd,

Ey Ömer! Senin kardeşin İtbân b. Mâlik,

Ey Osman! Senin kardeşin Evs b. Sâbit,

Ey Talha! Senin kardeşin Ümey b. Kâ’b,

Ey Zübeyr! Senin kardeşin Kâ’b b. Mâlik,

Ey Ebu Ubeyde! Senin kardeşin Muhammed b. Mesleme,

Ey Hamza! Senin kardeşin Külsûm b. Hidm,

Ey Abdurrahman b. Avf! Senin kardeşin Sa’d b. Rebî,

Hz. Sa’d b. Ebi Vakkas! Senin kardeşin Sa’d b. Muâz dedi.

Oradaki herkesi eşleştirdi ama Hz. Ali kalmıştı. Ali (r.a.) boynunu bükerek Efendimiz’e geldi.

“Ya Resulullah! Niye bana kardeş kılmadın, kimseyi mi bana layık görmedin, beni mi kimseye layık

görmedin?” diye sual edince Allah Resulü (s.a.v.) “Ey Ali! Sen benim dünya ahiret kardeşimsin.” dedi.

Oradaki sahabeler gerçekten bir kardeşlik destanı yazdılar. Ensar çiftçilik yapan, ziraatla

uğraşan insanlardı. Kardeş kılınınca muhacirler ile neyleri var neyleri yoksa bölüşmeye çalıştılar.

Muhacirler de onlara yük olmama adına büyük gayret gösterdi. Beraberce çalıştılar.


5. MEDİNE VESİKASINI GETİRDİ, TARAFLARIN ORTASINA KOYDU.

Medine vesikası, dünyanın yazılı ilk anayasasıdır. 47 tane temel, 5 tane de ara madde olmak

üzere toplam 52 maddelik bir vesikadır. (Bkz. Siyer Atlası kitabı, s. 181.)

Efendimiz (s.a.v.) bu vesika sayesinde Müslümanlar ile diğerlerinin (Yahudiler ve Arap

müşrikleri) arasındaki hukuku,Evs ve Hazrec kabileleri arasındaki hukuku, üç Yahudi kabilesi

arasındaki hukuku düzenledi. Öyle bir adalet getirdi ki herkes imza atmak zorunda kaldı.

* Yahudiler Bu Vesikaya Neden İmza Attılar?

Efendimiz’in (s.a.v.) başarılarından birisi de düşmanlarını tanıması idi. Burada Yahudilerin

zafiyetlerini de biliyordu ve onları değerlendirdi. Mesela yüzyıllardır Benî Nadir’den birisi diğer 

Yahudi kabilelerinden birini öldürseydi yarım diyet öderlerdi ama onlar Benî Nadir’den birisini 

öldürselerdi tam diyet öderlerdi. Efendimiz (s.a.v.) diyetleri eşitledi. Onlar için sosyal anlamda adilane 

bir hüküm getirmiş, oradaki adaletsizliği kaldırmıştır.


6. MEDİNE ÇARŞISINI GETİRDİ, İNSANLARI BAĞIMLILIKTAN KURTARDI.

Yahudi kabileleri her şeyi kontrolleri altına almıştı: Benî Nadir tarım sektörünü, Benî Kaynuka

borsayı (altın ve faiz, tefecilik), Benî Kurayza ise deri işletmeciliğini yürütüyordu. Medine’nin en güzel

çarşıları da onların elindeydi. Çarşıdaki en iyi yerleri almışlar, kıyıda köşede kalan dükkânları da

Araplara yüksek kiradan veriyorlardı. Güç onların elinde olduğu için pazarın rayiç bedelini de onlar

belirliyordu. Ellerinde mal olarak ne varsa onlar piyasaya sürüyorlardı. Efendimiz (s.a.v.) bunun için

tüccar sahabilerin de yardımıyla kendi pazarlarını kurdu.

(Sünnet sadece karşı çıkmaz, karşı çıktığı şeyin karşısına da alternatifini koyar.)

Bu pazar için koca bir çadır kurdular ve büyük bir gayret göstererek çalıştılar. Muhacirler

ticareti, ensar ziraatı çok iyi biliyordu. Biri üretiyor, öteki pazarlıyordu. Hal çok iyiye gidince Yahudiler

endişelendiler. Çete liderlerinden olan Ka’b b. Eşref yanına adamlarını alarak çadırı bastı ve ateşe

verip orayı yaktı. Olay Efendimize haber verilince Allah Resulü (s.a.v.) tebessüm ederek “Yaptığımız iş

Yahudileri kızdırdıysa demek ki biz doğru işi yapıyoruz” dedi. Bunun üzerine Bakîr Zübeyr diye 

bilinen eski çarşının (suku’l-kadîm) arazisini satın aldı ve orayı Müslümanlar için kalıcı

bir pazar haline getirdi.Pazara kurallar koydu, güç belli isimlerinin elinde olmasın

 diye de “Kim erken gelirse pazar yeri onundur.” dedi. 

Pazar yerinden de vergi alınmadı. O pazara giden yolları bile düzenledi. Pazara giden

anayolları iki tane yüklü deve yan yana geçerken birbirlerini engellemeyecek ölçüde yaptırdı.

Nüfus sayımı yaptırdı.

Medine’nin sınırlarını belirledi.

Medine’yi harem ilan ederek ona dokunulmazlık getirdi.

Pazarı da kurduktan sonra ticaret alanında adımlar attı ve birkaç yıl sonra Yahudilerin ticari

üstünlükleri Müslümanların eline geçmiş oldu.

Mescid-i Nebevi’nin ilk günlerinde Efendimiz (s.a.v.) bir konuşma yaptı ve kimin cennet

karşılığında Rûme kuyusunu satın alacağını sordu çünkü içme suyu olarak kullanılan bütün kuyular

Yahudilerin elinde idi. Müslümanlar para ile su alıyorlardı. Allah Resulü (s.a.v.) Müslümanların hiçbir

yerde bir başkasına bağımlı olmalarına tahammül edemedi.

Bunun üzerine Hz. Osman, Efendimizin sorusuna cevaben orada ‘ben’ demeye utandı ve

usulca kalktı. Kuyunun sahibi olan Rûme el Gıfârî isimli Yahudinin yanına gitti ve ona kuyuyu satın

almak istediğini söyledi. Rûme bedelinin 50 bin dinar olduğunu söyledi. (Hz. Osman, adam 100 bin de

istese verirdi ama burada bize yapılan bir işin hayır hasenat adına dahi olsa israf edilemeyeceğini

öğretti çünkü o para ümmetin parasıdır.) Bunun üzerine Osman (r.a.) pazarlık etti ve Rûme el Gıfârî’ye

bir teklifte bulundu; kuyunun hepsini satmak yerine işletim hakkını satmasını ve bir gün

Müslümanların diğer gün kendisinin kullanımında olmasını önerdi. Rûme el Gıfârî bunu kabul etti ve

teklifini yarıya indirdi (25 bin dinar). Hz. Osman onunla pazarlık yapa yapa kuyuyu en son 12 bin

dinara aldı. Sonra mescide döndü ve Müslümanlara kuyuyu satın aldığını haber verdi. Onlara su

ihtiyaçlarını kuyunun işletim hakkının kendilerinde olduğu günlerde karşılamalarını, diğer günlerde

gidip parayla su almamalarını söyledi. (O anda Müslümanların Hz. Osman’ın sözüne hemen icabet

etmeleri toplumdaki birliğin ve ümmet olma şuurunun bir işaretidir.)

Hz. Osman kuyuyu kendisi satın almış olmasına rağmen kendisi de bidonlarını alır gelir,

sıradan bir insan gibi sıraya girer ve sularını doldurup öyle giderdi.

Bir müddet sonra Yahudi suyunu satamayınca zarar etmemek için diğer işletim günlerini de

satmaya karar verdi. Hz. Osman’a aynı fiyatı söyledi ama Osman (r.a.) bunu kabul etmeyerek 8 bin

dinara verirse alacağını söyledi. Neticede kuyuyu 8 bin dinara almış oldu. Efendimiz (s.a.v.) bunu

duyunca ümmetin parası Yahudiye çok gitmediği için memnun oldu.

Allah Resulü (s.a.v) mescid ile Müslümanların kalplerini, menzille bedenlerini, mekteple

akıllarını, çarşı ile midelerini inşa etti. Her taraftan helal ve Müslümanlara yakışan ve Müslümanın

Müslümanca tavrını ortaya koyabileceği bir ortam oluşturdu. Efendimiz (s.a.v.) bunu yapabilmek için

önce yolu gösterdi, sonra hedefi koydu. (Yol gösterilmeden hedef koyulmaz!)


7. MEDİNE ASKERİYESİNİ GETİRDİ, DIŞA KARŞI SAVUNDU.

Allah Resulü (s.a.v.) bütün bunları yaptıktan sonra askeri anlamda güç oluşturmak için

istihbaratı kurdu. Bu istihbaratın başına Talha bn Ubeydullah ile Saîd b. Zeyd’i koydu. Kuş uçsa

Efendimize haber getirildi.

Efendimiz (s.a.v.) bir peygamber olarak bir şey olsa Cebrail (a.s.) bana getirir dememiş –bazen

Cebrail ile bilgilendirildiği de oldu- bir beşer olarak “Esbaba tevessül (sebeplere sarılmak), Allah’a

tevekkül” şuuru ile yapması gerekenleri yapmış, sonra tevekkül etmiştir.


Efendimiz (s.a.v.) bu adımlarla Medine’yi Medine İslam Devleti kıldı ve orada bir İslam

toplumu oluşturdu. Koca bir medeniyetin temelini attı.

İlk nüfus sayımında Müslümanların sayısı 1500 (1000 ensar, 500 muhacir) idi. Medine’nin

toplam nüfusu ise 10 bin idi, yani müşrik Araplar ve Yahudiler çoğunluğu oluşturmaktaydı. Efendimiz

(s.a.v.) böyle bir ortamda söz sahibi olmuştur. Bedir’e kadar hâkim değil hakemdir. Adil bir biçimde

hakem olduğu için Yahudiyi de Arabı da, Evs’i de Hazrec’i de, muhaciri de ensarı da ikna etmiştir.

Bedir’den sonra hâkim olduğunda da adaleti gözetmiş ve yine hakem olmuştur. Gücü ve iktidarı

arttıkça tevazusu da arttı. Asla bir intikam hissine girmedi çünkü nübüvvet bunu kaldıramazdı.

Allah Resulü (s.a.v.) istihbarattan gelen bilgiler ile çıkardığı birçok seriyyeler oldu. Bedir’e

kadar birçok seriyye gerçekleştirildi.

Seriyye, Hz. Peygamber’in bizzat katılmayıp görevlendirdiği kumandanlarla sevk ve idare ettiği

seferlerdir. 55 tane seriyye olmuştur.

Gazve, Hz. Peygamber’in komutanlığı ile bizzat sevk ve idare ettiği savaşlardır. Yaklaşık 28

tane gazve olmuştur.

Bedir’e kadar olan süreçte gönderdiği seriyyelerde özellikle muhacirleri ve komutanları olarak

da en yakınlarından olan insanları seçti. Bedeli kendi ailesine ödetmiştir. Ensara Medine’de kalma ve

orayı savunda adına bir anlaşma yapılmıştı.

İlk seferlerde çok önemli savaş stratejileri koymuştur.

Efendimiz (s.a.v.), - hicretin birinci yılını da sayarsak- 14 yıl boyunca sahabenin heyecanını hiç

zayi etmedi. Savaşa izin veren ayetler geldiğinde (Hac 22/39-40) onları ayağa kaldırdı. (Düşmana boşu

boşuna efelenme gibi bir durum söz konusu olmamıştı.) Sahabe de öyle bir coşkuyla kalktı ki, 10

yaşındaki kılıç taşımayacak halde olan çocuklar bile Allah Resulü’ne savaşmak için yalvardılar.


Efendimiz (s.a.v.) 14 yıl boyunca sahabeye “Sabredin!” dedi. Sabrın bize sünnette öğrettiği

karşılığı da direnmektir.

Heyecanı bitenin her şeyi bitmiştir. Biz bugün heyecanlarımız boşu boşuna tüketildiği için en

lazım olan yerde, küfürle, nifakla, cehaletle olan savaşımızda onu kullanamıyoruz. Bize heyecan lazım,

o heyecanı yerli yerinde kullanma adına da peygamberi bir dirayet lazım!


 MESCİD-İ NEBEVİ BİTTİKTEN SONRA İLK EZAN VE İLK NAMAZ


Efendimiz (s.a.v.) mescit tamamlanınca bunun şükrünü namazla ödedi çünkü her nimetin

şükrü kendi cinsindendir.

Önce iki rekât sabah, iki rekât akşam namazı vardı. Sonra gece namazı geldi. Miraç ile 5 vakit

namaz geldi ama farzlar yine iki rekât idi. Allah Resulü (s.a.v.) Medine’ye gelince iki rekatlık farz

namazlarından öğle, ikindi ve yatsıya şükür nişanesi olarak ikişer rekat daha ekledi. Allah da bunu

tasdik etti, kabul etti. Sonra Efendimiz’in farzların önüne ve arkasına koyduğu sünnetler oldu.

Allah Resulü (s.a.v.) insanları namaza nasıl çağıracakları konusunda sahabe ile istişare etti

(meşveret). Ateş yakalım, boru çalalım, çan çalalım, biri çıksın bağırsın, bayrak sallayalım gibi fikirler

beyan edildi. Efendimiz bunların uygun olmayacağını söyleyerek kabul etmedi. Sonra sahabenin

dağılmasına müsaade etti. Oradan ayrılanlardan iki isim bunu kendilerine dert edindiler. Biri yemek

bile yiyemedi ve o dertle yattı. Dertle yatan, derdin dermanıyla kalkar. Allah da ona rüya göstererek

dermanı verdi. O şahıs Abdullah b. Zeyd idi. Tarihe “Sahibü’l Ezan” diye geçti.

Sabahleyin Hz. Peygamber’e giderek rüyasında; yeşil elbiseli bir adamın elindeki çanı görünce

onunla ne yapacağını sorduğunu, insanları namaza çağırmak için kullanacağını söylediğinde de “Hayır,

onu bana ver. Ben sana namaz vakitlerinin ilanı için daha güzel bir şey öğreteyim.” deyip ona kelime

kelime ezanı öğretmesini anlattı. Hz. Peygamber, “Bu sâdık bir rüyadır” dedikten sonra ezanın

sözlerini Bilâl’e de öğretmesini emretti. (Çünkü Hz. Bilal yıllarca işkenceler altında kalmasına rağmen

hep “Ahad! Ahad!” diyerek Allah’ın bir ve yegâne olduğunu dilinden düşürmemişti. Bedir’in parolası

da “Ahad”idi.) “Taşların altında inlediğin yeter! Haydi, şimdi mescidin üstünden seslen!”

Hz. Bilal ezanı okur okumaz Hz. Ömer gelip aynı rüyayı gördüğünü söylemiştir.

* Hz. Bilal’in 5 tane özel ezanı vardır:

1. İlk ezan - Buradaki ezanıdır.

2. Fetih ezanı - Mekke fethedildiğinde Kâbe’nin üzerine çıkıp okudu.

3. Veda ezanı - Allah Resulü vefat ettiğinde okudu ama bitiremedi ezanı. Medine’de

duramadı. O yoksa ben de yokum diyerek Şam’a gitti.

4. Şam Ezanı - Yıllar sonra Hz. Ömer Şam’a gittiğinde özlediğini söyleyerek ondan ezan

okumasını istedi. Hz. Bilal gözyaşları içerisinde bir ezan okudu. O gün, Allah Resulü ile beraber

yaşamış olanlar “Bilal’in sesini duyunca sanki Resulullah içimizdeymiş gibi geldi.” demişlerdir.

5. Medine Ezanı - Yıllar sonra Hz. Bilal rüyasında Efendimiz’i (s.a.v.) gördü. Efendimiz

ona “Beni ziyarete gelmeyecek misin Bilal?” demişti. Gördüğü rüya üzerine kalkıp Şam’dan

Medine’ye gitti. İnsanlar etrafına toplandılar. Hz. Peygamber’in torunları da oradaydı. Ondan

ezan okumasını istediler. Israrlar çoğalınca orada yine gözyaşları içerisinde son ezanını okudu.


O ezanı okuduğunda insanlar evlerinden dışarı çıkıp birbirlerine Bilal’in ezan okuduğunu

haber verdiler. Medine farklı bir iklime girmişti.

Ezan böyle teşri oldu. Sabah ezanında söylenen “Essalatü hayrün minen nevm” sözü Hz.

Bilal’e aittir.

Bir gün Allah Resulü (s.a.v.) derin bir uykuya dalmıştı, Bilal-i Habeşi mescide giderken

Rasulüllah’ın evden çıkmadığını görünce hücresine yaklaşarak: “Essalatü hayrün minen nevm” yani

“namaz uykudan hayırlıdır” sözüyle uyandırınca Allah Resulü: “Bu ne güzel kelam Ya Bilal! Bu sözü

sabah vakti girdiğinde ezana ilave et” dedi ve o cümle sabah ezanlarına bu şekilde girmiş oldu.


 KIBLENİN DEĞİŞMESİ

Hicretten 17 ay geçmiş idi. Müslümanlar Mescid-i Aksa’ya doğru yönelerek namaz kılıyorlardı.

Efendimiz (s.a.v.) vefat eden Berâ b. Ma’rur’un evinde idi. Berâ b. Ma’rur Medine’de olmasına

rağmen Kâbe aşığı birisi idi. Efendimiz orada bir öğle vaktinde -bazı rivayetlere göre ikindi- 31 kişilik

cemaat ile namaza durdu. İlk iki rekâtı Mescid-i Aksa’ya doğru kıldıktan sonra üçüncü rekâtta kıblenin

değiştiğine dair ayet (Bakara 2/144) gelince Efendimiz (s.a.v.) namazın içerisinde adım adım yönünü

tam aksi istikamete döndü. Cemaat de onunla birlikte döndü. Yani sonraki iki rekât Mescid-i Haram’a

yönelerek kılınmış oldu. Sonra Efendimiz (s.a.v.) namaz bitince ayeti sahabeye okuyup müjdeyi verdi.

İnsanlar Selimeoğulları mahallesinden -Kıbleteyn Mescidi (İki Kıbleli Mescid) diye bilinen

yerden- bu haberi Mescid-i Nebevi’ye ulaştırdılar. Yolda kim haberi getirdiyse herkes kıbleyi anında

değiştirdi.

 RESİMLERDEN BİRKAÇ NOT:

Mescid-i Nebevi ilk inşaatı sıralarında 1022 metre kare idi. Kıble o zaman Mescid-i Aksa’ya

yönelikti.

Mescit 7. yılda genişletilmiş ve neredeyse alan iki katına çıkarılmıştır. Odaların sayısı artmıştır.

Mescid’i Nebevi’de şu an bulunan yeşil halıların olduğu alan Efendimiz’in (s.a.v.) "Evimle

minberimin arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir.” dediği yerdir.

Efendimiz (s.a.v.) yerde yatmaktan hoşlanmaz idi. Medineliler de hep yerde yatarlardı. Ebu

Eyyûb el-Ensâri’nin evine geldiğinde “Keşke bir sedir olsa.” demişti ve Es’ad b. Zürâre hemen kendi

sedirini getirdi. Allah Resulü (s.a.v.) yıllarca bu sedirinde üzerinde yattı ve o sedirin üzerinde de vefat

etti. Hz. Ebubekir de onun üzerinde vefat etti. Sonra Medineliler o sediri alıp Allah Resulü onda vefat

ettiği için yıllarca musalla taşı yerine kullandılar.

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 14. BÖLÜM (YESRİB NURLANIYOR!...)


 HERKES İÇİN SİYER - 14. BÖLÜM (YESRİB NURLANIYOR!...)


Bismillahirrahmanirrahim.


 KUBA KÖYÜ

Yolculuk 3 gün Sevr’de, 8 gün yolda olmak üzere toplam 11 gün sürdü. Efendimiz (s.a.v.) 11.

günde Yesrib’ ulaştı. İnsanlar Mekke’den Medine’ye kaç günde ulaşılabileceğini bildikleri için 8.

Günden itibaren sabırsızlıkla bir bekleyiş içerisine girdiler çünkü Allah REsulü (s.a.v.) geciktikçe başına

bir şey gelmiş olabilir diye endişelendiler. Efendimiz 11. Günde bir öğle vaktinde (herkesin yavaş

yavaş çekileceği bir vakitte –kaylule vakti-) gelmişti.

 Yesribliler Efendimiz’in Kafilesinin Yola Çıktığını Nereden Biliyorlardı Da Beklemeye

Koyulmuşlardı?

Efendimiz (s.a.v.), hicretine yakın süreçte Yesrib’e gitmek üzere olanlara kendilerinin de yola

çıkacaklarını söylemişti. Ama 3 gün Sevr’de kaldıkları için Yesrib’e ulaşmaları gecikti. Yesribliler bu

yüzden telaş etmeye başlamışlardı. Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebubekir’in evinden çıkıp kendi evine doğru

giderken bile bazı sahabiler ile vedalaşmıştı. Süheyb-i Rûmî bunlardan biriydi. Kaynaklarda verilen

bilgilere göre aslında o da Efendimiz (s.a.v.) ile gidecekti ama engellendiği için onlara eşlik edemedi.

 Yesrib’e Ulaştıklarında Neler Oldu?

Enes b. Malik (r.a.) bir rivayetinde “Medine böyle bir gün görmedi.” demiştir. O zamanlar 10

yaşında idi. Efendimiz’in (s.a.v.) gelişini yer yerinden oynadı şeklinde tarif etmiştir.

Berâ b. Ma’rûr Medine’nin nurlandığını aktarmıştır. Yesrib, Medine ismini adlıktan sonra

“Medinetü’l Münevvere” diye tarihi geçmiştir.

Allah Resulü’nün (s.a.v.) gelişi ilk olarak bir Yahudinin bağırışı ile duyuldu: “Ey Kayle oğulları!

(Evs ve Hazrec kabilelerinin ataları) Bekledikleriniz geliyor!” diye seslenince evlerine çekilenler bir

anda toplandılar ve kafilenin önüne doğru koştular. Orada gençler “taleal bedru aleyna” ilahisini

söylemeye başladılar. (Bazı siyer kaynaklarında bu ilahinin o anda mı yoksa Efendimiz’in (s.a.v.) Tebük

dönüşünde mi söylendiğine dair farklı rivayetler vardır. Bazı delillere göre ise iki yerde de

söylenmiştir.)

Gelen kafile beş kişiden oluşmaktaydı. İnsanlar Efendimizi bilmedikleri için hangisinin Hz.

Peygamber olduğunu bilemediler ve “Hanginiz Muhammed?” diye sordular. (Efendimiz’in (s.a.v.)

üzerinde diğerlerinden ayırıcı bir unsuru, özel bir kıyafeti ya da postu yoktu, bu yüzden de

diğerlerinden farklı görünmüyordu.) İnsanlar bunu sorunca Hz. Ebubekir onu parmağıyla göstermeye

bile hayâ etti. O anda güneş biraz bastırınca ridâsını çıkarıp güneşten korumak için Efendimizi

gölgelemeye başladı. İnsanlar bu sayede Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kim olduğunu anladılar.

(Hz. Ebubekir buradaki nezaketi gözden kaçırmamak gerek. Sahabenin birçoğu doya doya

Efendimiz’e bakmamışlardır çünkü gözlerini onun üzerinde yoğunlaştırmayı bile edebe aykırı

görmüşlerdir. Çoğunlukla Allah Resulü (s.a.v.) onlara bakmadığı zamanlarda bakmışlardır. Enes b

Malik’in bu konudaki rivayeti şöyledir: “Efendimiz (s.a.v.) normal şartlarda biraz hızlı yürürdü. Ama

Hücre-i Saadet’ten çıkıp mihraba gelinceye kadar çok yavaş yürürdü. Çünkü bizim ona baktığımızı

bilirdi ve gözlerimizi kendisi ile nimetlendirirdi.” demiştir.)


2

Allah Resulü (s.a.v.) böyle büyük bir sevinçle karşılandı. Kuba, Medine’nin dışında, 3-4 km

uzaklıkta bir köy idi. Köyün en ileri geleni yaşı yüze merdiven dayamış Külsûm b. Hidm idi. Efendimiz

(s.a.v.) onun evine gitti. Külsûm b. Hidm, Efendimiz ile buluşmasından sonra 1 yıl daha yaşamıştır.

Efendimizi evine misafir etti ve onunla çok ilgilendi. Hz. Ebubekir’e (r.a.) de Necih isimli bir

hizmetlisini verdi. Efendimiz o şahsın adını öğrenince “İşin iyi Ebubekir.” dedi çünkü Necih, kurtulan

demektir. Efendimiz (s.a.v.) şahıs ya da kabile isimleri üzerinden hep tefe’ül yapardı.

(Tefe’ül: Herhangi bir şeyden uğur çıkarmak, hayra yormak, iyiliğe işaretler bulmak demektir. Zıttı

teşe’üm’dür: Kötüye yorma, uğursuz sayma demektir. Bu anlayış dinimizde men edilmiştir.)

Külsûm b. Hidm, Efendimiz’e (s.a.v.) elinden geldiğince hizmet göstermiş ve Efendimiz de

orada kaldığı müddetçe onu hayırla yad etmiştir. Efendimiz (s.a.v.) orada 4 gün 4 gece kaldı. (İmam

Buhari’nin rivayetine göre Efendimiz Kuba’da 14 gün kaldı. Ancak başka kaynaklarda verilenleri de

topladığımızda Efendimiz Kuba’ya vardığında günlerden Pazartesi, tarif 8 Rebiülevvel idi. Efendimiz 12

Rebiülevvel Cuma sabahı oradan çıktı. Bu da bize gösterir ki; orada 4 gün 4 gece kaldığı yönündeki

rivayet daha kuvvetlidir.)

 Efendimiz (s.a.v.) Kuba’da Ne Yaptı?

Bir toplumun İslam toplumu olabilmesi için kalbinin olması gerekir; kalbi de mescittir. Eğer

mescit varsa biz o topluma İslam toplumu deriz. Bu mescidi sadece yapı olarak düşünmememiz

gerekir. Mescit dediğimiz İslam toplumum kalbi, damarları ile de evlere yol açar. Cami ile ev arasında

bir bağlantı kurar ve bize nefes olur. Ne yazık ki bizler yıllardır cami ile ev arasında, cami ile kendimiz

arasında istenilen bağı kuramadık.

Efendimiz (s.a.v.) oraya ilk geldiğinde yaptığı şey de bu idi. Orada küçücük bir arsada Sâlim

Mevlâ Ebû Huzeyfe namaz kıldırıyordu. Külsûm b. Hidm, Efendimiz’e bu arsasında bir mescit inşa

etmek istediğini söyledi. Efendimiz (s.a.v.) anında bunu kabul edip bir çubukla mescidin planını çizdi.

Dört duvarlı bir yer inşa edildi ve o mescit, takva üzere tesis edilen ilk mescit olarak Tevbe suresi ile

Kur’an’a girdi. Mescit olarak inşa edilen ilk yer bu mescittir.

* İslam tarihinde çok dâr (mesken, ev) vardır ama bunlardan beş tanesi çok önemlidir:

1. Dârü’l Erkam

2. Dârü’l Ebubekir - Hz. Ebubekir, evinde okuduğu Kur’an sesiyle niceleri etkilenip

iman etmiştir. Mekke müşrikleri bundan rahatsız olup Hz. Ebubekir’i susturmak istemişlerdir.


3. Dârü’l Es’ad (Es’ad b. Zürâre’nin evi)

4. Dârü’l Külsûm (Mescide dönmüştür)

5. Dârü’l Sa’d (Sa’d b. Hayseme’nin evi) – Asr-ı Saadet’in ilk öğrenci ve bekârlar

evidir. Efendimiz (s.a.v.) orayı “Kur’an Menzili” olarak adlandırmıştır. Efendimiz (s.a.v.), ileride bir

kapısı Kuba Mescidi’ne açılan olan bu evde gündüzleri bekâr sahabiler ile bir araya gelmiştir.

 KUBA MESCİDİ

Mescidin kıblesi Kudüs idi. Efendimiz (s.a.v.) mescidin temellerini çizdikten sonra ilk taşını

kendisi koydu. Sonra Hz. Ebubekir, ondan sonra Hz. Ömer koydu ve daha sonra da sahabe taşları

koymaya başladı. Allah Resulü (s.a.v.) bu mescidi hiç unutmadı çünkü onun mekânlara olan vefası,

insanlara olan vefası ile aynı idi. Yıllar sonra, Mescid-i Nebevi yapıldıktan sonra bile Pazartesi günleri,


3

bu günler gelemezse Cumartesi günleri, hatta bazen haftada iki gün buraya gelmiştir ve "Kim güzel

bir şekilde abdest alır, sonra Kuba Mescidine gelir ve orada namaz kılarsa onun için umre sevabı

vardır." (İbn Mace, İkame,198; Tirmizi, Salat, 242) diyerek bize de gitmeyi tavsiye etmiştir.

Yıllar sonra Hz. Ömer, hilafeti döneminde Kuba Mescidi’ne gitmiş, cemaatin olmadığını

görünce de insanları mescidi boş bırakmamaları konusunda uyarmıştır. “Vallahi kilometrelerce yol

bile olsaydı, Allah Resulü’nün bu mescide verdiği değeri bildiğim için bineklerle gelirdim.” demiştir.

 CUMA MESCİDİ VE YESRİB’DE İLK CUMA NAMAZI

Kuba Mescidi ile Cuma Mescidi birbirlerine çok yakındır. Aralarında 500 metre vardır.

Cuma Mescidi, Allah Resulü’nün (s.a.v.) Medine’de ilk Cuma namazını kıldırdığı ve hutbesini

irat ettiği yerdir.

Allah Resulü (s.a.v.), beşinci günün sabahı Kuba’dan ayrılacağı zaman Külsûm b. Hidm onu

bırakmak istemedi. Efendimiz (s.a.v.) de ona gitmesi gerektiğini ve Allah’ın devesi Kusva’ya bir rota

çizdiğini söyledi. İnsanlar aslında onun Neccaroğulları mahallesine gideceklerini biliyorlardı ama

mahallede nereye gideceği konusunda fikir sahibi değildiler. Herkes Efendimiz’i evine davet etmek

istedi ama Efendimiz devesinin nereye gideceğini bildiği söyleyerek onlardan yol istedi. (Efendimiz

sabah vakti yola çıkmıştı ama Cuma mescidine 4-5 saatte gelebildi çünkü insanlar onu sevgi gösterileri

ile alıkoydular.)

Hz. Peygamber Cuma vakti girince Sâlim b. Avf mahallesinde müsait olan bir bahçede ilk

Cuma namazını kıldırdı. Hutbesinde birçok şey söylemiştir ama üzerinde durduğu şey niyetin

selîmiyetidir. Orada insanlara, niyet selim olmazsa hiçbir şeyin olamayacağı mesajını vermiştir. İki

hutbe okumuştur.

 İLK HUTBE:

Bismillahirrahmanirrahim.

“Ey insanlar! Kendiniz için, ahiretiniz adına istikbalinize yatırım yapın. Yarın bu yaptıklarınızın

hepsinin hesabını vereceksiniz. Elbette bilirsiniz ki her biriniz ölecek ve davarını çobansız bırakacaktır!

Sonra Rabbi ona tercümansız, perdedarsız olarak: 'Sana Resûlüm gelip emirlerimi tebliğ etmedi mi?

Ben sana mal verdim, ihsanda bulundum. Sen kendin için [âhiret azığı olarak] ne gönderdin?’

buyuracak. O da sağına soluna bakacak, hiçbir şey göremeyecek! Sonra önüne bakacak. Önünde de

cehennemden başka bir şey göremeyecek! Öyle ise yarım hurma ile de olsa cehennemden kendisini

korumaya gücü yeten kimse hemen o hayrı işlesin! Onu bulamayan da güzel bir sözle kendisini

korumaya çalışsın. Çünkü bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir! Selam ve

Allah'ın rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!"

 İKİNCİ HUTBE:

Bismillahirrahmanirrahim.

"Allah'a hamd olsun! Allah'a hamd eder ve O'ndan yardım dilerim. Nefislerimizin şerlerinden

ve kötü amellerinden Allah'a sığınırız. Allah'ın doğru yola ilettiğini hiç kimse saptıramaz! Saptırdığını

da hiç kimse doğru yola iletemez! Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur! O birdir, O'nun

şerîki yoktur! Sözlerin en güzeli, Yüce Allah'ın Kitabı’dır. Allah kimin kalbini Kur'ân'la süsler ve onu

küfürden sonra İslâmiyet’e girdirir, o da Kur'ân'ı insanların sözlerine tercih ederse işte o kimse felah


4

bulmuş, kurtulmuştur. Doğrusu, Kitabullah sözlerin en güzeli, en belâgatlısıdır. Allah'ın sevdiğini

seviniz! Allah'ı candan gönülden seviniz! Allah'ın kelamından, zikrinden usanmayınız! Allah'ın

kelamından, kalbinize kasvet ve darlık gelmesin! Çünkü Allah'ın kelamı, her şeyin üstününü ayırıp

seçer, amellerin hayırlısını, kulların seçkinlerini, kıssaların iyisini zikreder. Helal ve haram olan her şeyi

beyan eyler. Artık Allah'a ibadet ediniz ve O'na hiçbir şeyi şerik koşmayınız. O'ndan gereği gibi

sakınınız. Dilinizle söylediğiniz güzel sözlerinizle Allah'ı tasdik ve ikrar ediniz. Allah'ın ihsan ettiği

rahmetle aranızda birbirinizi seviniz. Muhakkak biliniz ki: Allah, ahdinin bozulmasına gazab eder.

Selam olsun sizlere!"

Ve alekum’usselam...

Niyetin selimiyeti, sonsuz sıfırın başına “1” gelince değer kazanması gibidir. Eğer ameller Allah

içinse bir anlamı vardır. O 1’i Allah için yazdığımızdan ve niyetimizden de kalbimize bakarak emin

olabiliriz. Çünkü kalp yalan söylemez.

Allah’tan başka hiçbir gayemizin olmaması gerekir. Sahabe bazen, yanlış işler yapmış olan bir

sahabiyi kötü anılmaması için ismini gizlemiştir. Ama hicret edip gelen sahabelerden birisine

“Muhacir-u Ümmü Kays” (Ümmü Kays isimli hanımın muhaciri) denilmiştir çünkü o sahabi o kadın

için, onu sevdiği için hicret edip gelmişti. Bu hadise “Ameller niyetlere göredir.” hadisinin sebebidir.

“Ameller niyetlere göredir. Herkese niyet ettiği şey vardır. Öyleyse, kimin hicreti Allah’a ve

Resûlüne ise, onun hicreti Allah’a ve Resûlünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya

nikâhlayacağı bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.” (Buhari, Nikâh,5; Müslim,

İmaret, 155)

 NECCAROĞULLARI MAHALLESİNE VARIŞ

Efendimiz (s.a.v.) böyle bir duruma düşenlerden olmamaları için sahabeye orada ayar verip

hutbelerden sonra yoluna devam etti. Devesi Neccaroğulları mahallesine doğru gitti. (çünkü

Efendimiz (s.a.v.)’in babası Abdullah’ın dayıları orada olduğu için kabri de oradaydı. Yani

Neccaroğulları ile Efendimiz akraba idi.) Neccaroğullarının kızları Efendimiz’in etrafını sarıp dilleri

döndüğü kadar ona onu sevdiklerini söylediler. Efendimiz de onlara üç kere “Bende valllahi sizi

seviyorum.” dedi.

Deve Kusva, önce bir arsanın önüne çöktü sonra kalktı, biraz daha gitti, yeniden geriye döndü

ve tekrar aynı arsaya çöktü. Allah Resulü (s.a.v.) devesinin çöktüğü yerin mescidin yapılacağı yer

olduğunu ve o mescide en yakın evin de konaklayacağı ev olacağını dile getirdi. Sözü biter bitmez Eba

Eyyûp el-Ensâri, Allah Resulü’nün eşyalarını aldı ve Zeyd b. Hârise taşımaya başladılar.

Kusva’nın çöktüğü yer, Sehl ve Süheyl isimli iki yetim çocuğun arsası idi. Es’ad b. Zürâre’nin

himayesi altındaydılar. Efendimizin yanına yaşlı gözlerle gelip bundan memnun olduklarını ve

arsalarını infak ettiklerini söylediler ama Efendimiz (s.a.v.) kabul etmedi. Bir şeye talip olunca bedelini

verirdi. (Külsûm b. Hidm arsasına mescit yapılmasını kendisi söylediği için infakını kabul etmişti.)

Bedelinin 10 dinar olduğunu söylediklerinde de Hz. Ebubekir hemen ortaya atılmış ve bedeli

ödemiştir. Efendimiz (s.a.v.) onun için: “Ümmetimin îmânı terazinin bir kefesine, Ebûbekir’inki diğer

kefesine konsa, Ebûbekir’in îmânı ağır basardı.” (Kenzu’l-Ummâl, Hadîs No: 35614) buyurmuştur.

Allah Resulü (s.a.v.) ile Ebu Eyyûb el-Ensâri’nin II. Akabe Biatı’nda bir tanışmışlıkları vardı.

Efendimiz (s.a.v.) onun iki katlı evinde istirahate çekilmişti. Ebu Eyyûb el-Ensâri hürmet gereği onun


5

eşyalarını yukarı kata taşımıştı ama Efendimiz, gelen gideninin fazla olduğunu ileri sürerek rahatsızlık

vermemek için aşağı katta kalmak istediği söyledi. Ebu Eyyûb el-Ensâri için bu çok zor bir şeydi.

Efendimiz ısrar edince kabul etti ve 7 ay boyunca kendisi yukarıda, Efendimiz (s.a.v.) aşağıda kaldı.

Allah Resulü (s.a.v.) Mescid-i Nebevi’nin yerini tayin ettikten sonra inşaatı başlamış ama

arsadaki müşriklerin kabirleri, ağaç kökleri vs. işlerin temizlenmesi ve düzenlenmesi zaman aldığı için

mescidin yapımı biraz uzun sürmüştür.

 NEDEN BU ŞEREF EBU EYYÛB EL-ENSÂRİ’YE (R.A.) NASİP OLDU?

700 yıl önce Yemen kralı Ebu Kerib, Yesrib’i ele geçirmek için ordusuyla gelmişti. Eğer karşı

çıkan olursa herkesin öldürülmesini emretti. Yahudilerden iki tane genç âlim (kaynaklara göre Benî

Kurayza’dan idiler) krala; buranın gelecek son elçinin hicret yurdu olacağını ve eğer zarar verirse tarih

boyunca lanetlerle anılacağını söylediler. Kral onları dinleyince bu kararından vazgeçip onlardan

kendileri ile beraber Yemen’e gelmelerini ve bu son elçi hakkında daha çok bilgi vermelerini istedi.

Bunun üzerine bu iki genç Yahudi âlim teklifi kabul edip kralla beraber Yemen’e gittiler. (Tarihçiler

Yemen’e Yahudiliğin ilk kez bu gençler ile geldiğini söylemektedir.) Aradan bir müddet geçtikten

sonra Kral Kerib’in yüreğine gelecek son elçinin aşkı düştü. İlk kez Kâbe’ye Yemen’den örtü gönderen

şahıs olarak tarihe geçti. Tahtını ve sarayını bırakıp Yesrib’e gelerek Ebu Eyyûb el-Ensâri’nin evini aldı

ve yıllarca orada oturdu. Çocukları olunca onlara -ya sözlü ya da yazılı olarak- Peygamberimize

hitaben yazdığı bir şiiri bırakıp vefat etti.

Allah Resulü (s.a.v.) o eve gidince Ebu Eyyûb el-Ensâri ona bir şiir ya da mektup okumak

istediğini söyledi ve Ebu Kerib’in şiirini okudu. Efendimiz (s.a.v.) orada üç kez selam vererek “Selam

olsun Ebu Kerib’e! Selam olsun Tubba Melikine! Selam olsun Es’ad el-Himyerî’ye!” demiştir. (Ebu

Kerib Yesrib’e geldikten sonra kendisine Es’ad el-Himyerî diye bir isim almıştı.)

O evin hatırasına Allah Resulü (s.a.v.) orada kalmıştır.

Efendimiz (s.a.v.) aşağıda kalırken Ebu Eyyûb el-Ensâri ve Ümmü Eyyûp üst katta olmaktan

rahatsızlık duydular. Birkaç gün geçtikten sonra Ebu Eyyûb (r.a.) Efendimize üst katta kalmasını bir kez

daha teklif ettiyse de Efendimiz bunu kabul etmedi. Bir gün ellerinden bir su sürahisi düştü ve su

aşağıya akmasın diye hemen kurutmaya çalıştılar.

Ümmü Eyyûp ne zaman yemek yapsa kendisi tadına bakmadan evvela Efendimize gönderirdi.

Bir gün baktı ki gönderdiği yemek hiç yenmemiş olarak geri geldi. Hemen eşine Efendimizin neden

yemediğini sordu. Ebu Eyyûb kendisinin de ikram ettiğini ama Efendimizin yemekteki soğan sarımsak

yüzünden insanları rahatsız etmek istemediği için yemediğini söyledi. Sonra Resulullah’ın yemediğini

biz de yemeyiz diyerek onlar da yemeği yemediler.

Ebu Eyyûb el-Ensâri’nin Allah Resulü’ne karşı büyük bir sevgisi vardı. Onu ülkemiz topraklarına

getiren şey, o sevginin büyük bir işaretidir. Sahabenin sevgisinde ‘eğer ben gerçekten Allah Resulü’nü

seviyorsam, onun gönül verdiği davayı dünyanın dört bir tarafına götürmeliyim.’ felsefesi vardı.

Bunun için Medine’den çıkıp dünyanın dört bir yanına dağıldılar. Ebu Eyyûb el-Ensâri buralara

geldiğinde hicri 48 idi, 90 yaşındaydı. İki sene sonra bir seferde şehit olarak vefat etti.

Seven sevdiğinin yolunda olur. Sahabe de sevdikleri Resul’ün yolundaydı. Yolunda oldukları

için Ebu Eyyûb el-Ensâri buradadır. Vefat edeceği anda bile surlar içine götürülmeyi ve orada

defnedilmeyi istedi. Ölümüyle bile hizmet etme aşkında idi.


6


 Ebu Eyyûb El-Ensâri’ye (r.a.) Ait Birkaç Anekdot

* Emeviler döneminde iken Ebu Eyyûb el-Ensâri, Allah Resulü’nün kabr-i şerif’ini ziyarete gitti.

Orada Hücret-i Saadet’in eşiğine başını koyup ağlamaya başladı. Onun bu halini görenler dönemin

valisi Mervan b. Hakem’e haber verdiler. Mervan b. Hakem hışımla gelip ona taşa toprağa mı

tapıyorsun diyerek çıkıştı. Ebu Eyyûb el-Ensâri ona cevaben; taşa toprağa tapılmaması gerektiğini

kendisinin de bildiğini ve Allah Resulü’nün (s.a.v.) ‘Din ve yönetim işleriniz ehil insanların elinde ise hiç

üzülmeyin. Ama eğer bu işler ehil insanların elinde değilse ne kadar ağlasanız azdır.’ dediğini, bunun

için de onunla dertleşmeye geldiğini söyledi.

* Ebu Eyyûb el-Ensâri, Allah Resulü’nden bu bilinci çok iyi bir biçimde almış ve her zaman için

de bunu yapmıştı. İstanbul için buralara geldiğinde surlar içerisinde koşturup durmuş ve ilahi

kelimetullahı ötelere taşıma adına gayret göstermişti. Arkadaşlardan birisi ona ne yapıyorsun diyerek

Kur’an’dan “Kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.” ayetini hatırlattı. Ebu Eyyûb el-Ensâri bir

anda celallendi ve ona bu ayetin kendileri hakkında (Ensar) indiğini söyledi. Ensardan bazıları Medine

biraz farklı bir hale gelince cihat için yeterince koşuşturduklarını düşünmeye başlamışlardı. Bundan

sonra biraz da başkaları uğraşsın diyerek kendi işlerine yönelmeye karar verdiler. Söz konusu ayet de

bunun üzerine nazil oldu. Ebu Eyyûb el-Ensâri asıl (!) cihatı, infakı, mücadeleyi terk edenin kendi

elleriyle kendisini tehlikeye atmış olacağına işaret etti. (Burada bize de Kur’an’ın nasıl okunacağını

öğretmektedir.)


* Allah Resulü (s.a.v.) ensar ile muhacirin birbirlerine kardeş olmasını istemişti. Ebu Eyyûb el-

Ensâri’nin kardeşi Mus’ab b. Umeyr idi.


* Yıllar sonra İfk hadisesi yaşandığında Ümmü Eyyûb eşine bu konuda ne düşündüğünü sordu.

“Acaba...?” deyince Ebu Eyyûb onu surturdu ve “Eğer ben Safvan’ın yerinde olsaydım, bunu yapar

mıydım?” diye sordu. Eşi hayır deyince “O zaman hiç düşünme, Safvan benden daha hayırlıdır.” dedi.

“Peki sen Aişe’nin yerinde olsaydın, sen bunu yapar mıydın”? diye sorunca eşi yine hayır dedi. Ebu

Eyyûb “O zaman hiç düşünme, Aişe senden daha hayırlıdır.” diyerek tavrını ortaya koymuştur.

* Bir gün Mervan b. Hakem namaz kıldıracaktı ama geç kaldı ve cemaati bekletti. Ebu Eyyûb

el-Ensâri “Sen o mihrabın hakkını ödemek istiyorsan, vaktinde gelip bu namazı kıldırmak zorundasın.

Eğer bir daha bunu yaparsan bundan sonra senin arkanda namaz kılmam” demiştir.

* Ebu Eyyûb el-Ensâri, Allah Resulü’nden duyduğu “Bir müminin ayıbını dünyada örtenin Allah

da ahirette ayıbını örter.” hadisini teyit etmek için Medine’den Mısır’a gitti. Mısır’ın valisi Ukbe b.

Âmir idi. Akşam namazı vakti idi. Ukbe namaza geç kalınca insanların onun üzerinden Resulullah’ın da

namazı geç kıldığını anlayabileceklerini ileri sürerek ona kızdı. Ukbe b. Âmir devlet işleri yüzünden geç

kaldığını izah edince ona “Namazdan daha önemli bir iş yoktur! Sen bunu bugün yapmazsan, Allah

Resulü’nün bize emanet ettiği o emanete uygun davranmamış olursun.” demiştir.

 ES’AD B. ZÜRÂRE (r.a.)

Allah Resulü (s.a.v.) Kuba’ya geldiğinde Ebu Ümame’yi sordu. Ebu Ümame, Es’ad b. Zürâre’nin

künyesi idi. Onun burada Buâs harplerinden bir kan davalısı olduğunu ve bu yüzden bu mahalleye

giremediğini söylediler. Aynı gün gecenin ilerleyen saatlerinde yüzü gözü kapalı birisi Allah Resulü’nün

kapısına geldi. Bu Es’ad b. Zürâre idi. Allah Resulü onu karşısında görünce neden gelip kendisini

tehlikeye attığını sordu. Es’ad b. Zürâre, Efendimizin geldiğini duyduğundan beri onu görmek için

yanıp tutuştuğunu dile getirdi. “Vallahi başıma ne gelirse gelsin, senin yanına gelmeye ahdetmiştim.


7

Şükürler olsun ki sen de sağ salim geldin, buralara kavuştun. Allah bu noktada hasretimizi bitirdi.”

demiştir.

Mescid-i Nebevi bitmeden vefat etmiştir. Vefat etmeden evvel üç kızını da Resulullah’a

emanet etmiştir. Efendimiz (s.a.v.) o üç kızı büyütüp kendi elleriyle de evlendirmiştir. Es’ad (r.a.)’ın

yetimlerine sahip çıkmıştır.

Bunun için kalbinin katılaştığından şikâyet eden insanlara yetimlerle ilgilenmelerini tavsiye

etmiştir. Yetimlerle ilgilenmek cennette Allah Resulü (s.a.v.) ile yan yana olmaya vesiledir.

Devamını Oku »

Siyer dersleri 6-10.bölüm sorularla tekrar edip öğrenelim




Siyerin ruhunda Peygamber Efendimizin kâmilen bir şahsiyeti var ve o şahsiyet içerisinde aslında biz

varız. Siyer her ne kadar bir insanın hayatı olsa da bütün bir beşeriyetin hayatıdır çünkü Efendimiz

tüm beşeriyet için bir örnek teşkil eder. Tüm insanlık için adeta fabrika ayarı niteliğindedir.

Derslerimizden neler öğrendik ? 

Aşağıdaki soruları cevaplamaya çalışarak öğrenmeye çalışalım inşaallah ...


https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSdiFJR-W0j2gFrgSormIQ8z-WHFbhHobpEmxUK44veyOykAhg/viewform?vc=0&c=0&w=1&flr=0



Devamını Oku »

Siyer dersleri 1-5.bölüm sorularla tekrar edip öğrenelim




Siyerin ruhunda Peygamber Efendimizin kâmilen bir şahsiyeti var ve o şahsiyet içerisinde aslında biz

varız. Siyer her ne kadar bir insanın hayatı olsa da bütün bir beşeriyetin hayatıdır çünkü Efendimiz

tüm beşeriyet için bir örnek teşkil eder. Tüm insanlık için adeta fabrika ayarı niteliğindedir.

Derslerimizden neler öğrendik ? 

Aşağıdaki soruları cevaplamaya çalışarak öğrenmeye çalışalım inşaallah 


https://docs.google.com/forms/d/e/1FAIpQLSfyKp3WbzeMJixCbc-mEW0jOkR_9dyuq8jXYj-XGGskMGNN1w/viewform?vc=0&c=0&w=1&flr=0

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 13. BÖLÜM (UFUKTA YESRİB VAR! HİCRET STRATEJİSİ)


 HERKES İÇİN SİYER - 13. BÖLÜM (UFUKTA YESRİB VAR! HİCRET STRATEJİSİ)


Bismillahirrahmanirrahim.

 NEDEN EFENDİMİZ EN BAŞTA KENDİSİ YESRİB’E GİTMEDİ?

Allah Resulü (s.a.v.) bir tercihte bulunup önce kendi hayatını güvence altına almak

isteyebilirdi. Önce kendisi gidebilirdi ama gitmedi. Çünkü:

* Efendimiz (s.a.v.) bu davanın önderi ve imamıydı. (İmam, öncelikli olarak en büyük riski göze

alan adamdır. İmam başkalarını riske atmaz. Efendimiz de atmadı ve bekledi.)

* Efendimiz ’in yanında Mekkelilerin emanetleri vardı. Kendisini öldürmeye gelen 12 kişinin 7

tanesinin emanetleri bile onun yanındaydı

* Allah’tan izin çıkmalıydı. Efendimiz, izin çıkmadan hicret eden bir peygamberin başına

gelenleri Hz. Yunus’tan dolayı biliyordu ve girmek için Allah’tan izin bekliyordu.

 NEDEN MÜŞRİKLER GİDENLERE ENGEL OLMADILAR?

Müşrikler başta Müslümanlar Mekke’de rahat durmayınca en iyisi gitsinler diye düşündüler.

Sonra gittikleri yerde problemlere sebep olup başımıza iş açarlar diye onları engellemeye çalıştılar.

İşin başlangıcında süreci görmek istediler. Ama gözleri asıl olarak Efendimiz ‘in üzerindeydi. Ona karşı

çaresizlik içerisindeydiler. Yaptıkları planlar sahabeden çok Efendimiz ‘in üzerinde yoğunlaşmıştı.

 SAHABENİN HİCRETİ KOLAY OLDU MU?

Sahabe Yesrib’e peyderpey olarak gitti. Hepsinin gidiş hikâyesi de zorlu idi. Mesela Kendi

ailelerinden engellemeler görenler oldu. Beni Ümeyye’den birisi ailesi tarafından engellendi. Ebu

Seleme’nin ailesi darmadağın oldu; Ümmü Seleme’yi kendi anne babası engelledi, Ebu Seleme oğlu

Ömer’i yanına alıp götürdü, Seleme’yi Ebu Seleme’nin babası Ümmü Seleme’nin elinden aldı, Ümmü

Seleme ise kendi babasının evinde kaldı. Aile üçe bölünmüş oldu. Ümmü Seleme (r.a.) 1 yıl boyunca

üzüldü. Her gün Yesrib’e bakan tepede ağladı. Bir süre sonra insanlar ona acımaya başladı.

Süheyb-i Rûmi (r.a.) bütün malvarlığını, sermayesini hicret edebilmek için elden çıkardı.

Talha b. Ubeydullah koca bir kervanı bıraktı. Ticari bir seferde Yesrib’e öylesine gelmiş iken

Resulullah’ı orada görünce kervanın gittiğinden haberi olmadı.

Efendimizin kızı Zeynep (r.a.) hicret sırasında hamile idi. Bineği ürkütüldü ve düştü. Bebeğini

kaybetti. Hibban b. Arikâ isimli müşrik bu olayın baş müsebbibi idi.

Hz. Ömer herkes gizli saklı giderken o bir gün evvel Kâbe’de yarın Yesrib’e hicret edeceğini

duyurdu. Anasını gözü yaşlı, hanımını dul, çocuklarını yetim bırakanlar düşsün peşime dedi ve onunla

beraber 12 kişi gitti.

Birçok bedeller ödendi, birçok fedakârlıklar yapıldı. Doğup büyüdükleri toprakları,

birikimlerini, itibarlarını, üstelik neyle karşılaşacaklarını bilmeden bırakıp gittiler.

Ayyâş b. Ebu Rebîa, Hz. Ömer ile gidenlerden biriydi. Ebu Cehil’in anne bir kardeşi olduğu için

Ebu cehil peşine düştü ve yolda onları yakaladı. Annesinin oğlu dönene kadar saçına tarak

sürmeyeceği, güneşin altında oturacağı gibi ahlar ettiğini söyleyerek onu geri çevirmeye çalıştı. Anne

katili mi olmak istiyorsun deyince Ayyâş bundan etkilendi ama Hz. Ömer onun bunlara inanmamasını

söyledi ama ikna edemedi. Ona kendi bineğini vermeyi teklif etti ve yolda bir terslik sezerse kaçıp

gelmesini söyledi. Yolda bir yolunu bulup Ayyâş’ı bağlayıp Mekke’ye götürdüler. Bunun üzerine Ayyâş

dinden irtidat etti (dinden döndü). Hz. Ömer ne olursa olsun onu bırakmadı, mektuplar yazıp haberler

gönderdi. En sonunda onu yeniden kazandı ve Ayyâş yeniden imana döndü. Yaptıklarından dolayı

tövbe etti. Sonra çok iyi bir Müslüman oldu.


2


 EFENDİMİZ (S.A.V.) NE GİBİ ADIMLARLA BU SÜRECİ YÜRÜTTÜ?

Efendimiz (s.a.v.) müthiş bir nebevi stratejisi yürüttü. Kur’an, aklına çalıştıranlara ithaf edilmiş

bir kitaptır. Bu kitap bize defalarca tezekkürden, tefekkürden, taakkulden, tedebbürden bahseder ve

bizden de bunu ister. Efendimiz (s.a.v.) bunu anladı ve anladığı için de stratejilerini üretti.

Sahabe önden gitti. Hz. Ebubekir kendisine iki tane binek alıp ailesi ile birlikte gitmek için

hazırlığını yaptı. Efendimiz’den (s.a.v.) gitmek için izin istediğinde Efendimiz ona beklemesini ve

Allah’ın belki ona daha güzel bir şey nasip edeceğini söyledi. Bu konuda Hz. Ebubekir’in Efendimiz ’in

hicreti ile ilgili bir şeyler olacağına dair bir beklentisi vardı ama onun ailesiyle mi yoksa başka bir

şekilde mi gideceğini bilmiyordu.

Sahabe Yesrib’e gittikçe müşrikler daha da endişelendiler ve Daru’n Nedve’de toplandılar. O

toplantıda Necidli bir ihtiyar vardı. (Bazı kaynaklar onu insan kılığına girmiş şeytan olarak almaktadır.)

Hz. Muhammed hakkında ne yapacaklarını konuşmaya başladılar. Ortaya üç görüş sunuldu:

- Onu hapsedelim dediler. Efendimizi bir eve kapatıp ölene kadar da orada tutmayı

düşündüler. Necidli ihtiyar olmaz dedi. Hz. Peygamber’in adamlarının kendi adamlarını etkisiz hale

getirebileceğini ve kaçırıldığında da insanların nazarında daha etkili bir konuma gelebileceğini söyledi.

- Yemen’e sürelim orada kalsın dediler. İhtiyar yine onları ikaz etti. O nereye gitse orada başka

başka şeyler yapıp insanları yine kendine çekebileceğini beyan etti.

- Üçüncü görüş olarak Ebu cehil öldürmeyi teklif etti. Mekke’de en önemli 12 kabile vardı. Her

kabileden 12 savaşçı seçelim ve gece evini basalım, Abdulmuttalib oğulları da Benî Hâşim de kan

bedeli istemek zorunda kalmasın dedi. Bu görüş ihtiyarın hoşuna gitti ve oradakilerle bunu

uygulamaya karar verildi.

Bu olay Enfal suresinin 34. ayetinde anlatılmaktadır. Konuşulan ihtimaller hapsedilmek,

sürgün edilmek ve öldürülmek idi. Bir İslam âlimi der ki: “Düşmanlarım bana ne yapabilir ki, ben

cenneti yüreğimde taşıyorum. Hapsedilmem halvet, sürgün edilmem hicret, öldürülmem

şehadettir.” Üç hal de böyle bir insan için mükâfattır. Şehadete gönlünü kaptırmış bir kitledir

Müslümanlar. Şehadet, ölümü öldürerek yürümektir. Allah’a canını satmanın adıdır.

Efendimize (s.a.v.) bu konuşulanlar bir rivayete göre Cebrail vasıtasıyla, başka bir rivayete

göre Efendimiz ile uzaktan akraba olan Rakîka isimli bir hanım tarafından haber verildi.

Efendimiz (s.a.v.) Cebrail ile hicret iznini aldıktan sonra, o günün öğle vaktinde (herkesin

uykuya daldığı zamanda) hızlı bir şekilde Hz. Ebubekir’in evine gitti. O vakitte kapı çalınması ev

halkında bir heyecana sebep oldu (Mekke’de öğle vakti kapının çalınması gece vaktinde kapının

çalınması gibi idi). Resulullah’ın gelişinin çok önemli bir hadisenin habercisi olduğunu anlamışlardı.

Hz. Ebubekir Hz. Peygamber’i karşısında görünce “Es-sohbe ya Resulullah?/ Yol arkadaşlığı mı ya

Resulullah?” diye sordu. Efendimiz evet cevabını verince ağlamaya başladı. Hz. Aişe annemiz bu olayı

bize aktarırken der ki: “Ben hayatımda bir erkeğin sevincinden böyle ağladığını görmedim. Babam,

Efendimiz (s.a.v.) ile hicret edeceğini duyunca hıçkırıklarla ağladı.”

Efendimiz (s.a.v.) konuşmak için ondan kızlarını dışarı çıkarmasını istedi. Hz. Ebubekir

Efendimize kızların onun ehli olduğunu söyledi. O sıralar Hz. Aişe annemiz Resulûllah ile nişanlı idi. Bir

de Esma (r.a.) vardı. Ama Efendimiz olsun diyerek onların kalmasını istemedi çünkü sırrı başkalarına

yüklemek onlara ağır bir yükü taşıtmak demekti. Efendimiz adım adım bütün hicret planını Hz.

Ebubekir’e anlattı: akşamüzeri buluşup Sevr’e gideceklerini, orada 3 gün kalacaklarını, Abdullah İbni

Uraykıt’ın bineklerini Sevr’in Arafat’a bakan yönüne getireceğini ve oradan gideceklerini anlattı. Amr

b. Füheyre davarlarını onların geçtikleri yolda yürütecek ve hem onların hem de onlara azık

getirenlerin izlerini kaybettirecekti. Hz. Ebubekir’in oğlu Abdullah (Esma (r.a.) ile anne baba bir

kardeş; Hz. Aişe ile de Abdurrahman anne baba bir kardeşler) o zamanlar 10 yaşında bir çocuk idi. O

da çarşı pazarda konuşup onlara istihbarat toplayacak, Esma annemiz de azıklarını götürecekti. (Bazı


3

rivayetlerde Sevr’in tepesine çıkan Esma annemiz değil, Abdullah’tır ama biz Esma annemizin çıktığına

dair olan rivayeti tercih ediyoruz). Esma (r.a.) o zamanlar 27 yaşında ve 7 aylık hamile idi. Hicretin ilk

çocuğunu o doğuracak ve adı da Abdullah b. Zübeyr olacaktı.

Hz. Ebubekir, Efendimiz konuşmasını bitirdikten sonra iki binek aldığını söyledi. Efendimiz

bunu birinin parasını ödemek şartıyla kabul etti. Bedeli 400 dirhem idi, borcunu da ödedi. Ve o deve

Kusva idi.

Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ebubekir ile konuştuktan sonra evine gitti. Evde hanımı Sevde (r.a.) (Hz.

Hatice’den sonra ilk evlendiği kişi), kızları Ümmü Gülsüm ve Fatıma vardı. Zeynep (r.a.) o günlerde

Ebu’l Âs ile evli ve Mekke’de bir başka yerde oturuyordu. Rukiye (r.a.) de Hz. Osman ile Habeşistan’da

idi.

 EFENDİMİZ (S.A.V.) KIZLARINI NEDEN EVDE BIRAKTI?

Cahiliye Arabı geleneği olarak kadına ve çocuğa dokunulmazdı. Ebu Cehil Esma annemize

tokat atmış ve bundan dolayı da yanındaki insanlar tarafından bile kınanmıştır. Efendimiz (s.a.v.) bu

geleneği o zaman kendi lehine kullandı.

Efendimiz (s.a.v.) daha sonra Hz. Ali’yi yanına çağırdı ve ona Mekke’de kalmasını, emanetleri

vermesini, yatağına yatmasını ve sonra da aileyi toplayıp Yesrib’e gelmelerini söyledi. Hz. Ali’nin

cevabı “Lebbeyk ya Resulullah.” oldu. Resulullah’ın yatağına yatması ölmeyi göze almak demekti ve

Hz. Ali bunu kabul etmişti. Yıllar sonra bu Kûfe’de kendisine sorulduğunda “Otuz küsur sene geçti

aradan. Vallahi o geceki uykuyu arıyorum.” diye cevap vermiştir. 13 yaşında iken Efendimiz

akrabalarını toplayıp “Kim bu yolda benimle?” diye sorduğunda o “Ben ya Resulallah!” diyerek elini

kaldırmıştı ve o el hiç inmedi.

12 kabileden 12 kılıçlı Mekkeli Allah Resulü’nün kapısına dayandı. Efendimiz (s.a.v.) Yasin

suresinin ilk ayetlerini ya da 9. ayetini okuyarak bir avuç toprağı yüzlerine serperek dışarı çıktı. Allah o

anda onların görmemelerini sağladı ve Efendimiz de aralarından geçip gitti. Onlar yatakta yatanın Hz.

Peygamber olduğunu düşünmeye devam ettiler ve onlar orada beklerden Efendimiz, Hz. Ebubekir ile

buluşup Sevr’e doğru yola çıktı. Yolculukları 7 gün sürdü.

 NEDEN SEVR?

Bu stratejinin bir parçası idi. Kuzeye gitmeleri gerekirken müşrikleri şaşırtmak için tam tersi

istikamet ile güneye doğru gittiler. Çünkü müşrikler de Efendimiz’in Yesrib’e gideceğini biliyorlardı.

Efendimizin evinden sonra Hz. Ebubekir’in evine gitmişler, orada bulamayınca da Yesrib’in yolunu

tutmuşlardı.

Sevr dağı 759 metredir. Çıkması Hira’ya çıkmaktan daha zordur ve 1-1,5 saati alır. Efendimiz

(s.a.v.) o zamanlar 53, Hz. Ebubekir 51, azık taşıyan Esma annemiz de 27 yaşında ve 7 aylık hamile idi.

Sevr, öküz ve ihtilal (devrim) demektir.

(Dağın tam tepesine gelindiğinde önümüze çıkan ilk mağara değil, biraz daha aşağıda kalan

mağara Efendimiz ile Hz. Ebubekir’in kaldıkları yerdir. Önünde kocaman bir taş vardır.)

Oraya giderken hicreti tefekkür etmek ve Efendimiz’in bu işi yürütürken tedbir-tevekkül

dairesini nasıl dengelediğini (Esbaba tevessül (sebeplere sarılmak), Allah’a tevekkül )anlamak lazım.

Allah’a tevekkül etmek sadece ‘işimiz Allah’a kaldı’ demek değil, ‘ben yaptım yapacağımı, netice

Rabbimin bileceği iş’ diyebilmektir.

Mağaraya ulaştıklarında Hz. Ebubekir önden içeriyi kontrol etmek ve içeriyi temizlemek istedi.

Efendimiz’i sonra içeriye davet etti.


4

Hz. Ebubekir orada 3 gün boyunca müşrikler gelecek diye Efendimiz için çok endişelendi.

Efendimiz (s.a.v.) ona “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” dedi. Hz. Ebubekir orada Allah’a karşı

teslimiyetin en güzel halini gördü. O, 13 boyunca Hz. Peygamber ile beraberdi ama burada aldığı dersi

13 yıl boyunca hiçbir yerde almamıştır. Bu dersin meyvelerini Efendimiz vefat ettikten sonra

görmekteyiz: Hz. Peygamber Suriye bölgesine göndermek üzere Üsâme b. Zeyd kumandasında bir

ordu hazırlamıştı ama ordu Efendimizin rahatsızlığı ve vefatı dolayısıyla yola çıkamadı. Hz. Ebû Bekir

hilâfete geldikten sonra ilk icraatı Resûl-i Ekrem’in hazırladığı orduyu sefere yollamak oldu. Hz.

Peygamber’in vefatından sonra zekât bahane edilerek ortaya çıkan dinden dönme hareketleri

yüzünden birçok sahâbî, halifeye Medine’nin güvenliği açısından Üsâme ordusunu göndermekten

vazgeçmesini söyledi. Ebû Bekir ise namaz ile zekâtı ayıranın İslamla bağı kalmamıştır diyerek

Resûlullah’ın hazırladığı orduyu geri çeviremeyeceğini ve onun verdiği kararı kesinlikle yerine

getireceğini söyledi.

Söylenen strateji ve plan güzel bir şekilde yürüdü. Esma (r.a.) azıkları götürmek için iki bohça

hazırlamıştı. Bu bohçaları bağlamak ve sırtında taşıyabilmesi için bir ipe ihtiyaç duydu ama ip

bulamadı. Bunun üzerine hiç düşünmeden belindeki kuşağı çözüp onu kullandı. (Bir kadının kuşağını

çözmesi iffetsizlik anlamına gelmekteydi.) Efendimiz (s.a.v) bunu hemen fark etti. Esma (r.a.) durumu

arz edince Allah Resulü ona “Ey Esma! Burada feda ettiğin bu kuşağına karşılık Allah sana cennette iki

kuşak bağışlayacaktır.” müjdesini verdi ve ona “Zâtü’n-Nitakayn”(çifte kuşaklı) dedi.

Müşriklerin Mekke’de çok iyi iz sürenleri vardı ve iz süre süre tepeye geldiler. (Devenin ayak

izlerinden binicinin cinsiyetini, nereli olduğunu, kadınsa hamile olup olmadığını bile tespit

edebiliyorlardı.) Müşrikler tepeye çıktıklarında o büyük kayanın üzerinde birisi büyük abdestini bozdu.

Hz. Ebubekir onlar bu kadar yaklaşınca kendilerini görecekler diye yine çok endişelendi. Efendimiz

ona yine aynı cevabı verdi: “Üzülme, Allah bizimle beraberdir.” Ve müşrikler onları fark etmeden

yeniden Yesrib yollarına düştüler. Onlar gidip başka yerleri gezerken Efendimiz (s.a.v.) Abdullah b.

Uraykıt ile yol güzergâhını belirledi. Bu yol daha engebeli, daha zorlu ama daha güvenli idi çünkü

Mekkeliler onları ölü ya da diri yakalayana 100 deve ödül koymuştu.

Allah Resulü (s.a.v.) belirlenen günde Yesrib’e gideceklerken yaşlı gözlerle Mekke’ye bakıp

“Ah Mekke! Şehirler içerisinde bana en sevgili gelen sensin. Eğer kavmim beni sürüp çıkarmasaydı

ben asla buradan çıkmazdım ama döneceğiz.” demiştir. Allah Resulü çok iyi biliyordu ki bugün

buradan çıkmak yarın çok farklı bir dönüşün müjdesi olacaktı. (Ümit olmazsa iman yoktur. Ümit

imanın azığıdır. Allah varsa gam yoktur! Yeis denilen şey şeytanın ve küfrün azığıdır. Müslümana

yakışmaz.)

 ABDULLAH B. URAYKIT

Mekkeli bir müşrik idi.

Taif dönüşü Efendimiz (s.a.v.) Hira’ya geldiğinde Mekke’ye girebilmek için birisinin

himayesine ihtiyaç duymuştu. Bir rivayete göre kendisini himaye altına alması için üç isme (10.

bölümde geçti) Zeyd b Hârise’yi gönderdi. Diğer bir rivayet göre ise Abdullah b. Uraykıt’ı gönderdi ve

Allah Resulü (s.a.v.) orada onun emniyetini anlamıştı. Bu münasebetle bir bağ kurulmuş oldu.

Efendimiz onu tanıdıkça farklı bir özelliği olduğunu gördü. Efendimiz ehliyete çok önem verirdi ve

Abdullah b. Uraykıt’ın bu konuda ehil olduğunu gördü. (Emaneti ehline teslim etmek hem sünnet

hem farzdır.)

Abdullah b. Uraykıt yolu biliyordu ve Efendimizi satmadı. Efendimiz onunla iki deve için

anlaşmıştı oysa müşrikler Efendimizin başına 100 deve koymuştu ama Abdullah b. Uraykıt ona ihanet

etmedi.

Amr b. Füheyre de yolculukta onlarla birlikteydi. Abdullah b. Uraykıt’ın rehberliğinde Yesrib’e

doğru gittiler. Yolda meşhur savaşçı Sürâka b. Malik ile karşılaştılar. Sürâka, küçük bir kafilenin bir

yere doğru gittikleri haberini almış ama ödülü kimseyle paylaşmamak için haberi verenlere onlar


5

değildir diyerek kendi başına Efendimizi öldürmeye yola düşmüştü. Efendimize yavaş yavaş

yaklaşmaya başlayınca atının ayakları sürttüğü için düştü. Atına bindi ama biraz sonra bir daha düştü.

Efendimize biraz daha yaklaşınca atının ayakları toprağa gömüldü ve ne yapsa çıkaramadı. O anda

kafilenin korunduğunu anladı. Bineğinden inip Allah Resulü’ne doğru yürüdü. Efendimizle

konuştuktan sonra orada iman etti. Ayrılmadan evvel Efendimizden ileride karşılaştıklarında bugünün

anısına işaret olması için bir emannâme yazmasını istedi. Allah Resulü (s.a.v.) Amr b. Füheyre’ye bir

şeyin üzerine “Muhammed Resulullah” yazdırıp ona verdi. Sürâka tam gideceği sırada Efendimiz

seslenip ona ileride Kisra’nın hazinesine sahip olacağına dair bir şeyler söyledi ama bubekir anlamadı.

Aradan yıllar geçtikten sonra Hz. Ömer döneminde Kadisiye’nin fethinden sonra Kisra’nın

hazineleri develer üzerinde taşındı. Hz. Ömer, Sürâka’nın getirilmesini istedi. Sürâka gelince hazineleri

avuçlayıp onun ellerine bıraktı. İkisi de yaşlı gözlerle Allah Resulü’ne dönüp “Sadakte Yâ Resulallah”,

her sözünde sadıksın, söylediğin doğrulandı.” dediler.

Yol güzergâhında Efendimiz (s.a.v.) Ümmü Mabed annemizin çadırına uğradı. Selam verdi ve

“Yok mu bize ikram edeceğin bir şeyin?” diye sordu. Ümmü Mabed utandı çünkü hiçbir şeyi yoktu.

Kıtlık yıllarıydı. Efendimiz (s.a.v.) o sırada cılız bir koyun gördü ve müsaade isteyerek koyunu sağdı.

Bismillah deyip sağınca Ümmü Mabed şaşırdı çünkü koyunu hem cılız hem hastaydı. Allah Resulü

sağdığını içip Hz. Ebubekir’e ve diğerlerine de ikram ettikten sonra tası dolu bir biçimde Ümmü

Mabed’e verdi. Ümmü Mabed onlara kim olduklarını sorunca Efendimiz kendisini tanıttı. Ümmü

Mabed orada bir şey dememiş ama sonra iman etmiştir.

 Hilye-i Şeriflerde geçen üç rivayet bizim için çok önem arz etmektedir:

1. En meşhurları olan Hz. Ali’nin rivayeti.

2. Hz. Hasan’ın rivayeti. Hz. Hasan Hz. Hatice’nin oğlu Hint b. Ebu Hâle’ye dayı diye hitap

ederek ondan dedesini anlatmasını istemiştir. Hint (r.a.) hep Hz. Ali’nin arkasında dolaşmaktaydı.

Sebebini sorduklarında ise Hz. Ali’den peygamberin kokusunun geldiğini söylemiştir. (Tirmizi’nin

şemailinde geçer.)

3. Ümmü Mabed’in rivayeti. Efendimizin her halini ve ahlakını detaylarıyla anlatmıştır.

Efendimiz (s.a.v.) oradan ayrıldıktan sonra Ğamim denilen bölgede akşam vakitlerinde bir

köye uğradı. O köy Büreyde el-Eslemi’nin köyü idi. (Büreyde el-Eslemi cihat aşkıyla yollara düşmüş ve

yıllarca Allah Resulü’ne hizmet etmiş ve Allah Resulü’nün ilk bayraktarı olmuştur.) Bu köyde en az 80

kişi bir anda Müslüman oldu ve Efendimizin arkasında akşam namazı kıldılar.

Efendimiz (s.a.v.) Yesrib’e iman tohumları ekerek gitmiştir. Büreyde el-Eslemi de onlara

katılmıştı. Kûba’ya yaklaşınca Efendimiz’e bir bayrak lazım diyerek sarığını çıkardı, bir asaya bağladı ve

Efendimizin arkasında ilk sancaktar olarak yerini aldı.

Yesrib’de günlerdir bu kutlu kafilenin yollarını bekleyenler vardı. Her gün sabah çıkıp akşama

kadar Efendimizin yolunu gözlemişlerdir.


“El-intizar eşeddü minen-nâr”

(Beklemek ateşten şiddetlidir!)


Not: Bedir Ashabı’nın 313 yiğidinin isimlerini okuyalım, üzerinde tefekkür edelim.


***


6


1. HZ. ALİ’NİN HİLYE-İ ŞERİF RİVAYETİ:


Hz. Ali (ra) Peygamber Efendimiz(sav)’i şöyle anlatıyor: “Rasûlullah (sav), ne son derece uzun

ne de kısaydı; o, orta boyluydu. Saçları ne kıvırcık, ne de dümdüzdü; hafif dalgalı idi. Şişman olmadığı

gibi, yüzü de yusyuvarlak değildi. Yüzünün rengi kırmızıya çalan beyazdı. Gözleri kara, kirpikleri

uzundu. Kemiklerinin eklem yerleri iri ve omuzlarının arası genişti. Avuçları ve ayakları dolgundu.

Yürüdüğünde yokuştan iner gibi sert adımlar atardı. Bir tarafa döndüğünde bütün vücuduyla dönerdi.

İki omzu arasında Peygamberlik mührü vardı; zira O, peygamberlerin sonuncusuydu. İnsanların en

cömerdi, gönlü en geniş olanı, en güzel ve düzgün konuşanıydı. Gayet yumuşak tabiatlı ve insani

ilişkilerde arkadaş canlısı idi. Ansızın O’nu gören kimse heybetinden ilk anda çekinir; fakat tanıdıkça

O’nu çok severdi. Ondan bahseden bir kimse, ‘Ne O’ndan önce, ne de O’ndan sonra asla bir benzerini

görmedim.’ demekten kendini alamazdı.”

Tirmizî, Menâkıb 8.

Kaynak: http://www.fikiratlasi.com/2014/04/16/hilye-i-serif-hz-ali-ra-rasulullahi-sas-anlatiyor/


2. HZ. HASAN’IN HİLYE-İ ŞERİF RİVAYETİ:


Hz. Hasan naklediyor: Peygamber Efendimiz ‘in Hilye'sini çok iyi bilen dayım Hind b. Ebî

Hâle'ye Hz. Peygamber'in üstün vasıflarını sordum ve olduğu gibi belleyip hâfızama nakşetmek için,

bana O'ndan bahsetmesini ricâ ettim. Bu isteğim üzerine dayım Hind b. Ebî Hâle şöyle buyurdular:

"Resûlullah Efendimiz, yaradılıştan heybetli ve muhteşemdi. Mübarek yüzü, dolunay halindeki

ayın parlaklığı gibi nûr saçardı. Orta boyludan uzun, ince uzundan kısa olup, başı büyükçe idi. Saçları

kıvırcık ile düz arası idi; şayet kendiliğinden ikiye ayrılmışlarsa onları başının iki yanına salar, değilse

ayırmazlardı. Uzattıkları takdirde saçları kulak yumuşaklarını geçerdi. Peygamber Efendimiz ‘in rengi,

ezher'ul-levn idi, yâni nûranî beyazdı. Alnı açıktı. Kaşları hilâl gibi, gür ve birbirine yakındı; çatık kaşlı

değildi. İki kaşının arasında bir damar vardı ki, öfkeli hallerinde kabarır, normal zamanlarda ise

gözükmezdi. Burunlarının üst tarafı biraz yüksekçe olup, üstü ince idi. Mübarek burnunun üstünde -

onu yüksek gösteren- bir nûr vardı ki, dikkatlice bakmayan kimseler, Peygamberimiz'i kartal burunlu

zannederlerdi. Sakal-ı şerifleri sık ve gür; yanakları ise yumru olmayıp düz idi. Saadetli ağızları geniş,

ön düşlerinin arası seyrekti. Göğüs çukuru ile göbeği arasında ince bir şerit gibi uzanan

kıllar (mesrübe) vardı. Gerdanı, saf mermerden tıraş edilen heykellerin boynu gibi gümüş

berraklığında idi. Vücudunun bütün âzaları birbiri ile uyumlu olup, yakışıklı bir yapıya sahipti: Ne

şişman, ne de çok zayıftı; karnı ile göğsü aynı hizada idi. Göğsü ile iki omzunun arası genişçe, kemik

mafsalları kalınca, vücudunun açık yerleri gayet nurlu idi. Göğüs çukuru ile göbeğinin arasını

birleştiren kıllar, ince uzun bir şerit gibi uzanırdı. Bu uzanan kıllar (mesrübe) dışında memelerinde ve

karnında kıl yok idi; kolları omuzları ve göğüslerinin üst tarafları ise son derece kıllı idi. Bilekleri uzun,

el ayaları geniş, el ve ayakları kalın, parmakları ise uzunca idi ( Râvî burada tereddüt ederek:

Peygamberimizin vasıflarını anlatan Hİnd b. Hâle belki de: "parmakları kalınca idi" şeklinde

söylemişti, der). Ayaklarının altı çukur (kemerli) idi; düztaban değildi. Ayaklarının üstü ise pürüzsüzdü;

öyle ki, üzerine su dökülse yağ gibi akar giderdi. Yürürken, ayaklarını yerden biraz kaldırıp önlerine

hafif eğilerek yürürlerdi. Ayaklarını, ses çıkarıp toz kaldıracak şekilde yere sert vurmazlar; adımlarını

uzun ve seri atmakla beraber, sükûnet ve vakar üzere yürürlerdi. Yürürken, sanki meyilli ve engebeli

bir yerden iniyor görünümünü arz ederdi. Bir tarafa dönüp baktıklarında, bütün vücutları ile birlikte


7

dönerlerdi. Rastgele sağa sola bakmazlardı. Yere bakışları, göğe bakışlarından daha çoktu. Çoğunlukla

göz ucu ile bakarlardı. Ashabı ile birlikte yürürken, onları öne geçirir kendileri arkada yürürlerdi. Yolda

karşılaştığı kimselere, onlardan önce hemen selâm verirdi".

Kaynak: http://www.sonpeygamber.info/hilye-nedir


3. ÜMMÜ MA’BED’İN HİLYE-İ ŞERİF RİVAYETİ:


“Aydınlık yüzlü ve güzel yaradılışlı idi; zayıf ve ince de değildi. Gözlerinin siyahı ve beyazı

birbirinden iyice ayrılmıştı. Gözü, kudretten sürmeli idi. Kaşlarının ucu ince, saçları koyu siyahtı.

Boynunda uzunluk ve yükseklik, sakalında sıklık vardı. Sustuğu zaman kendisinde vakar ve ağırbaşlılık,

konuştuğu zaman da güler yüzlülük ve tatlı sözlülük vardı. Sözleri, sanki dizilmiş birer inci gibi,

ağzından tatlı tatlı akmakta idi. Sözü açık ve hak ile batıl arasını ayırıcı olup, ne acizlik sayılacak

derecede az, ne de boş ve gereksiz sayılacak derecede çoktu. Uzaktan bakıldığında insanların en

heybetlisi idi. Yakından bakıldığında da tatlı ve hoş bir görünüşü vardı. Orta boylu idi; bakan kimse ne

kısa ne de uzun olduğunu hissederdi. Arkadaşlarının arasında en güzel görüneni ve nur yüzlü olanıydı.

Sanki o bir fidan idi ki; iki fidan arasında bitmiş, parlaklığı ve yeşilliği onlara üstün gelmişti.

Arkadaşları, ortalarına almış durumda hep onu dinlerler; bir emir verdiği zaman da hemen buyruğunu

yerine getirmeye acele ederlerdi. Kendisi ekşi ve asık suratlı değil, güleçti. Kimseyi kınamaz ve

azarlamazdı.”


Kaynak: https://www.siyerinebi.com/tr/melike-demir/hicret-yolunda-bir-durak-ummu-mabedin-

cadiri


(SALLALLÂHU ALEYHİ VE SELLEM)

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 12. BÖLÜM (MİNA ÇADIRLARINDAN YÜKSELEN SEDA)


 HERKES İÇİN SİYER - 12. BÖLÜM (MİNA ÇADIRLARINDAN YÜKSELEN SEDA)


Bismillahirrahmanirrahim.


(İsra ve Miraç kronolojik sıraya göre aslında ilk Akabe Biatı’ndan sonradır. Benimsenen

kronolojide ilk önce 6 kişi ile buluşma, İsra ve Miraç, 12 kişi ile yapılan buluşma ve büyük biatlaşma

gelir. Anlatım bütünlüğü olsun diye İsra ve Miraç bir önceki bölümde işlenmiştir.)

 O ZAMANIN YESRİB’İ NASILDI?

* Araplar ikiye ayrılıyordu:

1. Arab-ı Bâide (soyları tükenmiş, bitmiş)

2. Arab-ı Bâkiye: → Arab-ı Âribe (saf Araplar; Evs ve Hazrec kabileleri gibi.)


→ Müsta’ribe (sonradan Araplaşanlar; Peygamber Efendimizin soyu

buradandır.)


Saf Araplar olan Evs ve Hazrec kabileleri Kahtânilere (nesebleri Kahtan'a dayanan güney ve

güneydoğu Arap yarımadasında (özellikle Yemen'de) yaşayan bir kavimdir.) dayanmaktadır. Sonradan

Yesrib’e gelmişlerdir.

Onlardan önce de, kendi kitaplarında yer alan gelecek son elçinin hicret yurdunun Yesrib

olduğunu bildikleri için Yahudiler gelmişlerdi. Üç büyük kabileleri vardı: Benî Kaynuka, Benî Kurayza

ve Benî Nadir.

Medine’de o zamanlar iki Arap kabilesi ve üç Yahudi topluluğu vardı. Nüfus itibari ile Araplar

Yahudilerden fazla idi (%60 Araplar, %40 Yahudiler). Yahudiler az olmalarına rağmen orada ticari,

siyasi ve dini anlamda üstünlük sağladılar. Arapları sömürmeye başladılar. Evs ile Hazrec kabileleri

arasında 175 yıldır süregelen bir kavga vardı. Onlar da bu kavgadan yararlandı.

Bu kavgalar tarihe Buâs harpleri olarak geçmiştir. Harplerin son sürecinde Medine’deki

Arapların aile büyüklerinin çoğu ölmüştü. Hz. Aişe bunu bir rahmet olarak görmüştür çünkü onlar

yaşasalardı Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’de istenilen oranda hâkimiyet kuramayabilirdi.

Yahudiler gelecek son peygamberden bahsedip Arapları korkutuyorlardı. Nübüvvet, vahiy,

kitap gibi sözlere yabancı değillerdi. Araplar Mekkeli müşriklere benziyorlardı ve onların da Menât

isminde putları vardı. Bununla beraber o zamanlar Medine’de sayıları az da olsa Hanifler de vardı.

(Es’ad b. Zürâre Hanif idi.)

İşte Medine’den gelen 6 genç böyle bir zeminden gelmişti ve amaçları hac idi.

(O zamanlar Mekke, Medine ve Taif ayrı ayrı kendi yönetimlerine sahipti. Bir ülkenin altındaki

şehirler gibi değildi. Kabileler yönetiyordu. Medine’de genel olarak Yahudilerin siyasete egemen

olduğu bir yönetim vardı. Araplarda da Evsliler sayıca az olmasına rağmen Hazreclilere üstün

gelmişlerdi. Bunun üzerine; bir yıl Hazrec’ten bir yıl Evs’ten bir kral olacağına dair aralarında bir

anlaşma yaptılar. İlk yıl Hazrec’ten Abdullah b. Ümey b. Selûl (münafıkların lideri) kral olarak atandı.

Hatta onun için bir taç siparişi bile verilmişti. Hz. Peygamber’in hicreti ile bundan vazgeçildi. Bu

sebeple Allah Resulü’ne karşı kin ve düşmanlık beslemiştir.)

 AKABE BİATLARI

Nübüvvetin 11. yılı ve aylardan Zilhicce idi.

Allah Resulü (s.a.v.) Taif’ten döndükten sonra çalışmalarına yılmadan devam etti. Mekke ve

Taif kapılarını kapatınca hac için dışarıdan gelenlerin çadırlarını dolaşmaya karar verdi. (Mekke

merkez idi ve orada Zilkade ayından Zilhiccenin 10’una kadar Zülmecaz, Ukaz ve Mecenne gibi


2

panayırlar kuruluyordu. İnsanlar bu panayırları hac zamanına göre ayarlıyor ve en son haclarını yapıp

dönüyorlardı.)

Efendimiz (s.a.v.) bu niyetinin üzerine planlar yapıp Mina’daki çadırlara ziyarete gitti.

Müşrikler de onun planlarını engellemek için kabilelerle görüşmeye ondan önce gittiler. Kabile

liderleri ile görüşüp Hz. Peygamber’i kötülediler. Amaçları Efendimizin sözlerinin tesirini kırmaktı. Ebu

Leheb ve Ebu Cehil çadırların arasında dolaşıp Allah Resulü’ne sadece zayıfların ve kölelerin

inandıklarını söylediler. Ebu Leheb kendisini tanıtıp Muhammed’in (s.a.v.) amcası olduğunu ve

ailesinin bile kendisinden yüz çevirdiğini söyledi.

Efendimiz de yanına Hz. Ebubekir’i (Ebu Cehil’e cevap olarak) ve Hz. Ali’yi (Ebu Leheb’e cevap

olaarak) alarak çadırlara gitti.

(Burada şunu unutmamalıyız ki; Allah Resulü bir söz söylemişse, bir adım atmışsa, bir yerde

susmuşsa, bir yerde bir insan görevlendirmişse vb. bütün davranışlarında kesinlikle bir mesajı vardır.

Bunlar tesadüfi değildir. Bize menhec öğretir.)

Efendimiz (s.a.v.) o günlerde 51, Hz. Ebubekir 49, Hz. Ali de 21 yaşında idi. Orada Benî

Hanife’nin çadırına gittiler. Benî Hanife kabilesinin lideri Sümâme b. Üsâl ile görüştüler ama o,

Efendimize hakaret edip onunla dalga geçti (sonradan Müslüman olmuş ve yaptıklarından dolayı

pişmanlık duymuştur). Sonra Amr b. Sa’saa’nın çadırına gittiler. Amr b. Sa’saa Hz. Peygamber’i

dinleyince ona hayran oldu ama bu davada ona destek olurlarsa, Arap’ı, Acem’i karşılarına alırlarsa

bundan ne kazanacaklarını sordu. Efendimiz (s.a.v.) cennet deyince bunu kafi görmedi. Sonra Benî

Şeybe’ye gittiler. 10 gün içerisinde 15 tane farklı farklı aileleri dolaştılar. Son gün Mina’dan

ayrılacakları zaman Hz. Ebubekir küçük bir çadır gördü ve orayı da ziyaret etmeyi teklif etti. Efendimiz

(s.a.v.) bunu kabul edip çadıra gittiler.

(Hz. Ebubekir’in bunu önermesi ayrı güzel, Hz. Peygamber’in bunu kabul etmesi ayrı bir

güzeldir. Çünkü birçok çadırı dolaşıp reddedilmişlerdi. İlimde ve tebliğde hırs caizdir.)

(Çadır, Kabe’ye 3-3,5 km’lik bir mesafe uzaklığında bir yerde kurulu idi. Bugün orada, yerin

hatıra olarak kalması için hicri 114lü yıllarda Caf’er el-Mansûr tarafından inşa edilen ve “Akabe

Mescidi” veya “Biat Mescidi” denilen bir mescit vardır.)

 I. Akabe Biatı

O küçük çadırda altı tane delikanlı vardı:

1. Es’ad b. Zürâre (Allahu Ekber!)

2. Avf b. Hâris (Allahu Ekber!)

3. Râfi b. Malik (Allahu Ekber!)

4. Kutbe b. Âmir b. Hadide (Allahu Ekber!)

5. Ukbe b. Âmir b. Nâbi (Allahu Ekber!)

6. Cabir b. Abdullah b Ri’âb (Allahu Ekber!)

Oraya hac vazifesi için gelmişlerdi. Allah Resulü (s.a.v.) önce onlarla tanıştı. (İslami bağ insani

bağdan sonra gelir. Önce insani bağ kurmalıyız tebliğ ve davet için.) Sonra kendilerini tanıttı. Orada ne

yaptıklarını anlattı. Es’ad b. Zürâre bu gelenin Yahudilerin sürekli bahsettiği son nebi olduğunu anladı

ve arkadaşlarına da söyledi. Efendimiz (s.a.v.) konuştuktan sonra onlara İbrahim suresinin son

ayetlerini okudu (35-52. ayetler). (O ayetler Hz. İbrahim’in üzerinden haccı anlatmaktadır.) Ondan

sonra bu gençler iman ettiler ve hemen Efendimiz’e ne yapacaklarını sordular. Efendimiz onlardan

hem tebliğ yapmalarını hem de risalet davasına sahip çıkmalarını istedi. Bunun üzerine Es’ad b.

Zürâre Medine’de iki kabileden oluştuklarını (Evs ve Hazrec), eğer Hazrecliler olarak bunu kabul

ederlerse diğerlerinin kapılarını kapatabileceklerini dile getirip 1 yıl süre istedi. Bu süreçte kendi

kavimlerinin içerisinde tebliğ ve davet adına çalışmalar yapacaklarını söyledi ve 1 yıl sonunda yeniden

buluşmayı teklif etti. Efendimiz de bunu kabul etti. Sonra Es’ad b. Zürâre (r.a.) nereden başlamaları


3

gerektiğini sordu. Efendimiz (s.a.v.) evlerinden başlamalarını istedi. (İslam medeniyeti bir ev

medeniyetidir. Kâbe’nin ismi bile “el-beyt”tir, yani ev.)

Bu altı genç Efendimizden öğrendikleri ile Yesrib’e gittiler ve hiç tereddüt etmeden gider

gitmez de evlerinden tebliğe başladılar. Altı ayrı genç bir müddet sonra altı aile ile iman aileleri

oluşturdular. O altı ayrı ev Yesrib’de imanı mayalamaya başladı ve iman Yesrib’de, insanların

gündeminde konuşulmaya başlandı.

Aradan bir müddet geçtikten sonra Es’ad b. Zürâre Müslümanlara Arapların gününde yevmü’l

Aruba, Cuma günü) bir araya gelip namaz kılmayı teklif etti. Onun davetiyle Cuma namazları kılınmaya

başlandı.

Yıllar sonra Kâ’b b. Mâlik (Peygamberin şairi, tevbesi Kur’an’a girmiştir.) torunu Abdullah’ı

Cuma namazlarına götürdü. Abdullah, Cuma namazlarında ne zaman ezanı duysa dedesinin ağlamaya

başladığını görünce sebebini sormuş ve dede Kâ’b b. Mâlik, yıllar önce Medine’de bir avuç

Müslümanken Es’ad b. Zürâre’nin imamlığında kıldıkları namazları hatırladığını söylemiştir.

 II. Akabe Biatı

Es’ad b. Zürâre ve arkadaşları, 1 yıllık tebliğ ve davet çalışmaları ile birçok insanın iman ile

buluşmalarına vesile olmuşlardı. 1 yıl sonra 12 kişi olarak Efendimizle tekrar buluşmaya gittiler.

Burada ilk buluşmadaki beş kişi vardı ama Cabir b. Abdullah b Ri’âb o gün hasta olduğu için

gelmemişti.

(Bazı siyer kitaplarında bu buluşma I. Akabe biatı olarak sayılır. İlk buluşmada bir biatlaşma

olmadığı için bazıları onu birinci olarak saymamışlardır ama orada da Efendimiz ile buluşma olduğu

için bazı siyer alimlerince ilki de sayılarak üç akabe biatı olduğunu görmemiz mümkündür.)

Efendimiz (s.a.v.) konuşmalardan sonra elini uzatmış ve 12 kişi de onun elinin üzerine ellerini

koyarak orada 6 madde için biat etmişlerdir:

1. Allah’tan başka hiçbir şeye inanılmayacak, O’na hiçbir şey eş ve ortak koşulmayacak.

(tevhid)

2. Hırsızlık yapılmayacak.

3. Zina edilmeyecek.

4. Zina ve iftira mahsulü olan çocuklar başkasına nispet edilmeyecek.

5. Ne gerekçe ile olursa olsun çocuklar asla öldürülmeyecek.

6. Her hayırlı işte Allah Resulü’ne sahip çıkılacak ve ona itaat edilecek.

Burada kadınlar olmamasına rağmen maddeler arasında kıtal, savaş, cihat olmadığı için biatın

adına “Bey’atü’n-nisâ” (kadınlar biatı) denilmiştir. Çünkü kadınların için savaş sorumluluğu yoktur. Bu

maddeler daha sonra Mümtehine suresinde ayet olarak gelmiştir.

Tam gidecekleri anda Efendimiz’i (s.a.v.) fazla göremedikleri ve sayıları da artmaya başladığı

için kendilerine bir muallim gönderilmesini istediler. O zamanlar Efendimizin yanında neredeyse 250

kişi vardı. Yarısı Habeşistan’daydı. Kalan yarısının içinden Efendimiz (s.a.v) onlara göndermek için

Mus’ab bin Umeyr’i seçti ve gönderdi. Efendimiz bunu söylediğinde Mus’ab bin Umeyr (r.a.) sorgusuz

sualsiz hemen Yesrib’e gitmiştir.

 Neden Mus’ab bin Umeyr (r.a.)?

Davet ve tebliğ için bir kişide;

 Beden güzel olmalı (Bir insanın siması sert gözüktüğünde insanlar ondan çekinirler.

Mus’ab b. Umeyr yakışıklı biri idi. Yanına oturan kalkmak istemezdi. Efendimiz

(s.a.v.)’e benzeyen sahabelerden biridir.)


iman


ahlak


4

 Dil güzel olmalı (Hitabeti güzel idi. İkna edici konuşuyordu. Medenîlere

galebe çalmak ikna iledir, icbar ile değildir. Onun için sabırlıydı. Gün görmüş birisiydi.

Takdire ve tenkite yer vermiyordu.)

 Üslup güzel olmalı

 Usul güzel olmalı

 Mesaj güzel yansıtılmalı

Her davet adamının unutmaması gereken şey; bizim mesajımız mükemmel, muhatabımız

muhterem, metodumuz müceddidtir.

Mesajımız Kur’an ve sünnettir. İslam’ın hiçbir meselesi yüzümü kızartacak bir mesele değildir.

Mus’ab (r.a.) bunu biliyordu ve kim karşısına geçerse büyük bir özgüvenle konuştu.

Muhatap insandır ve insan saygıya değerdir. Mus’ab (r.a.) bu konuda seviyedeydi ve kimseyi

kendinden aşağı görmedi. Herkese değer verdi.

Metodun müceddit olması her an değişmesi demektir.

Allah Resulü (s.a.v.) Mus’ab bin Umeyr’in (r.a.) bunların hepsine sahip olduğunu biliyordu.

Mus’ab (r.a.) da gönülleri fethederek birçok insanın imanla tanışmasına vesile oldu. Bunlar arasında

Useyd b. Hudayr ve Sa’d b. Muaz da vardı. Onlar aslında İslami mesaja düşman idiler ama onların

iman etmeleri ile yüzlerce insan da iman etmiştir.

Bir gün Sa’d b. Muaz, Es’ad b. Zürâre’nin (onların akrabasıydı) Marak kuyusunun başında

insanları topladığını görünce sinirlendi. Useyd b. Hudayr’ı hem Es’ad’ı (r.a.) hem Mus’ab’ı (r.a.)

mahallelerinden kovması için gönderdi. Useyd b. Hudayr büyük öfkeyle kılıcını ve mızrağını alarak

onların yanına gitti. Daha söze başlamadan mızrağını Mus’ab’ın (.r.a.) önüne attı ama Mus’ab b.

Umeyr onu sükunetle karşıladı. (Davet ve dava adamı izzetlidir ama kabadayı değildir.) Useyd b.

Hudayr’ı oturup önce kendisini dinlemesi için ikna etti. “Anlatacaklarımı kabul edersen edersin,

etmezsen gidersin.” dedi. Useyd b. Hudayr oturdu, Mus’ab’ı dinledi ve dinledikçe de öfkesi dindi.

Sonunda da iman etti. Sonra Sa’d b. Muaz’dan bahsetti ve eğer o iman ederse onunla beraber iman

edecek birçok kişinin olacağını söyledi. Orada abdesti ve namazı öğrendi.

Saatler sonra Sa’d b. Muaz’ın yanına geldi ve onun da Mus’ab bin Umeyr ile konuşmasını

istedi (Muhatabı mesajla buluşturmak istedi). Sa’d b. Muaz büyük bir sinirle Mus’ab’ın yanına doğru

giderken, Es’ad b. Zürâre onun gelmekte olduğunu, eğer onu ikna ederlerse birçok kişiyi de kazanmış

olacaklarını söyledi. Çünkü Sa’d b. Muaz kavminin lideriydi. Mus’ab (r.a.) ihlasını artırması için Allah’a

dua etti (Bu “Allah’ım sözü yürekten söylet ki yüreklere dokunsun.” demekti çünkü ihlas yapılan işin

%100 Allah için yapılmasıdır). Sa’d b. Muaz celalli bir şekilde geldi ama Mus’ab’ın tavrı aynı idi. Ondan

da önce oturup kendisini dinlemesini istedi. “Eğer söylediklerimi kabul etmezsen ne ala, eğer

etmezsen sen ne dersen o olsun.” dedi. Hz. Mus’ab konuştukça Sa’d b. Muaz’da da değişiklikler oldu

ve o da iman etmiş bir vaziyette döndü. Sonra ailesini toplayıp onlara Mekke’den gelen gencin

söylediklerine inandığını ve iman ettiğini söyledi. “Benimle beraber iman edenler iman etsin, iman

etmeyenlerle bundan sonra konuşmam.” diyerek rest çekti. O gün orada Abdüleşheloğulları’ndan

(Evs kabilesi) iman etmeyen kimse kalmadı. Onun arkasından Mus’ab b. Umeyr iman edenlerle

beraber Mekke’ye gitti.

 III. Akabe Biatı

Gelip biat edenlerin sayısı 75 idi. (73 erkek + 2 kadın (Esma binti Amr ve Nesîbe)

Bu 75 kişi Medine’den hac için gelen kafilenin içerisindeydi. Kafilenin sayısı neredeyse 500-

550 idi. Müslümanlar belli olmasın diye kafile ile gelmişlerdi.

Mus’ab b. Umeyr Mekke’ye yaklaşınca onlara önden gideceğini ve Efendimiz ile buluşacağını

ama Mekkelilerin kendilerini görmemelerini söyledi. Efendimiz (s.a.v.) onu görünce ayağa kalkıp


5

sarıldı. Mus’ab b. Umeyr ona Medine’de İslam’ın girmediği evin kalmadığını söyledi. Allah Resulü

(s.a.v.) buna çok sevindi ve ona “Mus’abu’l hayr.” dedi.

Efendimiz (s.a.v.) Mekkeliler tarafından sürekli gözetlediği için buluşmaya geç kaldı.

Medineliler o geçince merak edip kontrol etmesi için iki temsilci göndermeye karar verdiler. Berâ b.

Ma’rûr ve Kâ’b b. Mâlik Mekke’ye gittiler ama Efendimiz’i tanımıyorlardı. Efendimiz de onları

tanımıyordu. Allah tarafından bir şekilde yolları keşişti ve Efendimiz onlara yer ve zaman bilgisini

vererek beklemelerini söyledi. Onlardan iki şey istediğini de dile getirdi:

- Belirlenen vakitte uyuyanları uyandırmayın.

- Geç kalanı da beklemeyin.

Çünkü dava zor bir dava idi. Bir gece uykusuz kalamayan adamlarla işimiz yoktu. Ama 75

kişinin hepsi geldi. “Onlara Ensar’ın muhacirleri” denilmiştir.

Efendimiz (s.a.v.) yanında amcası Hz. Abbas ile gecenin bir vaktinde buluşma yerine gitti. Hz.

Abbas onlara uzunca konuştu. Efendimiz (s.a.v.) de konuştuktan sonra onlardan ne olursa olsun her

şeye rağmen Allah Resulü’nü korumalarını ve bu davaya sahip çıkmak için ellerinden gelen gayreti

ortaya koymalarını istedi. Ensar da kendi çocuklarını ve kadınlarını korudukları gibi Hz. Peygamber’i

koruyacaklarına dair biat ettiler. “Bu iş nihayete erince bize ne var?” dediler, Efendimiz de onlara

“Cennet.” dedi ve onlar için de bu yetti.

Yıllar sonra Medineli Müslümanlar Efendimiz’den birçok kabileden insanla evlendiği gibi

Ensarlı bir kadınla da evlenmesini ve kendilerini de şereflendirmelerini istedi. Efendimiz onlara ne

üzere anlaştıklarını hatırlatınca bu isteklerinden vazgeçtiler.

Biatlar yapıldıktan sonra Hz. Peygamber’in Medine’ye hicretinin ilk adımları atılmış oldu.


***


NOT: İlim insanda haşyete sebebiyet verir. Haşyet, korkunun dışında bir kavramdır ama içinde

saygı olan bir korkudur. En fazla âlimlerde olur. Bilgi haşyetle desteklenmezse ve bilgi artıkça haşyet

de artmazsa orada kibir oluşur. Bilgi haşyeti beraberinde getirir. İnsan bilgiyi, haşyeti kazanma

amacıyla elde etmeli ve onunla hemhal olup hedef belirleyerek yürümelidir. İnsan o hedefi yitirdiği

zaman üstten bakmaya başlar.

Devamını Oku »

HERKES İÇİN SİYER - 11. BÖLÜM (RABBANÎ İLTİFAT: İSRA VE MİRAÇ YOLCULUĞU)


 HERKES İÇİN SİYER - 11. BÖLÜM (RABBANÎ İLTİFAT: İSRA VE MİRAÇ YOLCULUĞU)


Bismillahirrahmanirrahim.


 İSRA VE MİRAÇ NEDİR?

İsra ve Miraç hadiseleri 23 yıllık nübüvvet sürecinin tam ortasında gerçekleşmiştir.

Nübüvvetin (ihtilaflı olarak) 11. ya da 12. yılı idi. Allah (c.c.) iltifat-ı Rabbanî olarak Resulüne çok büyük

bir nimet bahşetmiştir. Ona, başka peygamberlerin hayatında olmayan ve bir kulun elde edebileceği

en büyük mükâfatı vermiştir.

Bizlere verdiği üç mesaj vardır:

* Teskin: Sükûnete erdirme demektir. Efendimiz eşini ve amcasını kaybettikten sonra, Taif’te

taşlanmasından sonra cinlerle biraz teselli olmuştu. Allah onu daha büyük bir teskine ulaştırdı; diğer

âlemleri gördü.

* Takdir: Resulünü Allah takdir etti. Onun için kulların teveccühüne gerek yoktu.

* Taltif: Burada Efendimiz (s.a.v)’in sarsılmaması, geri adım atmaması için bir temkin vardır.

Onun durduğu yer Allah’ın razı olduğu yerdi ve bundan ötesi yok demekti.

Bu mucizeler başta ya da sonda gelseydi bu kadar tesirli olmazdı. Cenab-ı Allah, Efendimiz zor

günler geçirdiği bir zamanda, çevresindeki insanları ve ona iman etmeyenleri de şahit tutarak birçok

mucizeyi vermiş oldu.

→ İsra, gece yürümenin (yatay); miraç, göğe yükselmenin (dikey) adıdır.

→ İsra, gecelerin imarının; miraç, semanın ikramının adıdır.

→ İsra, beşeri gayretlerin; miraç, ilahi hediyelerin adıdır.

→ İsra, dünyadaki mescitlerin (Mescid-i Haram, Mescid-i Aksa) kıymetini; miraç, semadaki

mekânların değerini öğrenmenin adıdır.

→ İsra, ilme’l-yakîn’e ermenin; miraç ayne’l-yakîn’e ve Hakka’l-yakîn’e ermenin adıdır.

(Edendimiz (s.a.v) bazı şeyleri ilme’l yakîn ile biliyordu sonra gitti, ayne’l yakîn gördü ve hakka’l-yakîn

ile o bilginin muhtevasına bizzat şahit oldu.)

Efendimiz miraca çıkmadan evvel cennet ve cehennem denilince başka bir ruh halindeydi,

miraçtan sonra gören birisi olarak başka bir ruh halinde oldu.

 Nasıl oldu?

Birçok kronoloji yazarının verdiği bilgiye göre gün 27 Recep idi. Günlerden Pazartesi olduğu

söylenir. Efendimiz (s.a.v.) ya amcasının kızı Ümmü Hânî’nin evinde ya da Kabe’de idi. (Ümmü

Hânî’nin evinde olması daha sahih bir rivayettir.) Gecenin bir vaktinde Cerail a.s. Efendimiz (s.a.v.)’i

uyandırdı. Yanında getirdiği Burâk (Berk’ten gelir. Berk, şimşek demektir. Başka peygamberlerin de

bineği idi.) ismindeki bineğe bindirip onu Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya götürdü.

İkisinin arası 1500 km. Normal şartlarda gidiş (20) + geliş (20) süresi 40 günlük idi. Efendimiz

bunu Allah’ın izni le zaman içerisinde zamanda yaptı. Yaratan yarattığına mahkûm olmaz! Allah

dilerse olur.

(İsra suresi ilk 8 ayetini farklı tefsirlerden okuyalım. Bu ayetler İsrailoğullarının tarihini de

anlatır bize. Burada Kudüs’ü Müslümanların fethedeceği müjdesi vardır.)


2


Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla

“Bir gece kulunu (Resulünü değil, kulunu denmiştir çünkü kulluktan daha büyük şeref

yoktur.), Mescid-i Harâm’dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya ayetlerimizi O’na

göstermek için götüren (Allah) her türlü noksanlıklardan uzaktır. Şüphesiz O, her şeyi işiten ve

görendir.” (İsra, 17/1)

Allah kendisini burada semi’ (her şeyi işiten) ve basîr (her şeyi gören) esmaları ile tanıtmıştır.

Esmâü’l Hüsnâ, Allah’a imanı ve tevhidi anlayacağımız en önemli alandır. Burada işiten ve gören

demesinin sebebi işittirdiği ve gördürdüğü içindir. Allah (c.c.) Efendimiz (s.a.v.)’e o mucizede hem

işittirdi hem gördürdü. Onun üzerinden âlemlere mesajını ulaştırdı.

Mescit deyince aklımıza ülkemizdeki camiler gelir. Mescid-i Haram ile Mescid-i Aksa’nın yapı

ile alakası yoktur, mekânla alakalıdır. Allah oradaki mekâna farklı bir anlam ve değer vermiştir. Mescit

denilen yeri Allah farklı bir kutsiyetle kutsallandırmıştır. Biz oraların kutsiyetini anlamazsak yapılarla

uğraşırız.

Efendimizden Beytü’l Makdis’i anlatmasını istedikleri zaman, Allah Resulü o anda gözlerini

semaya dikti ve Allah’ın gösterdiklerini onlara anlattı. Efendimiz (s.a.v.) bir mescidi değil; şehrin

kapılarını, sütunlarını, surlarını anlattı. Mekkeliler ticaret maksadıyla oraya gittikleri için orayı

biliyorlardı ve Efendimizin oraya gitmediğini de bilince duydukları karşısında sarsıldılar.

Allah Resulü (s.a.v.), Mescid-i Aksa’nın yerine geldiğinde gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin

de orada olduğunu gördü. (Kudüs herhangi bir mekân değildir. Bir rivayete göre 124 bin, başka bir

rivayete göre 224 bin peygamberin zeminidir.) Efendimiz (s.a.v.) kardeşlerim dediği peygamberleri ilk

kez orada gördü. Cebrail a.s. o anda bir tepsinin içerisinde birinde süt, diğerinde şarap olan iki bardak

uzattı ve Efendimiz sütü aldı. Cebrail a.s. fıtratı seçtiğini söyledi. Bu din fıtrat üzeredir, doğal olanıdır.

Allah Resulü de doğal olanı seçti. Sonra Cebrail a.s. ondan mihraba gitmesini istedi. Efendimiz tüm

peygamberlerin önüne geçip iki rekât namaz kıldırdı (İmamü’l mürselin: bütün peygamberlerin

imamı). Namaz bitinceye kadar geçen bu süreye İsra denir.

Efendimiz daha sonra Cebrail a.s. ile oradan 7 kat semaya yükseldi. Birinci semaya gelince

Cebrail a.s. kapıyı çaldı. Görevli melek onlara kim olduklarını sordu ve kapıyı açtı. İlk semada onları Hz.

Âdem karşıladı. Efendimiz insanlığın babası ile buluştu. İkinci katta Hz. İsa ve Hz. Yahya (Zekeriya

a.s.’ın oğlu), üçüncü katta Hz. Yusuf, dördüncü katta Hz. İdris, beşinci katta Hz. Harun, altıncı katta Hz.

Musa, yedinci katta Hz. İbrahim ile buluştular. Her katta ayrı konuşmalar yaşandı. Bu peygamberlerin

hepsi o güne kadar yaşanmışlara ve o günden sonra yaşanacaklara dair önemli mesajlar verdiler.

Efendimiz İsrailoğullarını bizzat onlara gönderilen peygamberlerden öğrendi. Hz. İdris en

ilginç olanı idi çünkü o Kur’an’ın en az anlattığı peygamberdir. Efendimiz bunu onun dilinden dinledi.

Efendimiz’in son katta Hz. İbrahim ile konuşması bir nevi baba oğul konuşmasıdır. Hz. İbrahim

orada ümmete (bize) selam söylemiş ve cennetteki fidanlarımızı artırmamızı söylemiştir. Efendimiz

bunun nasıl olacağını sorduğunda, bizim her “Subhanallahi ve bihamdihi elhamdülillahi vallahu

ekber.” dememizin cennetteki fidanlarımız olacağını açıklamıştır.

Yedinci kattan sonra Sıdretü’l Münteha’ya (son sınır) gelinince Cebrail a.s. bundan sonra

Efendimiz’e eşlik etmeyeceğini söyledi. Efendimiz burada Refref isimli başka bir bineğe bindi ve farklı

bir âleme doğru gitti. Vardığı yer arşın çok yakınlarında bir yer idi. Bizim mahiyetini

algılayamayacağımız bir şekilde Allah cc. ile görüştü.

Efendimiz (s.a.v.)’in Allah’ı görüp görmediği Hz. Aişe’ye sorulduğunda “O bir nurdur, nasıl

görsün?” deyip görmediğini söylemiştir. İbn Abbas’a sorulduğunda ise gördüğünü söylemiştir. Âlimler

ikisini telif ettiğinde Allah Resulü’nün Allah’ı kalp gözü ile gördüğü söylenir.


3

Dünyaya göre yaratılmış insanoğlunun öteki âleme ait bazı şeyleri kaldırabilmesi mümkün

değildir. Hz. Musa’nın Tûr-i Sîna’da yaşadıkları kaldıramadığının örneğidir.

Efendimiz (s.a.v) Allah (c.c.)’ı “Ettehiyyâtü lillâhi vessalavâtü vettayyibât” diyerek övgülerin,

selamların, hürmetlerin en güzelini sunarak selamladı. “Esselamu Aleyke eyyühen nebiyyü ve

rahmetullahi ve berekâtüh.” (Allah’ım selamı, rahmeti, bereketi sana olsun Ey Nebi!) ile karşıdan ses

geldi. Efendimiz (s.a.v) selamı sadece kendi üzerine almadı ve orada “Esselamu Aleyna ve ala

ibadillahis salihin.” diyerek ehl-i imanı ve salih kulları da kattı.

Efendimiz (s.a.v.) her katta birçok şeye şahit oldu. Cenneti, cehennemi, arşı gördü. Oradan

Bakara suresinin son iki ayeti (285-286, amenerrasülü) ve 50 vakit namaz ile şereflenerek döndü.

“Her kim geceleyin Bakara Suresi’nden bu iki ayeti okursa ona yeter.”


Dönüş yolunda yine bütün peygamberlere uğradı. Hz. Musa (a.s.) neyle döndüğünü sordu ve

50 vakit namazı duyunca bunun çok olduğunu, İsrailoğullarından bildiğini, bunun kaldırılabilecek bir

yük olmadığını söyledi (Bunu Buhari atrarır). Efendimiz (s.a.v.) Musa a.s.’ın yanına her geldiğinde bir

daha gitti, biraz indirildi ve namaz en son 5 vakte indirilmiş oldu. Allah’ın (c.c.) burada verdiği iki

mesaj vardır:

- Size, İsrailloğulları ve önceki ümmetlere verildiğinden daha fazla mükâfat verildi.

Yaptığınız bir iyilik on katı ile sevap olacaktır.

- Allah’ın büyüklüğünü onun size verdiği ibadetle ödeyemezsiniz. Allah yaptığınız azı çok

saymaktadır.

Efendimiz (s.a.v.) yolculuğu bitirip Mescid-i Aksa’ya yeniden geldi ve Cebrail a.s. ‘ın gözetimde

yeniden bineğe binip eve döndü. (Bu süreçte yatağının sıcaklığı hiç değişmemiştir.)


***


Kudüs’teki sarı kubbeli mescidin adı Kubbetü’s Sahra’dır. Emevi halifesi Abdulmelik b. Mervan

tarafından yapılmıştır. Kubbetü’s Sahra’nın içerisinde kocaman bir kaya vardır. Sahra zaten kaya ve

taş demektir. O kayanın bulunduğu yer diğer din mensuplarınca da kutsal sayılmaktadır. Efendimiz o

kayanın üzerinden Miraç’a çıktığı için önemli bir yerdir ama havada durduğu gerçek değildir.

Kıble mescidi ise Abdulmelik’ten sonra yapılmıştır ama oranın yerine ilk kez mescit yaptıran

Hz. Ömer’dir.

Mescid-i Aksa, 144 bin metre karelik alanın tamamının adıdır.


***


Efendimiz (s.a.v.) sabah kalktığında Ümmü Hânî’ye gece yaşadıklarını anlattı. Ümmü Hânî

duydukları karşısında korktu ve Mekkelilere anlatırsa ona inanmayacaklarını söyledi. Efendimiz onu

dinlemedi. İlk gördüğü de Ebu cehil oldu ve ona anlattı. Ebu Cehil delirdiğini düşünüp sevindi.

‘İnsanları toplasam anlatır mısın?’ dedi. Efendimiz de kabul etti. Mekkeliler Efendimiz’i dinledikten

sonra gülüp onunla alay ettiler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v.) onları inandırmak için şu an

gelmekte olan iki kafilelerinin yerlerini ve ne zaman Mekke’ye varacaklarını; o kafilelerden bir

tanesinin develerinin kaybolduğunu ve kafiledekilere sesiyle devenin yerini gösterdiğini; develerden

birisinin üzerinde olan suyu da işaret olsun diye içtiğini söyledi. Hatta kafilenin özelliklerini, devenin

rengine varıncaya kadar anlattı. Kafile gelince bu anlattıklarını sormalarını istedi. Mekkeliler şaşırdı.

Kudüs’ü bilenlerden Mut’im İbn Adî Efendimizden Kudüs’ü anlatmasını, oralarda neler

olduğunu söylemesini istedi. Efendimiz’in (s.a.v) önünde açıldı Beytü’l Makdis ve şehri anlatmaya

başladı. Mut’im İbn Adî şaşırdı kaldı. Ama yine de iman etmediler. Sonra Hz. Ebubekir’in yanına

gitmeye karar verdiler. Olanları ona anlattılar. Ebubekir (r.a.) ise “Eğer o anlatıyorsa kesinlikle

doğrudur.” dedi. Onlar iyice şaşırınca, “Ancak bu söz onun ağzına yakışırdı. Niye şaşırıyorsunuz, ben


4

her gün ona semadan vahiy geldiğine iman ediyorum. Onun semaya çıktığına mı inanmayacağım?”

dedi. Mekkeliler pişman oldular. Hz. Ebubekir onlardan sonra Efendimiz’in (s.a.v.) yanına gitti ve bir

de ondan dinledi.

(İman, Allah’ın dostuna dost, düşmanına düşman olmak demektir.)

 NASIL BİR KUDÜS BİLİNCİNE SAHİP OLMALIYIZ?

Mescid-i Aksa’daki Burak duvarı Yahudilerin ağlama duvarları dedikleri şeydir lakin ağlama

duvarı diye bir şey yoktur. Oranın ismi Burak duvarıdır.

Burası Hz. Ömer döneminde fethedildi. Şehrin anahtarlarını o günkü din adamlarının talebi

gereği ellerinden aldı. Hristiyan din adamları Hz. Ömer’den Kıyamet Kilisesi’nde namaz kılmasını ve

kendilerini şereflendirmesini istediler. Hz. Ömer de onlara eğer orada namaz kılarsa kendilerinden

sonraki geleceklerin burada halifeleri namaz kıldığı için kiliseyi camiye çevirmek isteyebileceklerini

söyledi. Buranın biraz yukarısında bir yerde namazını kıldı. (Orada şimdi Ömer Mescidi vardır. Hz.

Ömer’in ilk namaz kıldığı yerdir.) Namazdan sonra Mescid-i Aksa’ya geldi ve çöpleri temizlettirdi. Şu

an Kıble Mecsidi diye bilinen yerde bir mescit oluşturdu ve ondan sonra orası namaz kılınan bir yer

oldu. Sonra askerlerine bir konuşma yaptı ve dağılabileceklerini söyledi ama askerleri dağılmadılar.

Fetihten dolayı ganimet beklediklerini söyleyince Hz. Ömer onlara Allah Resulü’nün (s.a.v.) Mekke’yi

fethettiği zaman Mekke’nin toprağını ganimet olarak dağıtmadığını söyledi. “Kudüs Mekke’dir.” dedi.

Bugün bizim için Mekke ne ise, Medine ne ise Kudüs de odur. Kudüs meselesi sadece izzet ve

şeref meselesi değil, iman ve akide meselesidir. Bunu anlamak zorundayız. Kudüs bizim için bir

sevdaya dönüşmeli! Kendi kendimize Kudüs için bugün ne yaptığımızı sormalıyız çünkü orası varsa

ümmet vardır. Onun için dirilme meselesinde Kudüs bizim için hedeftir. Biz bugün her alanda özgün

bir kimlikle üretmezsek bu mücadeleyi sürdürmeyi ve galibiyeti sağlayamayız. Allah Resulü (s.a.v.)

galibiyeti sağlayabilmeyi de bize göstermektedir. Onun gösterdiği yolu kendimize menheç, usul olarak

edinmeliyiz ve bugün karşımızdaki küfür cepheleriyle onun yaptığı gibi mücadele etmeliyiz. Mesela

sabah namazlarını kılmakla, her gün Kur’an okumakla, işlerimizi ahlaklı bir şekilde yapmakla,

Müslümanca yaşamaya çalışmakla bu işe başlayabiliriz.

Kudüs Selahaddin Eyyubi zamanında işgal edildiğinde Halepli bir marangoz Mescid-i Aksa için

bir minber yaptı çünkü onun elinden gelen oydu. “Benim elimden gelen bu, Allah da gönderir birini, o

da alır götürür bu minberi Aksa’ya koyar.” dedi. (Tavsiye kitap: Minberin Sırrı Selahaddin Eyyûbi,

Abdullah Yıldız.) Sonuç olarak herkes bulunduğu yerde en iyi olma adına gayret gösterdiğinde

iyileşebiliriz. Biz iyileşirsek Kudüs de iyileşir.

Hz. Ömer fetihten sonra Ebu Ubeyde b. Cerrah’ın (ordu komutanı) çadırına gitti. Çadır çok

sıradan bir çadır idi. Hz. Ömer çadıra bir baktıktan sonra Ebu Ubeyde’ye (r.a.) “Dünya hepimizi

değiştirdi Ebu Ubeyde ama seni değiştirmedi.” dedi.

Ancak dünyaların değiştiremediği adamlar Kudüs’ün kaderini değiştirebilirler!


***


NOT: Efendimiz (s.a.v.) Ramazan’ı rahmet, mağfiret ve cehennemden kurtuluş günleri diye

üçe ayırmıştır. Sünnetin bize öğrettiği Ramazan heyecanla başlar ve bu heyecan arta arta sona ulaşır.

Heyecanımızı azaltacak şeylere meyletmeyelim. Herkes her işi yapamaz ama herkes bir iş yapabilir.

Elimizin altındaki nimet ve kabiliyet ne ise onu hakkıyla kullanmamız lazım.

Devamını Oku »